Yazıda yararlanılan haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.
Ateşe Bırakılan Silahlar: Bir “Barış” Performansı
11 Temmuz 2025 günü, Türkiye ve Ortadoğu için “tarihi” olarak tanımlanan bir an yaşandı. PKK, Kuzey Irak’ta bulunan Cesena Mağarası’nda, sembolik bir törenle silahlarını yaktı. DW Türkçe bu ânı “Türkiye için tarihi an” başlığıyla duyurdu. Haberde öne çıkan vurgu, örgütün “silahlı mücadele dönemini geride bıraktığı”ydı.
Tören; yeni bir başlangıcın sembolü müydü? Evet. Bu sahne bir sanat performansı mıydı? Evet. Bu sahne bir politik eylem miydi? Kesinlikle.
- Performans mekânı: Kürt kültürel hafızasında “özgürlük”, “sığınak” ve “direniş” metaforlarıyla iç içe geçen Cesena Mağarası önü, performansın sergileneceği mekân olarak seçilmişti. Bu mağaranın Kürtler açısından sembolik bir önemi vardı. Birgün’den İbrahim Varlı’nın anlatımına göre; “28 Mart 1923’te ilk Kürtçe gazetelerden biri olan ‘Bangi Haq’ burada basılmış. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki İngiliz yönetimine karşı isyan başlatan Şêx Mehmud Berzenci buraya sığınmış. Baas Rejimi döneminde başkaldıran Pêşmergeler burayı üs olarak kullanmış.” Şimdi burası, “savaşın mekânı” olmaktan çıkıp “barışın sahnesi” haline geliyordu. Bu da başlı başına bir anlatıydı. Direnişin başladığı yer, mücadele biçiminin değiştiği yere dönüşüyordu.
- Performansın kendisi: Bircan Değirmenci’nin de o an aklından geçen ve yazısında yer verdiği; “Dünyaya bir daha gelirsem ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım.” diyen Aram Tigran’ı hatırlatan bir sahneydi.
Silahların teslim edilmeyip ateşe atılması, savaş kültürüne farklı bir veda anlamı taşıyordu. Burada çok net bir mesaj vardı: “Teslim olmuyoruz, dönüştürüyoruz.” Bu dil, alışıldık barış müzakeresi klişelerini de zafer-yenilgi ikilemini de bozuyordu. Barış, sadece silahların susması değil, bir anlatının yeniden yazılmasıydı. Bu tören, “terörün sonu” olarak sunulmak istense de, sahnedeki insanlar bunu “yeni bir toplumsal barış tahayyülünün başlangıcı” olarak kuruyorlardı.
“Çağrıya cevap… hepinizin huzurunda…kendi özgür irademizle…önce kadınlar ve gençler olmak üzere…zulüm ve sömürü son bulacak…özgürlük ve dayanışma kazanacak…barış…hukuksal reform…yasal ve anayasal düzenleme…”
Bir uzun repliğin ya da şarkının akılda kalan sözcükleri gibiydi.
- Performans sanatçıları: 15 kadın, 15 erkek figürüyle yapılan bu tören, “eşitliğe” gönderme yapıyordu. Bu izlediğimiz şey, kadınların görünür, etkili ve dönüştürücü özneler olarak sürecin tam merkezinde olduğu bir kültürel yeniden inşayı sembolize ediyordu.
- Seyirci: Sahnede yalnızca oyuncular yoktu. Tıpkı klasik bir tiyatroda olduğu gibi, izleyiciler de vardı. Ama bu kez seyirciden “etkisiz tanık” olmaları istenmişti. Ne sosyal medya ne tezahürat ne slogan. Sessizlik vardı. Sadece defterler ve gözler. Çünkü bu, katılım değil, tanıklık istiyordu.
Bu tanıklık hali, sadece fiziksel olarak orada olanlardan ibaret değildi. Ekran başında izleyenler, sosyal medyada sessizce takip edenler, evinde ağlayanlar, “biz de çok etkilendik” diyenler. Herkes bir şekilde o anın tanığıydı. Herkes o jestin içine çekildi.
Performansın aslında tamamlanmamış bir eylem olduğu açıktı. Bitmemiş, toplumun katılımıyla tamamlanmayı bekleyen bir oyun gibi. Dolayısıyla, oyunun finalini sadece orada silahlarını yakanların değil; izleyicilerin, toplumun, siyasetin ve sanatın tamamlayacağı vurgulanıyordu: “Şimdi sıra sizde”
Belki barış hemen gelmeyecek. Fakat bu performans, bu jest unutulmayacak.
Ateşe bırakılan silahlar, yalnızca metal yığını değil; aynı zamanda eski anlatıların külleri artık. Şimdi yeni bir şey söylendi, yeni bir cümle kuruldu: “Bu kez barış bizim elimizden gelsin.”
Nazan Özcan’ın Agos’ta yazdığı gibi; “Cesena Mağarası’ndan bakarken içimizde aynı anda üç şey yükseldi: Umut, merak ve soru işaretleri.” Ve belki de bu çok değerli. Çünkü daha önceki süreçlerde ya umuda fazlaca kapıldık ya da sadece soru işaretlerinde boğulduk.
İşte burada, “hepimiz”e çok iş düştüğü açık. Herkesin rol aldığı bir toplumsal mutabakata dönüşmeden, anlamı eksik kalacak. Bu potansiyelin hakiki bir toplumsal dönüşüme evrilebilmesi için, mağaraların değil meydanların, yüksek siyasetin değil gündelik hayatın değişmesi gerekiyor.
Her şeyin yolunda gitmeyeceğini biliyoruz. Nitekim bu tarihi adımın atıldığı günlerde, Kürtçe müzik dinleyen bir ailenin polis şiddetine maruz kalması, içimizdeki umutla birlikte, uyanık kalmamız gerektiğini gösteriyor. Barış dediğimiz şey, eğer sokakta yürüyen bir insanın kimliği nedeniyle darp edilmesine engel olamıyorsa; hâlâ bir vaat, hâlâ uzak bir fikir olmaktan öteye geçemiyor.
Geçmişte de gördük ki, soyut barış söylemleri, demokratik adımlar ve somut hak talepleriyle desteklenmedikçe ya içi boşalıyor ya da zamanla asimilasyonun örtüsüne dönüşüyor. Sadece romantik, sembolik bir dilden değil; daha tabana dayalı, daha eşitlikçi ve hak temelli bir dilden söz etmeliyiz. Barış soyut bir iyi niyet değildir. Barış; eşitliğin, adaletin, kimliklerin, anadilin / anadillerin ve hafızaların tanındığı somut bir yapıdır.
En temel meselelerden biri de bu süreçte sanat ve kültür üretiminin nasıl konumlanacağı. Çünkü bu alanlar, toplumun hem hafızasını taşıyor hem de köprüler kurabilme gücüne sahip. Sanat, kültür ve sivil alan; tüm bu meselelerin konuşulabildiği, deneyimlenebildiği, farklı seslerin duyulabildiği zeminler kurabilir. Belki bu soruların cevabı sahnede değil sadece; atölyelerde, forumlarda, sokakta, ortak üretimlerde yatıyor.