Bu dönemin öne çıkan gündemleri; “Politik ve Toplumsal Direniş Biçimi Olarak Kültür-Sanat” ve “İktidar ve Kültür-Sanat” olmak üzere iki ana başlıkta toplanıyor. Birinci başlıkta müzik ve tiyatronun direniş temasıyla ilişkili güncel örnekler tartışılıyor. İkinci başlık ise Devlet Tiyatroları ve kültürel varlıkların hükümete devredilmesi gündemi üzerinden ele alınıyor. Kullanılan haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.

Politik ve Toplumsal Direniş Biçimi Olarak Kültür-Sanat

1-Müzik ve Direniş

90’lı yıllarda müziğiyle Kürtlerin toplumsal direnişinin bir parçası olan Koma Amed’in, otuz yıl sonra Diyarbakır’da verdiği konserin temsil ettiği değerleri, hissettirdiği duyguları, Kürtler için anlamını ve ayrıca içinde bulunduğumuz barış sürecinde sanatın ve müziğin yapabileceklerini düşünebilmek için kısa bir genel hatırlamayla başlamak iyi olacak.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin kültür-sanat alanındaki önemli örgütlenmelerinden biri olan ve 1991 yılında kurulan İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezi’nin bünyesinde Koma Çiya, Agirê Jîyan, Koma Asmîn gibi pek çok müzik grubu yetişti. Bu gruplardan Koma Amed’in, sadece Kürt toplumu içinde değil genel olarak Türkiye’de belli bir popülerlik kazandığı, Kürt gençleri dışında pek çok gencin Kürtçe şarkıları ilk kez Koma Amed’in yanısıra Metin-Kemal Kahraman ve Kardeş Türküler gibi gruplardan dinlediği söylenebilir. 90’lı yıllara; yoğun çatışmalar, ölümler, köy boşaltmalar, zorunlu göçler, faili “belli” cinayetler, şiddet, zorunlu göç, şehirleşme, siyasal partilerin yasaklanması gibi pek çok insan hakları ihlali ve toplumsal sorun damgasını vurdu. 90’lı yıllar aynı zamanda, kültür-sanat alanında üretimin arttığı belli bir canlanmanın gerçekleştiği bir dönem olarak yaşandı. Kültür-sanat, sivil halkın direniş alanı olarak rol aldı ve burada müzik önemli bir yer edindi. Müzik, melodize edilmiş politik bir dilin ve kolektif duyguların mekânı haline geldi. Koma Amed, böyle bir ortamda ve atmosferde Kürtçe müzik alanında özgün bir müzikal ifade yaratarak tarih içerisinde yerini aldı. Koma Amed’in, sürgün ve yasaklı yılların ardından 30 yıl sonra Diyarbakır’da, yüz binlerin  katılımıyla gerçekleştiği söylenen konseri, bu yüzden yalnızca bir konser olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyor.

Koma Amed’in Diyarbakır konseriyle ilgili çıkan haber ve söyleşilerde, bu konserin pek çok açıdan pozitif olarak değerlendirildiğini ve tarihsel bir olay olarak yorumlandığını görüyoruz. “Muhteşem Koma Amed konseri kesmedi, barış da istiyoruz” sözleriyle yalnızca nostaljik bir buluşma olmaması gerektiğini vurgulayan haberler de var. Konsere genel olarak kültürel hafıza, kimlik, politik ifade ve barış talebi eksenlerinde anlamlar atfedildiği söylenebilir. Uzun yıllara yayılan emeklerin ve birikimin bu buluşmayı anlamlı ve mümkün kıldığına şüphe yok. Öte yandan, bu buluşmanın sadece kolektif bir hafızanın değil, kolektif “politik” bir hafızanın tekrar hatırlanması anlamına geldiğini fakat aynı zamanda bir karşılaşma olduğunu da unutmamak gerekiyor. Aradan geçen otuz yıl, pek çok alanda olduğu gibi müziğin üretim biçimleri, anlamı, temsil ettiği değerler ve dönüşümü bağlamında çok şey söylüyor. Örneğin, Kom geleneği cephesinden Kürtçe müziğin tarihsel sürekliliğinin kırılması bunlardan biri. Dolayısıyla bu tarihi buluşma; aynı zamanda bir karşılaşma, yüzleşme ve yeniden inşa anlamlarını taşıyor.

Bugün, barış sürecinde ve günümüzün kültürel politik ikliminde, kültür-sanat alanında yeni kurumlara, kuşakların birbirine bağlanmasına ve kültürel devamlılığın sağlanmasına ihtiyaç olduğu görülüyor. Dolayısıyla kurumsallaşma, kolektif sanat üretimi, bireysel-kolektif sanat ikiliği, sanatın ekonomi politiği gibi pek çok tartışma gündeme geliyor. Kültür-sanat alanının daralmasıyla ilgili sorunları tartıştığımız bugünlerde, sanat alanında var olabilmek ve toplumdan kopuk olmayan, yaratıcı ve kolektif sanat üretiminin koşullarını yaratabilmek için bu tartışmaların tüketilmesi ve çözümler üretilebilmesi elzem görünüyor.

2-Tiyatro ve Direniş

İstanbul Amatör Tiyatro Günleri (İATG) kapsamında düzenlenen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri (KÇTG), bu yıl da çok dilli ve çok kültürlü üretimleri buluşturan bir zemin yarattı. Program boyunca, farklı topluluklar kendi dillerinde ya da çok dilli sahnelemelerle görünürlük kazandı. Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nün dans ve müziği bir araya getiren çok dilli performansı “Devran”, İstanbul Kafkas Kültür Derneği Worşer Tiyatro Topluluğu’nun Türkçe-Çerkesçe uyarladığı “Cimri”, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın Hagop Baronyan ve Yervant Odyan metinlerinden yola çıkarak hazırladığı “Pera’da Bir Akşam Vakti” seyirciyle buluştu. Ayrıca Hangardz ekibi, Arman Vartanyan’ın Türkçe kaleme aldığı “Oyun”u, Özel Esayan Ermeni Lisesi öğrencileri Vartanyan’ın Ermenice yazdığı “Gangrugı” adlı oyunu sahneledi. Özel Getronagan Lisesi Molière’in “Cimri”sini Ermenice oynadı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu, “Don Kixot”u Kürtçe sahneledi. Gösterimler sonrasında Kürtçe ve Ermenice tiyatro pratikleri üzerine tartışmaların yürütüldüğü buluşmalar gerçekleştirildi. Etkinlikte ayrıca Amed Şehir Tiyatrosu, Artizan Kültür Sanat Çevresi, Yediden Tiyatro ve İATG ekiplerinin katılımıyla bir Kolektif Oyunlaştırma Atölyesi düzenlendi. Ömer Faruk Kurhan’ın kolektif oyunlaştırma yaklaşımına dayanarak yürütülen bu atölyede geliştirilebilir sahneler ortaya çıkarıldı; sanat aracılığıyla barış, birlikte üretim ve toplumsal meseleler üzerine verimli tartışmalar yürütüldü.

Tiyatro alanındaki önemli bir diğer haberde, Borçka Uluslararası Tiyatro Festivali’nde yaşanan sansür girişimi ve akabinde gelişen deneyimle ilgiliydi. Festival kapsamında Acarlar MYO Salonu’nda sahnelenmesi planlanan BGST Tiyatro’nun “Zabel” oyunu, Borçka Kaymakamı’nın keyfi kararıyla engellendi. Bunun üzerine ekip oyunu meydanda oynamaya karar verdi. Yüzlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen bu kamusal sahneleme, belediye ve Borçka halkının dayanışmasıyla birlikte, tiyatronun yalnızca bir sahne sanatı değil, aynı zamanda kamusal bir direniş alanı olduğunu bir kez daha hatırlattı. İktidarın kültür-sanat üzerindeki denetim hamleleri devam ederken sanat alanındaki dayanışma ve direniş hatlarının güçlendirilmesi oldukça önemli. KÇTG’nin kültürel çoğulcu tiyatro anlayışıyla yürüttüğü çalışmalar ve Borçka’daki gibi sansür ve yasaklamalara karşı geliştirilen dayanışma pratikleri bu açıdan kıymetli bir yerde duruyor ve geleceğe yönelik önemli deneyimler sunuyor. Bu deneyimlerin çoğalmasına, kültürel çoğulluğun kamusal alandaki görünürlüğünün ve kültür-sanatın direniş gücünün artmasına ihtiyaç var.

Yine bu bağlamda gündeme gelen bir diğer önemli gelişme 11. Yargı Paketi. Bu paket, halihazırda var olan sansür ve idari baskı mekanizmalarını yasal bir çerçeveye oturtabileceği; “ahlâk”, “biyolojik cinsiyet”, “kamu düzeni” gibi muğlak kavramlarla ifade ve sanat özgürlüğünü sınırlayabilecek düzenlemeler içerdiği gerekçesiyle sanatçılar tarafından eleştiriliyor. 44 kültür-sanat kurumunun ortak açıklamasında, bu düzenlemenin yalnızca LGBTİ+ sanatçıları değil, tüm kültür kurumlarını ve farklı kimliklerden üreticileri etkileyebilecek kapsamlı bir denetim alanı yaratabileceği vurgulanıyor.

İktidar ve Kültür-Sanat

Devlet Tiyatroları’nda skandallar ardı ardına gelirken kurum, uzun süredir kamuoyu gündemindeki yerini koruyor. Bursa ve Adana Devlet Tiyatrosu müdürlerinin, bir kadın oyuncuyu turne sırasında otel odasında zorla alıkoydukları iddiasıyla yargılandıkları davadan beraat etmeleri üzerine Kültür Emekçileri Sendikası konuyla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada, Ankara Devlet Tiyatrosu’ndaki kadın sanatçılara yönelik mobbing ve baskılar olduğu; kadın sanatçıların keyfi soruşturmalar, teşvik kesintileri ve tekrarlanan ifadeye çağırmalar üzerinden “itibarsızlaştırıldığı” belirtiliyor. Kurumla ilgili ayrıca, usulsüz atamalar, mali disiplinsizlik ve Tamer Karadağlı döneminde harcamaların yüzde 115 arttığına dair iddialar da gündemde. Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı ise son yaptığı açıklamada iddialara yönelik sessiz kalırken göreve başladığından beri Devlet Tiyatroları’nın salon ve izleyici sayısını artırdıklarını ve bunun bir başarı olduğunu vurguluyor. Karadağlı’nın “Gerçekten bir fark yaratacağına inanan, bu engebeli yolda ilerlemekten korkmayan arkadaşlarımıza ihtiyacımız var. Çünkü sanat dümdüz, pürüzsüz bir yol değil” sözleri, kurum içinde kendisine muhalif duran sanatçıları hedef aldığı izlenimini yaratıyor. Öte yandan, Veda Yurtsever’in istifası yönetimle sanatçılar arasındaki gerilimin ulaştığı aşamayı gösteriyor. TBMM’ye sunulan araştırma önergesinde, Devlet Tiyatroları’nda sanatsal liyakatin yerini siyasal itaate bıraktığı ifade edilirken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın mobbing iddialarının araştırılması için talimat verdiği öne sürülüyor. Bu haberlerin tümü, Devlet Tiyatroları’ndaki krizin yapısal boyutuna işaret ediyor. DEM Parti Devlet Tiyatroları’ndaki kadrolaşma, usulsüzlük ve mobbing iddialarına için meclise bir araştırma önergesi sundu. Bu iddiaların araştırılması, açıklığa kavuşturularak kamuoyunun bilgilendirilmesi gerekiyor.

Tiyatro dünyasından gelen başka bir iddia, 2025–2026 sezonu için başvuran 21 özel tiyatro dosyasının Bakanlık değerlendirme kuruluna ulaşmadan elendiği üzerineydi. Fakat bu haberde, çağrıyı yapan özel tiyatroların kimler olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmuyor. Bu iddia doğruysa, özel tiyatroların ortak hareket ederek kolektif bir hak arayışını örgütlemeleri önem kazanıyor.

İktidarın kültür-sanat alanındaki uygulamalarına dair en sıcak tartışmalardan biri, TBMM’de görüşülmeye başlanan “Vakıflar Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Teklifi” etrafında dönüyor. Teklif, belediyelere ait kültür varlıklarının yönetim ve denetimini hükümete devretmeyi öngörmesi nedeniyle yoğun eleştirilere yol açıyor. Geçmişte vakıf kökenli olup bugün kamu kurumlarının mülkiyetinde bulunan çok sayıda taşınmazın yeniden Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı vakıflara devredilmesi, kültürel mirasın yönetiminde yerelden merkeze doğru bir yetki kayması anlamına geliyor. Bu kapsamda devri tartışılan mekânlar arasında İstanbul’un kültür politikaları açısından kritik önemde olan Müze Gazhane, Artİstanbul Feshane, Beşiktaş ve Kadıköy İskele Kütüphaneleri, Yerebatan Sarnıcı, Casa Botter ve Moda İskelesi gibi, yakın dönemde restore edilerek yeniden kamusal kullanıma kazandırılmış ve İstanbullular tarafından sahiplenilmiş yapılar bulunuyor. Teklif etrafındaki tartışma, yalnızca idari bir mesele olmanın ötesine geçerek kültürel mirasın kime ait olduğu sorusunu da gündeme taşıyor: Kültür alanı halkın mı, yerel yönetimlerin mi, yoksa iktidarın mı?

CHP Adana Milletvekili Müzeyyen Şevkin, Meclis Genel Kurulu’ndaki konuşmasında teklifin kamu yararından gözetmediğini, aksine “belirli vakıf yapılarına alan açtığını” savunuyor. Şevkin’e göre düzenleme, kültür-sanat alanını belediyelerin elinden alarak siyasal olarak yakın vakıfların etkisine açma riski taşıyor; böylece kültür alanının kamusallığı zayıflıyor, yönetim süreçleri demokratik tabandan koparak daha dar bir çevreye devrediliyor.

Türkiye’de kültür politikalarının giderek merkezileşmesi yerel demokrasi ile iktidar arasındaki gerilimi daha da artırıyor. Tüm bu gelişmeler; kent belleğini taşıyan bu yapıların özgün işlevlerinden uzaklaştırılması ve temsil ettikleri tarihsel ve toplumsal değerlerin silinmesi riskini doğuruyor. Toplumun kültürel mirasla kurduğu ilişkinin dönüşüme işaret ediyor ve bu taşınmazların geleceğine ilişkin kaygıları giderek büyütüyor.