Fransız sosyolog Olivier Roy’un, Dünyanın Düzleşmesi: Kültürün Krizi ve Normların Tahakkümü adlı kitabı geçtiğimiz yıl Haldun Bayrı tarafından Türkçeye çevrilerek Metis Yayınları’ndan yayınlandı. Kitap günümüz dünyasının kültür krizine dair düşündürücü tartışmalar açıyor. Bugün neredeyse pek çok alanda tartışılamaz hale gelen, hatta kutuplaşmaları kışkırtan konuları geniş örnekler skalası içinde ele aldığı için oldukça ilgi çekici bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Artizan içinde kültür sanat alanında çalışan farklı yaş kuşaklarından kişiler bir araya gelerek bu kitabı tartışma imkanı bulduk.[1] Olivier Roy’un günümüz Batı toplumundan çarpıcı ve şaşırtıcı örnekler silsilesini ele alırken yaptığı değerlendirmeleri oldukça tartışmalı bulduğumuz için Immanuel Wallerstein’in ve Michael Albert’in kültür ve toplumsal hareketler üzerine yazdığı metinleri de çalışmamıza dahil ettik. Bu yazı sekiz bölümden oluşan Dünyanın Düzleşmesi kitabı üzerine üç çalışmada ele aldığımız tartışmaları özetlemek amacıyla kaleme alındı.
***
Olivier Roy, kitabının başında, günümüz dünyasında kültüre dair yaklaşımını şöyle ifade ediyor.“Benim tezim, bugün basit bir kültür krizinin ötesinde, ‘kültürlerin kültürsüzleşmesi’ne tanık olduğumuz yönünde: külliyat kültürünün içeriğinde bir çözülme, antropolojik kültürlerde bir silinme, küreselleşmeyle beraber içinde yuvalandıkları egemen kültürden özerkleşen ama gerçek kültürlerle bağlantısı kopmuş iletişim kodlarına indirgenen ‘altkültürler’in paradoksal bir biçimde teşviki.”[2] Yazar kitabında kültür krizi mi kültürsüzleşme mi sorularını kimi zaman ayrı ayrı ele alıyor kimi yerde de bu iki kavramı birbirinin yerine kullanıyor. Öncelikle yazarın yaklaşımını kısaca özetleyerek başlayabiliriz:
Roy’un Günümüzde Kültüre Yaklaşımı
Roy’a göre bugün bir kültür krizi hatta kültürsüzleşme yaşanmaktadır. Bu, tarih boyunca büyük dönüşüm dönemlerinde görülen bir durumdur. Hâkim kültür zamanla eskir ve krize girer, ardından onun yerini yeni bir kültür alır. Ancak Roy bugün farklı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtir. Yazara göre bu kriz bir geçiş dönemi krizi değil; bir kültürsüzleşmedir. Ortada ne hâkim kültür diye tanımlayacağımız bir şey ne toplum ne de değerler vardır. Bunun yerini kodlar ve normlar (yönetmelikler-kurallar) almıştır. Oysa kültür toplumsal değerler, mekân ve zaman bağlamında inşa edilir. Yazara göre, değerler yerine normların kültür alanına hâkim olması kültürü yok eder. Bu krizin nedenlerinden biri de topluma bütüncül bakan, toplumsal dönüşümü temel alan büyük ütopyaların yok olmasıdır. Öne çıkan diğer bir eğilim kişisel acıların/ızdırapların toplumsal bağlam göz ardı edilerek öne çıkarılmasıdır. Hatta yöntem olarak kişisel ızdıraplara neden olduğu iddia edilen kişi ya da kesimlerin yasaklanması talep edilmektedir. Hâl böyle olunca herkesin ya da çeşitli kesimlerin kendi mahkemesini kurup yargı dağıttığı bir ortam oluşur. Evrenselci büyük anlatılar yok olurken bunun yerini güvenli alanlar (safe place) arayışı almıştır. Batı dünyasında tartışma yaratan bu duruma Türkiye’de de sıkça rastlıyoruz. Belli konularda duyarlılıkları teşvik etmek amacıyla hareket edilse bile bu durum Türkiye’de zaten sınırlı olan demokrasi ve ifade özgürlüğü alanının yasakçı taleplerle daha da daraltılmasına neden olabiliyor.
Roy’a göre günümüzdeki kültür krizini hazırlayan dört temel gelişme yaşanmıştır.
- 1960’lardaki bireyci ve hazcı devrimle, değerlerde yaşanan dönüşüm.
- İnternet devrimi
- Neoliberal mali küreselleşme
- Ulus devletin krizi: Mekânın ve insanın dolaşımının küreselleşmesi ve yurtsuzlaşma
Yazara göre bu faktörler arasında bir neden sonuç ilişkisi yoktur. Karmaşık ve iç içe bir süreç yaşanmaktadır. Bu nedenle bir neden sonuç ilişkisi kurmak ya da burada bir üst akıl aramak lüzumsuzdur. “Akışkan, ama sıkça çatışmalı ve karman çorman şekilde sistem oluşturan eğilimlerden, yaşam tarzlarından, değerlerden, teknik yenilikler ve ekonomik uygulamalardan oluşan bir demet var elimizde.”[3]
Yazar günümüzdeki kültür krizini ya da kültürsüzleşmeyi tarif ederken 68 devrimini dönüm noktası olarak görür. Roy’a göre 68 kuşağı, aydınlanma ideolojisinden farklı olarak, özgürlük arayışının temeline aklın yerine arzuyu koymuştur. Aydınlanmada akıldan yola çıkılarak bireyselleşme inşa edilirken günümüzde bireyselleşme talebi arzu üzerinde şekillenmektedir. Roy bireyci, hazcı ve narsistik bir kültür önermesi olarak değerlendirdiği bu durumu 68 hareketinin başlattığını savunur. Ona göre, 68 kuşağının kültür alanını dönüştürmesi devrim olarak adlandırılabilir çünkü topluma hükmetmeyi başarmıştır. Hatta kültürel ve antropolojik bir paradigma değişiminden bile söz edilebilir. Değişen iktidar değil sivil toplum alanı olmuştur. Bu kültürel devrimin merkezinde ise cinsellik yer alır. İlk zamanlarda bu duruma karşı muhafazakâr bir tepki oluşsa da zamanla sağ partiler dahi, bu yeni ortama uyum sağlamaya başlamışlardır. Neoliberal sağ, gitgide azınlığa dönüşmekte olan muhafazakarlara büyük zarar vererek, 60’ların yeni değerlerini tasdik etmiştir.[4] Yazar bu görüşünü daha da ileri götürerek, Mayıs 68 ruhu ile neoliberalizm arasında fiili bir ittifakın olduğunu iddia eder.[5]
Bu noktada, yaşanan kültür krizinin ikinci belirleyici faktörüne yani neoliberal mali küreselleşmeye geçer. “Neoliberalizm artık üretime dayalı olmayıp daha önce ille de meta telakki edilmeyen her şeyin sistemli bir biçimde metalaştırılması ve paraya tahvili üzerine kurulu bir serbest piyasanın mutlak umumileşmesidir.”[6] Roy’a göre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uygulanan Keynesçi ekonomik sistemle sermaye ve emek arasında, sendikalarla patronların sürekli pazarlığı üzerine kurulu yeni bir toplum sözleşmesi uygulanmıştır. Diğer yandan neoliberal ekonomik politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte ekonomik faaliyet yurtsuzlaşır. Bu yurtsuzlaşma sınıfın mekanını, ama aynı zamanda toplumsal çatışmanın ve toplumsal akdin de mekanını ortadan kaldırır. Roy’a göre ortadan kalkan sadece mekân değil, zamandır da. Kültür inşa edebilmek için mekân kadar boş zamana da ihtiyaç vardır. “Kültür muayyen bir boş vakit, yani işten uzaklaşılan bir zaman gerektirir. O boş vakit yok olmuştur. Çalışmayla özel hayat arasında sınır yoktur artık.”[7] Neoliberalizm toplumsal bağla ilgilenmez. Emek bir değer değildir artık. Değer olan başarıdır. Bu da rekabete dayalıdır ve toplum fikrini yok eder. Dolayısıyla da neoliberal ekonomi; toplumu ve kültürü inşa eden bağları, mekânı ve zamanı yok etmiştir. Kültürsüzleşmenin en temel nedenlerinden biri de budur.
Roy’a göre kültürsüzleşmeyi getiren bir diğer faktör internet devrimidir. İnternet kültürü, kodlara, profillere ve emojilere dayalıdır. İnternet yeni bir kültür yaratmaz, bizzat kültür fikrini yok eder. Roy, bundan sonraki bölümlerde, kültür krizini ve kültürsüzleşme tezini, semptomlar ve pek çok güncel örnek üzerinden açmaya çalışır.
Roy’un 68 Hareketi yaklaşımına dair eleştiriler
Roy’un 68 hareketine yaklaşımı oldukça tartışmalıdır. Yazarın altını çizdiği günümüz kültür krizini ele alan pek çok çalışma, 1990’lı yılların başından itibaren ele alınmış ve bu konuda pek çok kitap yayınlanmıştır. Bu anlamda, kültür krizini tartışmaya açan yazarlardan biri olan Immanuel Wallerstein’in görüşleriyle Roy’un ileri sürdüklerini karşılıklı olarak ele almanın faydalı olacağı kanısındayız. Wallerstein 1990’ların başında yazdığı “Jeopolitik ve Jeokültür”[8] kitabında, bir kültür krizi yaşandığı tezini ortaya atar ancak tamamen başka bir bağlam üzerinden bu krizi açıklar.
Wallerstein de 68’de ortaya çıkan karşı kültürün cinsellik, uyuşturucu, giyim ve diyonizyak bir alışılmış olana karşı çıkma eylemi ürettiğini kabul eder. Üretilen bu karşı kültürün, devrimci zindeliğin bir parçası haline geldiğini de belirtir. Ancak Wallerstein’e göre, bu karşı kültür siyasi bakımdan 1968 için asla merkezi önemde olmamıştır. Dionizyak hayat biçimlerinin daha ileri ölçüde yayılması, 1968’in sonuçlarından bir olabilir ama asıl miraslarından biri değildir. “Bununla beraber, hepimizin 1970’lerde öğrendiği gibi, karşı kültürü siyasal faaliyetten koparmak mümkündür. Hatta karşı kültürel yönelişleri, çok kârlı tüketim yönlü hayat biçimlerine çevirmek kolaydır. Hippilerden Yuppilere geçiş gibi…”[9]
Kültür güç ilişkileri içinde biçimlenir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı dünyasında şu güçlerin etkili olduğu söylenebilir. Amerikan hegemonyası, komünizm tehdidi karşısında savaştan yeni çıkmış Avrupa’nın kültürel ve ekonomik altyapısını kurmaktadır. 45-68 arası dönemde sol üzerinde 3. Enternasyonal’in komünist partilerinin, 2. Enternasyonal’in sosyal demokrat partilerinin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin etkileri görülmektedir. 68 kuşağı bu odakların hakim olduğu dünyada büyümüş hem Amerikan hegemonyasına hem de Amerikan hegemonyasını meşrulaştırma işlevi gören sola yönelik temel eleştirileri gündeme getirmiştir.
Wallerstein’e göre; bireyci, hazcı, narsistik kültürün gelişmesinde 68 devriminin bir etkisi olsa da 68 kuşağının asıl hedefi ve amacı bu değildir. 68’in en önemli kazanımlarından biri sanayi proletaryasına tek öncü rolü vermemesidir. Proletarya sistem karşıtı mücadelenin bileşenlerinden biridir. 68’in devrimci liderlerinden Michael Albert katılımcı ekonomi vizyonunu önerirken topluma bütüncül bir bakışla yaklaşır. Ekonomik temel kadar kültür alanı, ırklar, milliyetler, etnisiteler arası hiyerarşi, cinsiyetler arası hiyerarşiyi kuran akrabalık alanı, nasıl karar aldığımızı şekillendiren yönetim biçimleri de sistem karşıtı hareketlerin devrim sonrasına bırakılamayacak temel mücadele alanını oluşturur. 68’le ortaya çıkan sistem karşıtı hareketler, toplumsal dönüşümün temel stratejisini de tartışmaya açmıştır. Devrimin sadece iktidarı ele geçirmek olmadığını kültür alanında devrimci bir biçimde var olarak toplumu dönüştürmenin mümkün olduğunun altını çizmiştir. Michael Albert toplumun bu dört alanını (ekonomi, kültür, akrabalık ve yönetim biçimleri) eşit derecede merkeze alarak devrimci bir toplumsal dönüşüm için bütüncül bir vizyon ortaya koymuştur.
80’lerle birlikte gelişen neoliberal sistem, ortaya çıkan bu yeni paradigmayı görmüş; hem bu radikal düşünme biçimini bilgi yapıları içinde ehlileştirmeyi hem de 68’in devrimci kültürünü, bir tüketim nesnesine, bir sektöre dönüştürmeyi hedeflemiştir. Bu nedenle Roy’un belirttiği gibi sadece haz arayışını 68’in mirası olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu durumu, sistemle, sistem karşıtı hareketler arasındaki mücadelenin/çatışmanın bir sonucu olarak değerlendirmek faydalı olacaktır. Bu bağlamda Roy’un, 68 devrimiyle ilgili belirlemesine şüpheyle yaklaşmak gerektiği kanısındayız. Ortada kültür alanını kontrol etmek için verilen bir mücadele vardır. 68’in ortaya koyduğu radikal teorileri, sürdürülebilir ve tutarlı bir siyasetin parçası haline getirecek ve dünyaya hâkim kılabilecek bir hareket oluşamamıştır. Bu nedenle sistem, bu mücadelede şimdilik hakimiyetini kurmuş görünmektedir.
Roy ile Wallerstein arasındaki en önemli fark, Wallerstein’in kültürü bir mücadele alanı olarak görmesidir. Roy ise kitabında, bugün yaşanan krizin semptomlarını anlatarak değişmesi mümkün olmayan bir panorama sunuyor. Bu da Roy’un kitabını karamsar ve umutsuz bir noktaya taşıyor: “Kaybolmuş ve yok olmuş bir toplum, kültürsüzleşmiş bir insanlık karşısında yapacak ne kaldı?” gibi bir soru insanları mücadeleye değil karamsarlığa itiyor. Roy’un bir sosyolog olduğu ve haliyle gördüğü semptomlardan yola çıkarak, bugünün toplumunu tasvir etmeye çalıştığı söylenebilir elbette. Bu anlamda kitabın, geniş bir örnek kümesiyle, yaşadığımız toplumun temel problemlerini ve tartışma noktalarını başarıyla ortaya koyduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak kültür alanını; değişebilir, dönüşebilir bir mücadele alanı olarak tasvir etmediğinizde umutsuz ve distopik bir resim ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda kültürü bir mücadele alanı olarak ele alan Wallerstein ve Albert’in yaklaşımlarının toplumsal ve kültürel mücadele açısından ufuk açısı olduğu kanısındayız.
Wallerstein’e göre bugün kapsamlı bir kültür kriziyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bunun nedeni ise sistemin bu alanı tamamen ele geçirmesi ve kontrol etmesidir. Kapitalizm, tanımı gereği, kapitalistlerin sermaye birikimi için üreticilere çok çalışmaları ve az kazanmaları gerektiği yolunda bir baskı uygular. Ancak bu mantıklı bir insanın kabul edebileceği bir şey değildir. Kapitalizm bunu kabul ettirmek için şiddet kullanabilir elbette; ancak bunun bir maliyeti olduğu gibi bunu sürdürebilme şansı da düşüktür. Bu nedenle sermayedarların birikimi için toplumu çok çalışmaya, az kazanmaya, çok tüketmeye ikna etmek gerekir. Bu ikna süreci ideolojiyle şekillendirilir. Burada Fransız düşünür Louis Althusser’e referans verebiliriz. Sistem; aile, okul, eğitim, medya, din vs. gibi ideolojik aygıtlarıyla bizleri sistemin ihtiyaçlarını karşılamaya ikna etmek için, bunları doğalmış gibi göstermek için seferber olur. Bunu da ideolojik aygıtların işlediği kültür alanında hakimiyet kurarak yapar. Bugün yaşanan da budur. Bu durumun toplumu tahrip ettiği, toplum fikrini yok ettiği ve bir kültür krizine yol açtığı doğrudur. Öyleyse ne yapmak gerekir?
Wallerstein’e göre yapacak şey nettir. “Sistemler doğal ölümlerine ilerledikçe kendilerini belirsiz geleceklere geçiş içinde bulurlar. Bu belirsizlik aynı zamanda düzen bozucudur. O zaman ne yapalım? Sistemsel ölüm sürecini inkâr mı edelim, yoksa aksine sistemsel doğuş sürecine merhaba mı diyelim?”[10] Yani kültürü bir mücadele alanı olarak görmezsek, belirsizliğin sistem lehine gelişmesini engellememiz mümkün olmaz. “Bu bakımdan, bizzat kültürün inşası bu tarihsel sistem içindeki karşıt çıkarların muharebe alanı, kilit ideolojik muharebe alanı olmalıdır.”[11] Bugün bir kültür krizi yaşandığı doğrudur ancak bu, aynı zamanda bir sistem krizidir. Bu krizin toplumun lehine çözülmesi için mücadele edilmesi gerekir. Sorun, bu mücadelenin şu an içinde bulunduğu zafiyet durumudur.
Wallerstein’e göre; bugün var olan sistem karşıtı hareketler, tam olarak tutarlı ve alternatif bir toplum projesi ve değişim stratejisi ortaya koyamamışlardır. Kültür krizinin derinleşmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Roy’un sunduğu toplum tablosu ise donuktur. Semptomlar üzerinden yapılmış bir tasvir içermektedir ve bu tasvir toplumsal dinamikleri es geçmektedir. Kültürü bir mücadele alanı olarak görmekten çok, etkilerine maruz kalınan bir belirleyen olarak görme eğilimindedir.
Roy’un kültür tanımında antropolojik kültür ve külliyat kültürü
Roy kitabın ilerleyen bölümlerinde antropolojik kültürlerde silinme, külliyat kültüründe ise çözülme olduğunu ifade eder. Antropolojik kültür; kültürü bir toplumun günlük yaşam pratikleri, inanç sistemleri, değerleri, normları ile bütüncül bir yaşam biçimi olarak tanımlar. Bunlar toplumların ortak tasavvurunda mevcuttur. Külliyat kültürü (yüksek kültür) ise daha çok kurumsallaşmış bilgi üretim alanlarını kapsar ve belirli bir entelektüel gelenek içinde yer alan, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel ürünlere/üretimlere odaklanır. Kısaca ifade etmek gerekirse antropolojik kültür “yaşananı”, külliyat kültürü ise “üretileni” içermektedir.[12]
Yazara göre antropolojik kültürdeki krizin temel nedeni zımniliğin kaybolması ve ortak muhayyilenin yitirilmesidir. Her toplum, açıkça ifade edilmeyen, yazılı olmayan zımni bir temel üzerinden işler: ortak değerler, davranış kalıpları, semboller ve alışkanlıklar. Örneğin otobüste yaşlı birine yer vermek gibi bir jest, zımni kültürel zemine dayanır. İnsanlar bu tür davranışları çoğu zaman düşünmeden, kendiliğinden uygularlar ve başka bir değer düzeninde bu jestin tam tersinin üretilmesi de mümkündür. Ortak kültür içerisinde var olan bireyler için zımnilikten barizliğe giden bu ilişki aynı zamanda bir muhayyile -geleceğe dair ortak tasavvur kurma yetisi- de yaratır. Yazar; kültürün bu örtük, zınmi boyutunun aşındığını dolayısıyla da kültürsüzleşmeye yol açtığını savunuyor.
Zımnilik yitirilip, örtük değerler ortadan kalktığında her eylem belli kurallar üzerinden dayatılmaya müsait hale gelir. Bu noktada otoriter bir pedagoji anlayışı devreye girer ve toplumu bir düzen içinde tutmak amacıyla tüm davranışların sabit ve kontrol edilebilir kurallara bağlandığı bir yaklaşım örgütler. Sezgisel alanı boşaltarak şematik, katı kural dizileri yaratır. Böyle bir sistemde kültürel süreklilik değil, kırılganlık hâkim olmaya başlar; düzen adına mecburiyet devreye girer. Burada elbette tersine bir akıştan da söz edilebilir. Belli ilkeler etrafında buluşmayan, tepeden inme kurallar dayatmak kültürleri kültür yapan değerlerin altını oyarak zımniliğin yitimine sebep olabilir.
Bu noktada şu soru sorulabilir: Kültürlerin zımni yönleri; her zaman yitirilmesi istenmeyen, pozitif yönler mi taşımak zorundadır? Ataerkil kodları zımni bir şekilde taşıyan kültürler; eşitsizlikler yaratan cinsiyet rollerini ve tahakküm ilişkilerini yeniden üreterek güçlendirebilir, kalıcılaştırabilirler. Fakat burada yazarın altını çizdiği, zımni yönün her ne pahasına olur korunması gerekliliği değildir. Elbette dönüşebilir; yerine anlamlı, sürdürülebilir ve yeni değerler inşa edilebilir. Tarih boyunca da birçok kültür organik biçimde dönüşmüş, yeni değer ve alışkanlıklar üretmiştir. Yazarın burada sorunsallaştırdığı dönüşümden ziyade, yerine bir şey konulmaksızın silinme durumudur. Eskiden olumlu ya da olumsuz çatışma/tartışma süreçlerinin ardından yeni bir kültür inşası gözlenirken, günümüzde bu geçişin kesintiye uğradığı ifade ediliyor.
Yazara göre bu kesintinin önemli nedenlerinden biri, bu durumun artık yalnızca tahakküm altındaki azınlık gruplar için değil, egemen kültürler için de geçerli hale gelmesidir. Kriz artık egemen kültürün içindedir. Hatta Roy, bu duruma bir örnek olarak Hindistan gibi, siyasetin ve kültürün büyük ölçüde Hindu kimliği etrafında şekillendiği ülkelerde bile kültürel emniyetsizlik hissinin doğduğunu belirtiyor. Burada egemen kültürün, demografik ve kurumsal çoğunluğa sahip olmasına rağmen, kendi anlam çerçevesini sürdüremediğini söylüyor.
Yazılı kurallara tabi olmayan normali yaratan antropolojik kültür, toplumların ortak muhayyilesinde mevcuttur. Yazarın belirttiği gibi krizin nedenlerinden biri de muhayyilenin yitirilmesidir. Roy, kültürün sadece geçmiş alışkanlıkların tekrarı değil; aynı zamanda ortak bir tasavvur üzerinden şekillendiğini ifade ediyor. Günümüzde sosyallikten uzaklaşma, bireyselleşme ve yurtsuzlaşma ortak tasavvurun yitirilmesine neden oluyor. Ortak tasavvur kaybolduğunda, kolektif anlam üretme kapasitesi yitirilir bu durum varoluşsal bir krizi beraberinde getirir. Yazar bu krizin en çok da genç kuşak içerisinde gözlemlendiğini vurguluyor. Gençler, internetin de etkisiyle bireyselleşerek izole dijital dünyalara çekilerek sosyallikten uzaklaşıyor; apolitik ve büyümeyi reddeden bir gruba dönüşüyor. Sosyallikten uzaklaşan gençler internetin etkisiyle yurtsuzlaşarak internet üzerinden kendilerine benzediklerini düşündükleri topluluklara dahil oluyorlar. Aynı zamanda yetişkinlerin dünyasına da sırt çeviriyorlar.
Yazarın yukarıda yer verilen tespitlerini haklı kılan olgular sunmak mümkün. Diğer yandan bu yaklaşımı bütünüyle doğru kabul etmek bizi özellikle gençlikle ilgili negatif bir yaklaşıma da götürecektir. Türkiye’de son dönemdeki gelişmeler bu durumun aksi yönünde örnekler de göstermektedir. Örneğin, 19 Mart 2025 darbesi sonrasında üniversitelerde yeniden canlandığı görülen hatta liselere de sıçrayan öğrenci protestolarında gençler sosyal medyayı da kullanarak ve sokaklara çıkarak adalet talep etmektedir. Yazarın iddia ettiği gibi sorunun nedenleri olarak “gençleri” ya da “internetin varlığını” işaret ettiğimizde interneti bir araç olarak kullanarak sisteme dönük eleştirisini ve dönüşüm talebini dile getiren gençleri nasıl değerlendirebiliriz? Krizin sorumluluğunu yapısal eşitsizliklerde, sistem tarafından üretilen baskıcı eğilimlerde ve sistem karşıtı hareketlerin bunlara alternatifler üretememesinde aramak doğru bir yaklaşım olacaktır. Hakim olan eğilimleri değişmez bir davranış biçimi olarak ele almak yerine bu potansiyelin neden ve nasıl doğru bir biçimde kanalize edilemediği sorusu tartışmaya farklı bir perspektif kazandırabilir. Daha da önemlisi, bunu kolektif biçimde sağlamak için gerekli alternatif alanlar yaratmanın mümkün olup olmadığı üzerine tartışmanın derinleştirilmesi gerekir.
Tüm bunlara ek olarak, kitapta gençliğe dair yapılan analizlerin fazlaca tek tip bir manzara içerisinden yapılması da ayrı bir sorun teşkil ediyor. Halbuki meseleyi ele alırken coğrafi ve sınıfsal farklılıkların göz ardı edilmemesi gerekir. Dijitalleşme, örneğin, bazı gençler için özgür bir ifade alanı olarak kamusal hayata katılmanın alternatif yollarını açarken, bazıları için ise hâlâ erişilemeyen bir lüks olmaya devam etmektedir. Bu nedenle, bu tarz değerlendirmelerde tekil bir profil varsayımından kaçınmak gerekir.
Külliyat Kültürünün Çözülmesi
Antropolojik kültürlerin içinde bulunduğu krize dair semptomların ardından Roy, yüksek kültür/külliyat kültüründeki erimeye odaklanıyor. Külliyat kültürü “seçilmiş ve pedagojikleştirilmiş değerbilimsel bir hedefle herkese yönelik bir ahlak sunan, kurallar ve usuller uyarınca aktarılan ürünlerin oluşturduğu bir bütündür.[13] Normatiflik ve pedagoji ile birlikte aktarılan külliyat kültürü ortak bir ideal de tanımlar. Hangi alanda olursa olsun bu külliyata girmenin kuralları, usulleri; külliyatın oluştuğu, aktarıldığı ve korunduğu mekanlar ve çeşitli profesyonellerden, uzmanlardan oluşan bir zümresi vardır. Örneğin sanat alanının oluşturduğu külliyatın, kanonun bilinmesi; bunların üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolarla aktarılması ya da korunması ve bir sanat eserinin işin uzmanları tarafından ele alınıp değer/statü kazanması gerekir.
Roy’a göre günümüzde küllliyat kültürünün erimesinin nedenlerinden biri bu kültürün üretim ve aktarım alanlarının özellikle de üniversitelerin “eskisi gibi” olmaması, büyük bir krizde olmasıdır. Külliyat kültürü; ulus ve üniversite arasındaki sıkı bağ, neoliberalizmin ve küreselleşmenin etkisiyle çözülmektedir. Üniversite; akla dayalı üretme yöntemlerine, kurumsal özerkliğe, diplomalara, özenle biçim verilmiş kürsülere, sekülerleşmeyi ve rasyonelliği teşvik eden bir tedrisata sahiptir. Bilgi ve liyakata verilen değerle bireyin yetişmesi ve ilerlemesi amaçlanır. Her ne kadar evrenselci yaklaşıma, ulus-aşırı bir külliyata tutunmuş olsa da üniversiteler ulusal bir çerçeve içinde gelişmiş ve 20. yüzyılın sonuna kadar bu ulusal çerçeveye sadık kalmıştır. Roy, neoliberalizmin yüksek kültürü işe yaramaz bulduğunu, kişinin ahlaki ve entelektüel gelişimine değer vermediğini, yükselen aşırı sağın ve köktendinciliğin de rasyonel akla dayalı düşünce biçimine ve üniversite külliyatına adeta savaş açtığını belirtir.
Bunun yanında Roy, akademi içindeki dönüşümlerle yüksek kültürün içerden çözüldüğünün de altını çizer. Üniversitelerde cultural studies, postcolonial studies gibi kürsülerin yükselişi ve yapısökümcü ekollerin etkisi eleştirel düşünce alanını genişletse de diğer yandan yüksek kültürün altını oyan, aktarımına ket vuran bir yön de taşımaktadır. Yapısökümcü düşünce biçimi, bilgiyi çoğu zaman toplumsal faydayla kurduğu ilişkiden uzaklaştırarak bilgi üretimini bir tür kapalı sistem tartışmasına dönüştürmektedir. Roy özellikle solun sahiplendiği bu ekollerin kültürsüzleşmeye katkıda bulunduğunu söyler. Yüksek kültürün eleştirilebilir, tartışılabilir ve sorgulanabilir olduğunu ancak yapıbozumcu çalışmalarla külliyatın ve yüksek kültürün değersizleştirildiğini belirtir. Akademide özellikle sosyal bilimler üzerinde etkin bir gücü olan bu yaklaşımlar “humanities” gibi dersleri “batı merkezli” olmakla suçlanıp tasfiyesine zemin sağlanmaktadır. Felsefe, edebiyat, tarih ve kültürel kuram alanlarından seçilmiş geniş bir kanon üzerinden bilimsel, etik ve politik tartışmalara alan açan bu gibi derslerin tabiri caizse “cancel”landığına şahit oluruz.
Roy, üniversitelere yönelik içeriden ve dışarıdan gelen saldırılara dair oldukça önemli tartışmalar açıyor. Bununla birlikte akademi içindeki eleştirel çalışmaların sadece eskiye savaş açmak üzerinden değerlendirilemeyeceğini de not edebiliriz. Külliyat kültürünü ırkçı, sömürgeci, cinsiyetçi olarak yaftalayıp değersizleştirmek yerine bu eleştirileri dikkate alarak külliyatın içeriğini ve çerçevesini genişletmek de mümkün. Edward Said’e referansla[14], külliyatı genişletmek, yeni anlam katmanları oluşturmak gibi bir imkân varken, mevcut düşünsel yapıların -ırkçı, cinsiyetçi, sömürgeci olduğu iddiasıyla- yok sayılması yönünde ilerleyen yaklaşımlar, kültürel devamlılık açısından da negatif sonuçlar doğurur. Tercih edilmesi gereken tavır külliyat kültürünü yok saymak, eski içeriği dışlamak yerine içeriği genişletmek yönünde olmalıdır. Yüksek kültür kolektif hafızayı taşıyan bir araç olarak da önemli bir yerde durmaktadır.
Roy’un Batı dünyası üzerinden değerlendirdiği eğitim alanı ve üniversiteler üzerinden yüksek kültürün aktarımındaki erozyon Türkiye’de de yaşanıyor. Türkiye’de 80 darbesiyle birlikte YÖK’ün üniversiteleri ortaöğrenimleştirmesi, öğrenciler arasında entelektüel aşınmaya ve bunun olağanlaşmasına neden olmuştu. Gençliğin toplumsal meselelere odaklanmasının önüne geçilmeye çalışılmıştı. 90’lı yıllarla birlikte üniversiteler neoliberal piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmeye başlandı. AKP döneminde sistematik bir halde güçlenen bu eğilim sadece yükseköğretimi değil, ortaöğretimi de etkiledi; liselerde entelektüel etkinliklerin yerini sınav odaklı, rekabetçi bir model aldı. Dini referansların eğitim alanını belirlemesiyle beraber devlet okulları imam hatipleştirilirken, müfredatın seküler içeriği törpülendi. Özel okullar ise sınav başarısını merkeze alan pahalı kurumlar haline geldi. Eğitim politikaları, neoliberal itkiler ve dinci-muhafazakâr yönelimlerle birleşerek alt sınıfları mesleki eğitime, orta sınıfları ise entelektüel içerikten yoksunlaşmaya itti. Eğitimde hümanist, aydınlanmacı, akılcı ve bilimsel yaklaşımdan uzaklaşıldı; milliyetçi doz korunarak dinci ve cinsiyetçi yönü güçlendirilen Türk-İslamcı bir eğitim anlayışı hakim kılındı. Türkiye’de üniversitelerde yaşanan diğer bir sorun da eğitim içeriğinin anlaşılmaz hale gelmesiydi. Özellikle 90’lardan itibaren post-yapısalcı, postmodern düşünce akımlarının üniversiteye sirayet etmesi bunda etkili oldu. Anlaşılması zor bir retorik içinde ele alınan kuramlar üzerinden düşünme üniversite gençliğinin günümüz toplumunun sorunları anlama ve yorumlama çabasını oldukça karmaşık hale getirdi.
Yüzeyselleşen Kültürel Üretimler
Roy, külliyatın erimesini yalnızca üniversitelerde yaşanan kriz ile sınırlı tutmuyor; aynı zamanda kültürel üretimlerin kendi içlerinde giderek yüzeyselleşmesinin de kültürsüzleşmeye giden yolda önemli bir etken olduğunu savunuyor. Roy’a göre kültürle beslenen kolektif hayal kurma biçimleri yerini, bağlamından kopmuş ve hızlı tüketime uygun içeriklere bırakmıştır. Bu yüzeyselleşme hâli, kültür endüstrisinin etkisiyle daha da derinleşmekte; Adorno’nun da vurguladığı gibi, tarihsel bağlamından koparılmış simgeler ve anlatılar, yalnızca “daha çok alıcıya ulaşma” kriteri üzerinden hazırlanan içerikler hâline gelmektedir.[15] Kültürlerin yüzeyde kalan yönleri “kes-yapıştır” mantığıyla yeniden kurgulanarak dikkat çekici imgelerin seri biçimde dolaşıma sokulmasına indirgenmiştir.
Buna, sanat alanında Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren sahnelenmeye devam eden “Anadolu Ateşi” gösterileri örnek olarak verilebilir. Bu gösterilerde, farklı bölgelerden halk dansları toplumsal bağlamlarından koparılarak yan yana getirilmiş, yer yer tekdüze denebilecek şekilde farklılıklar silikleştirilerek stilize edilmiş ve görselliğe dayalı bir “şov” kurgulanmıştır. Kültürle dinamik ve yaşayan bir ilişki kurulmazken, sahnelemelerde anlamın öncelenmediği, çeşitli geometrik mizansenler üzerinden şekillenen koreografi tercihleriyle daha çok görsel haz yaratma hedefi öne çıkar. Kültürel bağlamdan çok piyasa değerinin belirleyici olduğu bu anlayışın bir diğer örneğini ise Turizm Bakanlığının faaliyetlerinde görürüz. “Kültür Yolu Festivali” gibi organizasyonlarda kültür, çoğunlukla yerel bağlamından koparılarak görselliğe dayalı, tüketilebilir ve temsili unsurlar hâlinde sunulur. Festivaller aracılığıyla mekânlar dekorlaştırılırken, kültürler özünden uzaklaştırılarak estetik bir vitrinin parçasına indirgenir. Benzer şekilde gastronomi alanında düzenlenen festivallerde de çoğunlukla baklava, döner gibi “tanıdık” tatlar öne çıkarılırken, yemeklerin kültürel arka planları, üretim biçimleri ya da toplumsal anlamları neredeyse hiç temsil edilmez. Moda alanında ise folklorik motiflerin, geleneksel desenlerin çoğu zaman yalnızca görsel atmosfer yaratmak amacıyla bağlamından koparılarak kullanıldığı görülür. Müzik alanında da kültürel ögelerin yüzeysel şekilde kullanıldığı örneklere sıklıkla rastlanır; özellikle YouTube ve Spotify gibi dijital platformlarda kimi zaman kültürel ögelere saygı duruşu niteliği taşıdığı iddia edilen bazı çalışmalarda -geleneksel melodileri elektronik beat’lerle harmanlayan DJ Ipek ya da Hey! Douglas remixlerinin bazıları buna örnek verilebilir- eserin sözleri, estetik yapısı ve kültürel bağlamı çoğu zaman geri planda kalmakta, bu tür öğeler yalnızca nostaljik ya da egzotik bir atmosfer yaratmak amacıyla işlev görmektedir. Dünyadaki farklı örnekler üzerinden de çeşitlenebilecek bu yaklaşım çoğu zaman “daha ulaşılabilir olma” hedefi üzerinden şekillenir.
Kültürel üretimin niteliğinin yanı sıra nasıl dolaşıma girdiği de ayrı bir tartışma konusudur. Örneğin Squid Game dizisinin promosyon süreçleri, içeriğindeki sistem eleştirisine tezat oluşturacak şekilde, karakterlerin ellerinde silahlarla gerçekleştirdikleri promosyon gösterileri ile içeriğin araçsallaştırılmasına ve yeniden yüzeyselleştirilmesine neden olmaktadır. O halde burada, kitleselleşmenin yüzeyselleşmeyi beraberinde getirdiği şeklinde bir çıkarımla mı ilerleyeceğiz? Yoksa şu soruyu mu soracağız: Kültürü yüzeyselleştirmeden kamusallaştırmak nasıl mümkün olur?
Kültür endüstrisinin hegemonik yapısı, alternatif üretimlerin dolaşıma girmesini zorlaştırsa da bunun olanaksız olduğu sonucuna da varmamak gerekir. Tek tip estetik algının cazibesiyle biçimlendirilen kültürel atmosferin karşısında, alternatif üretim alanlarının yaratılmasına ve bu alanların sürdürülebilirliğine yönelik ısrarlı bir çabaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuluyor. Bu bağlamda sanatçının amatör ruhunu koruyarak para kazanma kaygısının merkezde olmadığı bir üretim anlayışı, içeriksel olarak daha derinlikli çalışmaların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. Ancak bu da sanatçının ekonomik özgürlüğü sorununu beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla yalnızca estetik ve kültürel değil, aynı zamanda destek mekanizmalarını da kapsayan yapısal ve ekonomik alternatif modellerin geliştirilmesine dönük bir tartışmaya ihtiyaç vardır.
Globish’ten Emojiye: İletişimin Kültürel Kodları
Yazar kitabın “İletişim Kurmak: Bir Kod Meselesi” adlı bölümünde temel olarak iletişimin kodlanarak basitleştirilmesinin kültürel ve anlamsal derinliği azalttığını, insan deneyimini yüzeyselleştirdiğini ve iletişim süreçlerinde önemli dönüşümlere yol açtığını savunuyor. Kültürsüzleşmenin iletişimdeki tahribatı kültürel referanstan bağımsız, normatif bir iletişim sistemi yaratılmasıdır. Bu durumda kültürel referansın olmadığı bir iletişim nasıl mümkün olabilir? Yazar bu soruyu İngilizcenin küresel bir iletişim dili haline gelişi ve kısıtlı bir dil dağarcığı ile tüm dünyada konuşulabilen Globish örneği üzerinden açıklıyor. Globish, İngilizcenin kültürel bağlamdan koparılmış, sadeleştirilmiş ve basitleştirilmiş bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Bu da iletişimin derinliğini ve bağlamını kaybetmesine neden oluyor.
Roy, internet üzerinden iletişimde kullanılan emojilerle duyguların evrenselleştirilmesi ve kodlanmasının da duygusal iletişimi mekanikleştirdiğini belirtiyor. Yazara göre tüm bu gelişmeler, bilinçdışı, muhayyile ve kültürel bağlamın iletişimden dışlanmasına dolayısıyla insan deneyiminin “düzleşmesine” ve “yavanlaşmasına” yol açıyor.
Kimliklerin Bireysel İnşası ve Toplumsal Normların Dönüşümü
Roy günümüzde ırk ve cinsiyet tartışmalarının da kültürel bağlamdan kopartılarak kodlamalar üzerinden şekillendiğini belirtiyor. Kitabın 6. bölümünün başlığı oldukça çarpıcı: “Cinsiyetimizi ya da Irkımızı Seçebilir miyiz?” Roy bu bölümde toplumsal rollerin tartışıldığı eksenin günümüzde tamamen değiştiğini belirtir. Geçmişte toplumsal roller, doğa mı yoksa kültür mü belirler sorusu üzerinden ele alınırken; günümüzdeki tartışma bireyin “kendi kimliğini inşa etmesi” üzerinden de ele alınmaktadır. Artık toplumun; cinsiyeti inşa ettiği anlayışından, bireyin “cinsiyetimi ben belirlerim” anlayışına geçilmiş durumdadır.
Roy’a göre 1960’lı yıllardaki cinsel özgürleşmeyle birlikte cinsel tahakküm ve cinsel suçlar da görünür olur ve daha az kabul görür hale gelir. Ancak kadınlara ve çocuklara yönelik şiddet, kadın cinayetleri günümüz dünyasında da devam eder. Günümüzde #MeToo dalgası, LGBTİQ+ haklarının kapsamının genişlemesi, üreme teknolojilerinin gelişimi, cinsiyet akışkanlığının tanınması gibi pek çok tartışma vardır. Roy; özgürlük, arzu, cinsel kimliklerin çeşitlenmesi gibi tartışmaların sınırlarında bir mutabakat olmadığını ve bu tartışmaların kodlama ve norm koyma talebiyle birlikte şekillendiğini belirtir. Doğaya ve kültüre bağlı olmayan bu kod kişisel seçim merkeze alınarak oluşturulur. Kişisel seçim, biyolojik doğanın ve kültürün üzerine yerleştirilir.
Benzer bir tartışma ırk konusunda da karşımıza çıkar. Kişi, biyolojiden ve kültürden bağımsız olarak cinsiyetini seçebiliyorsa ırkını da seçebilir hale gelir. Irksal akışkanlık ve “trans-ırk” tartışmaları da ten rengi gibi biyolojik bir veriyi saf dışı bırakarak ırkı, kişisel duyarlılık, yaşam tecrübesi gibi gerekçelerle kişinin seçimine bırakır. Yazara göre kimliklerin bireysel tercih üzerinden tanımlanması, bir kültüre, topluma ve tarihe anlam katan bir vakıa olmamasındandır. Roy’a göre kişinin kimliğini belirleyen işaretler seçilerek kategoriler yaratılıyor. Bu işaretler, artık sıfat olarak değil, isim olarak kullanılıyor. Örneğin, “eşcinsel” sıfatı yerine, “eşcinsel yazar” gibi bir isim, kişinin kimliğini ifade eder hale gelir. Buradaki temel mesele normların artık toplum tarafından değil, bireyler tarafından belirlenmesidir. Bu pozitif bir önerme gibi duyulsa da toplumun inşası normunun tasfiyesi, beraberinde sorunların toplumsallaştırılmasını sekteye uğratma ihtimali taşır. Zımni öncüller zayıfladıkça yeni kodlamalar ve normlar seferber edilir. Bireyin kendi kendini tasarladığı bu yaklaşım, kültüre kısıtlayıcı ve otoriteryen bir karakter atfederken cinselliği ve ırkı biyolojiden ve kültürden özerkleştirir.
Cinsiyetin Üç Boyutu: Biyoloji, Kültür ve Birey
Roy’un ırkın ve cinsiyetin biyolojiden ve kültürden bağımsız olarak bireysel tercih üzerinden değerlendirilmesi üzerine açtığı tartışma son derece önemli bir yerde duruyor. Cinsiyet ve cinsellikle ilgili tartışmalarda doğa, kültür karşısında bireyi tercih etmek yerine üç ekseni birlikte değerlendirmenin faydalı olacağı düşüncesindeyiz.
Öncelikle günümüzde bireysel seçimin öne çıkarılması neoliberal paradigma ile son derece uyumlu bir şekilde işler. Bireyi merkeze alan neoliberalizmin toplum yoktur sözünden cinsiyet de yoktur, ırk da yoktur noktasına geldiği görülebilir. Bu yaklaşımın yıkıcı etkisi en fazla toplumsal hareketler üzerinde görülür. Toplum yoksa, cinsiyet ve ırk da yoksa artık bunlar için hak temelli toplumsal mücadele yürütmenin de gereği kalmaz. Özellikle günümüzde cinsiyet, cinsellik ve ırk temelli haklar üzerine mücadele yürüten toplumsal hareketlerin bu neoliberal tuzağa düşmemesi gerekir. Diğer yandan kişisel ızdıraplar üzerinden belli duyarlılıkları öne çıkaran odakların -kitabın ilerleyen bölümlerinde ifade edilen- insan haklarından benim haklarıma eksenine kaydığı görülebilir. Bu düşünce biçiminde özellikle eleştirel çalışmalarda Batı akademilerinde 80’li yıllardan itibaren hakim kılınan çalışmaların da etkisi görülür. Akademilerde sistemi şekillendiren kurumların, makro iktidarların, büyük ideolojilerin analizi ve eleştirisinin yerini mikro iktidar alanlarına bırakması, sistem yerine beden ve öznenin öne çıkarılması neoliberal paradigma ile son derece uyumlu bir şekilde gelişmiştir.
Cinsiyet tartışmalarını ele alırken biyoloji, toplum, kültür ve bireysel seçim meselelerini günümüz kapitalist sisteminin ihtiyaçlarıyla birlikte de düşünmek gerekir. Biyolojinin kişinin cinsiyetini tanımlaması yanlış ya da değersiz değildir. Bu bir gerçekliktir. Kişinin cinsiyetini değiştirme istediği de yanlış ya da değersiz değildir. Bu da bir gerçekliktir. Cinsiyet değişikliğinin/geçişinin nasıl gerçekleşeceği kişinin talepleri üzerinden ruhsal ve bedensel sağlığı dikkate alınarak incelikli bir şekilde ele alınabilir. Bu süreçlerde tıp kapitalizminin ihtiyaçlarının da devrede olduğu unutulmamalıdır.
Dünya sistemin işleyişi cinsiyetler arasındaki toplumsal hiyerarşilere ihtiyaç duyar ve bu hiyerarşiler de ataerkil ideoloji, ataerkil kültür üzerinden inşa edilir. Cinsiyet, cinsellik tartışmaları, sadece bireyin hisleri merkeze alınarak ataerkil sistemden, cinsiyetçilikten bağımsız değerlendirilemez. Günümüzde bu tartışmalarda eksen kayması yaşandığı görülebilir. Cinsiyetin kendisi, cinsiyeti tanımlamak mesele edilirken cinsiyetler arasındaki hiyerarşileri kuran, ataerki ve onun cinsiyetçi paradigması geri plana itilebiliyor. Böylece asıl olarak sorunsallaştırılan mesele cinsiyetçilik değil cinsiyetin kendisi olabiliyor. Bu yaklaşım belli ölçülerde kadın hareketleri ve LGBTİQ+ hareketlerinin hak temelli mücadelelerinin altını boşaltma ihtimali doğuruyor.
Biyolojiyi ve kültürü değersizleştirilerek yürütülen cinsiyet akışkanlığı tartışmaları kadınlar açısından “Kadın diye bir şey yok, kadın dediğin kurgudan ibarettir” noktasına gelebiliyor. Diğer yandan, kadının özerkliğini yok sayarak onu aile içinde tanımlamaya yönelen sağ ideolojilerle pratikte ortaklık gösterebiliyor.
Yazarın ırk ve cinsiyet tartışmalarının kültür ve toplumsal dinamikler dikkate alınmadan yürütüldüğü eleştirileri önemli bir uyarı niteliği taşıyor. Diğer yandan bu tartışmaları incelikli bir şekilde yürütmediği, biyoloji ve kültürü öne çıkarırken kişinin tercihini önemsizleştirdiği görülebilir. Ayrıca trans cinsiyet deneyimi ile trans ırk tartışmaları arasında kurduğu paralellik anlaşılır gelmiyor. Trans varoluşların tarihselliği ile ırkı seçme örneklerinin tutarlı bir şekilde işlenmediği görülebilir. Bu tartışmaların rasyonel bir zeminde yürütülmediği, tam tersine ifade özgürlüğü kısıtlanarak ‘iptal kültürü’ üzerinden şekillendiği uyarıları da son derece haklı. Sağda ve solda, hem grupların birbirleriyle hem de grupların kendi içlerinde yitime uğramış diyalog kurma becerisi, ifade özgürlüğünü zedeliyor ve irrasyonel, zeminsiz bir şekilde polemiğe varan bir üslupta değerlendirmeler karşımıza çıkabiliyor. Hak temelli bir mücadele ve diyalog zemini örgütlemek yerine bireyin ve ızdırabının merkeze alındığı, iptal kültürünün despotik yaptırım gücüne sırtını dayayan bir yöntem tercih ediliyor. Böyle bir yöntem acı veren sorunların sistemle ilişkisine vurgu yapmadığında meseleleri bireyselleştirerek sistemin gücünü artırıyor.
Cinsel Rıza: Özgürleşme mi, Yeni Bir Normatif Kod mu?
Roy’un cinsellik tartışmalarında ele aldığı diğer bir konu da “rıza” kavramı. Yazara göre 1960’lardaki cinsel devrim, kültürel olarak dayatılan cinselliği özgürleştirmeyi hedeflemiş, ancak bu özgürleşme aynı zamanda cinsel pratiklerin kodlanması ve normatif bir sisteme hapsedilmesiyle sonuçlanmıştır. Roy’a göre cinsel rıza kavramı, bu yeni sistemin merkezine yerleşmiştir. Her cinsel eylemin önceden belirlenmiş normlara uygun olması, rıza kavramının bir sözleşme olarak anlaşılmasına yol açar. Bu durum, cinselliği doğal ve spontane bir deneyim olmaktan çıkarıp kurallar ve sınırlar çerçevesinde tanımlanan bir eyleme dönüştürür. Yazar cinsel rızayı, neredeyse cinsel paylaşımın her aşamasında sözel bir onay olmasını gerektiren, dolayısıyla zımni olanı ekarte eden ve pornografiye benzer nitelikte pratik edilen bir unsur olarak tanımlıyor.
Yazarın önemli uyarıları olsa da bu tartışmada şu noktaları es geçtiği görülebilir: Rıza tartışmasının kadın hareketinin tarihsel bir kazanımı olması ve rızanın ataerkil ideoloji içinde örtük bir biçimde inşa edilmiş olması. Yazar ‘Müşterek olan bariz olmalıdır’ yaklaşımını ele alırken adeta hiyerarşilerin olmadığı ideal bir dünyanın içinden konuşuyor gibidir. Benzer şekilde cinsel ilişkiyi ‘an’a indirgemesi ve rızayı üreten ideolojiyi yok sayması da açtığı tartışmayı kısırlaştırıyor. Batı’da İkinci Dalga Kadın Hareketinin yaptığı feminist sorgulamalar, heteroseksüel ilişkilerde erkeğin hazzının ve ihtiyaçlarının merkezde olduğunu, kadının kendi cinsel özerkliğini geri plana attığını, cinsel özgürleşmesinin de kısa bir süre sonra daha çok erkeklerin cinsel özgürleşmesine imkan sağladığını ortaya koymuştu. Günümüzde #MeToo hareketi de sadece özel yaşamda değil iş yaşamında da kadının cinsel tahakküm altına alınışını ifşa etmişti. Yazar bu noktaları dikkate almadığında eşitlikçi olmayan ataerkil bir dünyada rızanın kadınların hayatındakini önemini de görememiş oluyor.
Güvenli Alan Talebi ve İptal Kültürü
Günümüzde ırkın, cinsiyetin ve cinselliğin kültürden, ideolojiden bağımsız olarak bireye ve an’a odaklı ele alma eğilimi karşılaşılan sorunların değerlendirilmesini ve çözümünü karmaşık hale getiriyor. Meselenin sadece bireyin acısının giderilmesine indirgenmesi “ıstırabımı ancak ben konuşurum” gibi tartışmaya kapalı bir anlayışı teşvik edebiliyor. Bireyselliğin bu denli ön planda olduğu bir ortamda ortak anlam üretimi ve pratik dayanışma nasıl kurulabilir?
Karşılaşılan sorunların çözümü için bugün Türkiye’de -özellikle gençlik kültürü içinde- “güvenli alan” talebinin öne çıktığını görebiliyoruz. Bu talebe çeşitli toplumsal karşılaşmalara imkan vermeyen ve eleştirel pratiği tahrip eden “iptal kültürü” de ekleniyor. Toplumsal alanda dayanışma kültürü çatışmaların çözümü etrafında değil güvenli alan talebi etrafında şekillenebiliyor. Kamusal alana, siyasi alana müdahale etmek yerine “güvenli alan” yaratmaya sıkışan altkültürcü yönelimler güçlenebiliyor.
Günümüz siyasi ikliminde hem sağ hem sol hareketlerin ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınabilecek meseleleri suçla ilişkilendirebildiğine şahitlik edebiliyoruz. Örneğin Türkiye’de toplumsal diyalog zemininde ele alınabilecek meseleler bölücülük, terör, ahlak üzerinden cezai alanın konusu haline getiriliyor. Özgürlükleri savunan kesimlerin yöntemi de kutuplaşma siyasetiyle güçlenen iktidarın yöntemine benzemeye başlıyor. Karşılaşılan bir davranış homofobik/cinsiyetçi/ırkçı olduğu gerekçesiyle ya tartışılamaz hale getiriliyor ya da karşısındakinin sesini kesmeye odaklanabiliyor. Toplumsal muhalefet iktidarınkine benzer bir yöntem benimsediği için dönüştürücü bir siyaset de şekillenemiyor. Bu durum şüphesiz iktidarın işine yarıyor. Chomsky’nin de dediği gibi: “ifadelerin yasaklanması devletin elini ve alanını güçlendirir”. “İptal kültürü” ve “güvenli alan” talebi karşılaşma, tartışma ve dönüştürme olanaklarını da iptal ediyor.
Istırap ve Telafi: Devrimden İnsan Haklarına
Kitabın “Istırap ve Telafi: Devrimden İnsan Haklarına” adlı yedinci bölümünde Olivier Roy, kimlik mücadelesinin devrim ve kolektif dönüşüm arayışından bireysel ıstırap ve telafi taleplerine kaydığını, insan hakları mücadelesinin ‘evrensel haklardan’, ‘benim haklarıma’ dönüştüğünü ve protestoların siyasi eylemlerden sembolik ‘happening’lere evrildiğini tartışmaya açıyor. Yazara göre bu değişim, direnişin sistemsel bir dönüşüm hedefinden ziyade bireysel acının tanınmasıyla sınırlı kalıyor. Yazar, özellikle sözde telafi mekanizmaları aracılığıyla sistemle bir tür barışma/uzlaşma atmosferi kurduğu, dolayısıyla sistematik bir dönüşüme vesile olmadığı için telafi kültürünü eleştiriyor.
Yazarın günümüz siyasetinin insan haklarından benim haklarıma evrilmesi tespiti oldukça önemli. Diğer yandan geçmişten günümüze uzanan toplumsal sorunların çözümünde telafinin nasıl olacağı es geçilmemesi gereken bir konu. Geçmişte toplumsal yıkımlara neden olmuş pek çok mesele günümüze taşınıyor ve günümüz dünyasını belirliyor. Örneğin Türkiye tarihinde Ermenilerin yaşadığı yıkımlar ya da günümüzde yakıcılığını koruyan Kürt meselesi yüzleşme ve hak temelli bir telafi olmadan nasıl çözülebilir? Tarihten gelen ve günümüz Türkiye’sinde birlikte yaşamı etkileyen köklü sorunların çözümü için hakikatlerin ortaya çıkarılmasına ve oluşan hasarların giderilmesi mümkün olmasa bile telafi edilmesine ihtiyaç var.
Neoliberalizmin Hümanizm Krizi ve Alternatif Arayışlar
Kitabın son bölümünde, neoliberal sistemin bireyi kolektif bağlardan arındırıp piyasaya entegre etmesi ele alınıyor. Sistem içinde birey, kendini gerçekleştirme iddiası altında bir özerklik yanılsamasına kapılıyor. Birey hem kendi başarısının tek sorumlusu olarak görülüyor hem de başarısızlık da yine bireyin kişisel yetersizliğine indirgeniyor. Neoliberalizm, ayrımcılığın yapısal nedenlerini göz ardı ederek, eylemlerin sorumluluğunu bireylere yükler. Ahlaki sorunlar, sistemin dönüşümüyle değil, etik kurallar ve bireysel yaptırımlar yoluyla çözülmeye çalışılır. Yazarın ele aldığı otoriter pedagoji, bireye belirli bir norm sistemini dayatarak yeni davranış biçimlerinin ortaya çıkmasını hedefler. Bu pedagoji kendisine yöneltilen eleştirileri geçersiz sayar ve dayattığı normların ‘iyi’ değerleri teşvik ettiğini varsayar.
Yazarın bu bölümde kitap boyunca ele aldığı kültür krizinin, kültürsüzleşmenin adını koyuyor: “Yaşadığımız düpedüz bir hümanizm krizidir.” Neoliberalizmin anti-hümanitaryen insan tanımı birçok mecrada ve alanda karşımıza çıkıyor. Örneğin Hollywood’un popüler kültür ürünlerine ve çokça tüketilen Netflix benzeri dijital platformlara bakınca bu anti-hümanizm inşasını görebiliyoruz. Açlık, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi karşı karşıya olduğumuz büyük problemler sistemin değil bireyin günahı olarak lanse edilebiliyor. Çünkü ‘insan’ denen biyolojik varlık bu sistemin tanımına göre aç gözlü, haset ve rekabetçi ve kendi sonunu getiriyor.
Bu sorunlar karşısında önerilen otoriter pedagoji de bir çözüm sunmuyor; çünkü iddiasını kültürü dönüştürmek değil, bireyi cezalandırmak veya ıslah etmek üzerine kuruyor. Bugün belki de üzerine düşünülmesi ve cevap aranması gereken en önemli soru “Peki alternatif ne olabilir; bireyselliğin bu denli ön planda olduğu bir dünyada toplumsal bağlar nasıl yeniden örülebilir?” Yazar bu soruyu cevaplarken çıkışsız bir noktaya işaret ediyor. Ütopyaların bittiği bir dünyada bir kıyamet distopyası içinde olduğumuzu söyleyerek kitabını karamsar bir şekilde sonlandırıyor.
Dünyanın Düzleşmesi: Kültürün Krizi ve Normların Tahakkümü kitabı günümüz dünyasında kültüre dair pek çok alandan örnekler sunarken okuyucu bunlar arasında kaybolabilir ve kendini Roy’un çizdiği karanlık tablo karşında çaresiz bulabilir. Yazının başında da belirttiğimiz gibi bu krizin nedenlerinden biri de sistem karşıtı hareketlerin alternatif bir kültür politikası üretememeleridir. Toplumsal hareketlerin çok boyutlu sistemik krizler karşısında toplumsal dönüşümü nasıl gerçekleştirebileceği sorusuna cevap araması gerekliliği ortadır. Kültür bir muharebe alanıdır. Sistemler her zaman kültürü kendi istedikleri gibi düzenleme eğilimindedir. Bugün kriz olarak ya da Roy gibi kültürsüzleşme olarak tanımladığımız şey aslında kapitalizmin bilerek ve isteyerek ürettiği bir durumdur. Sistem karşıtı hareketler ise alternatif toplum projeleriyle ortaya çıkarak bu durumu dönüştürmeye çalışırlar. Bugün yaşanan krizin bir nedeni de sistem karşıtı hareketlerin zayıflığıdır. Roy’un meselenin bu boyutunu ele almaması kitabın en temel eksiklerinden biri olarak duruyor.
[1] Bu tartışmaya katılanlar; Alişan Akpınar, Aysu Yumuşak, Beyzanur İyitütüncü, Cem Mazlum, Dilan Kurhan, Dilruba Akdağ, Emine Yalçın, Emre Aymelek, Esra Aşan, Hicran Başceyhan, İrem Uyum, Mehmet Can Engül, Nuri Ersoy, Nursena İyitütüncü, Türkü Su Sakarya.
[2] Olivier Roy, Dünyanın Düzleşmesi Kültürün Krizi ve Normların Tahakkümü, Metis Yayınları, İstanbul 2024, s. 42.
[3] A.g.e., s. 20.
[4] A.g.e., s. 26.
[5] A.g.e., s.29.
[6] A.g.e., s. 30.
[7] A.g.e., s. 33.
[8] Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür, İz Yayıncılık, İstanbul, 1988.
[9] I. Wallerstein, a.g.e., s. 100.
[10] A.g.e., s. 221.
[11] A.g.e., s. 222.
[12] Williams, R., Bennett, T., Grossberg, L., & Morris, M. (2005). New keywords: A revised vocabulary of culture and society. Blackwell Publishing.
[13] A.g.e. sayfa 61.
[14] Said, E. W. (2004). Hümanizm ve demokratik eleştiri (Çev. Çağdaş Dedeoğlu). Alfa Yayınları.
[15] Adorno, T. W. (2007). Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi (N. Ülner, M. Tüzel & E. Gen, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.