Bu dönem aralığında LeMan’a yönelik saldırıları, kaybettiğimiz tiyatrocuları, sanatın özerkliği tartışmalarını ve konser yasaklarını gündeme aldık. İlgili haber akışı için tıklayınız.

Leman karikatürü ve saldırılar

26 Haziran 2025 tarihli LeMan dergisi sayısında, İsrail-Filistin ve İran-İsrail çatışmalarını konu alan bir karikatür yayımlandı. Bu karikatür üzerine, 30 Haziran’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, “dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla dergi hakkında soruşturma başlattı. Aynı gün, derginin ilgili sayısına toplatma kararı verildi; internet sitesi ve sosyal medya hesaplarına da erişim engeli getirildi. Soruşturma kapsamında, karikatürist Doğan Pehlivan, editör Zafer Aknar, grafik tasarımcı Cebrail Okçu ve dergi yöneticisi Ali Yavuz gözaltına alındı. Aynı gece, LeMan’ın Beyoğlu’ndaki merkezine, İslamcı bir grup tarafından taş ve sopalarla saldırı düzenlendi. Polisin müdahale etmediği bu olay sırasında fiziksel şiddet ve linç girişimleri yaşandı. Daha sonra LeMan Kültür adındaki restorana da benzeri bir saldırı yapıldığında ise bu kez polis havaya ateş açarak kalabalığı dağıttı.

Karikatürle ilgili tartışmalar, yalnızca içerik üzerinden değil, aynı zamanda olayın gerçekleşme biçimi ve zamanlaması üzerinden de değerlendirmelere yol açtı. Karikatürün yayımlanmasından dört gün sonra, söz konusu platformda yüzlerce sayfalık yorumun organize biçimde yapılmış olması dikkat çekici bir durum. Tutuklamalar ve linç Özgür Özel tarafından duyurulan Saraçhane buluşmasının ve Madımak katliamının yıldönümünün hemen öncesinde gerçekleşti. Linç olayının tam bu zamanda, karikatür yayınlandıktan ancak dört gün sonra gerçekleşmesi akla ciddi soru işaretleri getiriyor.

Ayrıca emniyet güçlerinin özellikle ilk saldırıda müdahalede bulunmaması, farklı toplumsal gruplara karşı uygulanan güvenlik politikalarıyla kıyaslandığında, İslamcı saldırganlığa özel bir alan açıldığını gösteriyor. Özellikle aynı dönemde Onur Haftası ve 19 Mart eylemlerine yönelik yasaklar varken saldırının gerçekleşmesine izin verilmesi bir gövde gösterisine de işaret ediyor. Saldırı sırasında atılan sloganların tehdit içerdiğini ve olayın fiziksel şiddet merkezli bir eylem olduğunu görüyoruz. Saldırının organize bir şekilde gerçekleşmesi ve polisin ancak restoran saldırısı sırasında uyarı ateşiyle kalabalığı dağıtması, olayın kontrollü bir provokasyon olduğu düşüncesini güçlendiriyor.

Karikatürün yayımlandığı bağlam da tartışmaların yönünü etkiledi. Türkiye’deki siyasal ve toplumsal koşullarda, çizimin doğrudan içeriğinden çok, seçilen isimler üzerinden sembolik anlamlarla hareket edildiği ve bu durumun tepkiyi yönlendirdiği gözlemlendi. Özellikle “Muhammed” ve “Musa” isimlerinin kullanılması, çizimin amacı dışına çıkan yorumlara yol açtı.

Tüm bu gelişmelerin, Türkiye ve dünya konjonktürü bağlamında değerlendirmekte yarar var. Türkiye’de iktidarın duyurusunu yaptığı bir anayasa değişimi gündemi var ve bu bağlamda İslami değerleri toplumsal sözleşmenin çatı unsuru olarak gören önemli bir kesim mevcut. Ayrıca LeMan’a yönelik bu saldırganlık dünya genelindeki politik çatışmalarla da ilişkilendirilebilir. Rusya-Ukrayna Savaşı ve İran-İsrail gerilimleri gibi güncel gelişmelerin etkisiyle, “değerler” üzerinden gelişen toplumsal kutuplaşmaların ve şiddet ortamlarının daha da artabileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

 

Batida Müzikal Tiyatro Topluluğu’nun gösterisi ve ardından kaybettiğimiz Søren Ovesen

Batida Müzikal Tiyatro Grubu, 2013 yılında Tiyatro BeReZe ile ortak yürüttükleri Fil adlı oyuna imza atmıştı. Daha sonra 29 Mayıs 2018’de Boğaziçi Üniversitesi’nde BU+ etkinlikleri kapsamında Ouverture adlı gösterileriyle sahneye çıkmışlardı. Bu oyunu, 26 Mayıs 2022’de sahnelenen ve çok beğenilen ikinci oyunları Adı Rolex takip etti. Bu müzikal oyun, Doğu Avrupa’da bir ülkede, çöküş döneminden önce geçen; megaloman bir diktatör, ruhunu satan bir ressam, sınırsız sevgiye sahip genç bir kadın, müziksever bir aile ve yalnızlık içinde büyüyen bir çocuğun etrafında şekillenen eğlenceli bir hikâyeyi konu alıyordu. Ekibin Türkiye’de en son sahnelediği oyun ise The Hell With Paradise oldu. 10 Haziran 2025’te Boğaziçi Üniversitesi’nde sahnelenen oyunda Âdem ve Juliet, âşık bir çift olarak karşımıza çıkıyor. Juliet ve babası, Ortadoğulu muhafazakâr bir aileyi temsil ederken; Âdem ve annesi, beyaz Avrupalı bir aileyi temsil ediyor. Batida grubunun oyunlarında benzer temalar sıkça görülüyor: Birbirleriyle kolay ilişkilendirilemeyen iki kişi ya da grup bir araya geliyor, aralarında bir çatışma doğuyor ve bu çatışma sevgi aracılığıyla aşılabiliyor. İzleyicilerden oldukça olumlu tepkiler alan bu oyunda da Âdem’in zenginliği önemseyen Avrupalı annesiyle, o anda şoförlük yapan fakat sonradan ekonomi bakanı olduğunu öğrendiğimiz Ortadoğulu baba arasında bir çatışma yaşanıyor. Bu çatışma, Âdem ile Juliet’in inatçı aşkı ve birlikte başka bir diyara kaçmalarıyla çözülüyor.

Maalesef 10 Haziran’daki gösterinin ardından kısa bir süre sonra grubun kurucu üyelerinden biri olan yönetmen, yazar ve oyuncu Søren Ovesen hayatını kaybetti. Kendisi Uluslararası Çocuk Gençlik Tiyatroları Birliği ASSITEJ bünyesine çok değerli organizasyonlara emek vermişti. Hem tiyatrocu kimliğiyle hem de farklı ülkelerin tiyatroları arasında kurduğu bağlantılarla çok değerli bir isimdi. Søren Ovesen’in ölümü tiyatro dünyası açısından büyük bir kayıp oldu.

Oya Başak

Bu dönemde bir başka kaybımız da Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri Bölümü’nde Shakespeare üzerine araştırmalarıyla tiyatro alanında önemli akademik katkılar sağlayan Oya Başak oldu. Tiyatro eleştirmeni Dikmen Gürün onun gidişi ardından yazdığı yazıda Oya Başak’ı Shakespeare’e olan sevgisiyle ve son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrenci direnişine verdiği destekle anmış. Hocalığı, neşeli ve dirençli duruşu, en çok da tiyatroya ve Shakespeare’e olan tutkusu hep hatırlanacak.

 

Kültür-sanatın fonlanması / Sanat üretimi ne kadar özerk?

MUBI’nin İsrail’le iş birliği yaptığı bilinen bir şirketten fon alması, Spotify’ın Grup Yorum’un şarkılarını platformdan kaldırması ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Spotify’a “toplumsal değerlere duyarlı çalma listeleri oluşturma” çağrısı yapması gibi gelişmeler, kültür-sanat alanında bazı alternatif üretimlere de alan açan dijital platformların devlet, sermaye ve fonlarla kurduğu ilişkilere dair tartışmaları yeniden gündeme taşıdı.

Bu tartışmanın önemli dayanaklarından biri olan “Soykırım Fonlarının Düşündürdükleri” başlıklı yazıda, kültürel alanı kuran söylemler ile bu alanın maddi gerçekliği arasındaki çelişkilere dikkat çekiliyor. Yazıda, “hepimiz bu sistemin içindeyiz” gibi ifadelerin, fon ilişkilerini meşrulaştırdığı ve sorumluluğu eşit dağıtarak yapısal sorunları görünmez kıldığı savunuluyor. Fonların yalnızca maddi destek sağlamadığı, aynı zamanda üretim süreçlerine yön verebilecek müdahale alanları açtığı vurgulanıyor. Bu durumun, uzun vadede piyasaya entegre olmuş ve kültürel ufku daraltan yapıların oluşmasına neden olduğu ifade ediliyor. Bu nedenle, fonların sağlayabileceği faydaları göz ardı etmeden, üretim üzerindeki etkilerinin eleştirel biçimde değerlendirilmesi gerektiği belirtiliyor.

Boykot çağrıları yerine, örneğin MUBI’ye fon sağlayan kurumların başka nereleri fonladığını araştırmak, bu ilişkileri görünür kılacak stratejik arka plan çalışmaları yürütmek bir seçenek. MUBI gibi büyük platformların, İsrail bağlantılı fon sağlayıcılar yerine başka kaynakları tercih edip edemeyeceği de önemli bir soru. Bu bağlamda platformların şeffaflık politikaları geliştirmesi ve izleyicileriyle daha açık bir ilişki kurması gerekiyor. Ayrıca, MUBI gibi şirketlerin mevcut piyasa ilişkilerinin dışına neden çıkmadıklarının ayrıca sorgulanması, bu tür dijital platformları kullanan izleyicilerin bu şirketler üzerinde pozitif baskı oluşturabilecekleri kanalları yaratması gerekiyor.

Bu çerçevede, platformların sadece ekonomik etkileriyle değil, kültürel konumlanışlarıyla da değerlendirilmesi gerekiyor. MUBI’nin sinema alanındaki tercihleri, görünürlük sağladığı sanatçılar ve özellikle marjinal gruplarla ilişkisi, yalnızca fon meselesi değil, kültürel temsil açısından da önemli. Bu nedenle, olası bir boykot kararının yalnızca platforma yönelik değil, bu mecralar aracılığıyla kamusal alanda yer bulabilen sanatçılar açısından da düşünülmesi gerekiyor. Zira bu platformlar, bazı sanatçılar için hem ekonomik bir kaynak hem de görünürlük alanı sunabiliyor. Bu üreticilerin sistem içinde nasıl ayakta kaldığı ve platformların bu çabaları ne ölçüde desteklediği, tartışmanın merkezine alınmalı.

Bu noktada tiyatroların şirketler tarafından nasıl desteklenebileceğine dair bir talebi içeren bir video paylaşımından bahsedelim. Moda Sahnesi’nden Kemal Aydoğan Afife Jale Ödül Törenleri’ni eleştirdiği videoda bu meseleye özel tiyatroların durumundan yola çıkarak bakıyor. Afife Jale’yi fonlayan Yapı Kredi’ye sembolik bir ödül vermek yerine ödül kazanan topluluğun turne yapabileceği salonların ayarlanması çağrısında bulunan Aydoğan bunun çok büyük masraflara girilmeden tiyatro alanına yapılabilecek kayda değer bir destek olabileceğini vurguluyor. Şirketlerin sanata yönelik yetersiz desteğine vurgu yapan bu çıkış önemli olmakla birlikte bu talebin Yapı-Kredi tarafından nasıl karşılandığına dair herhangi bir haber yayınlanmadı. Şirketlerin sanatı destekleme sorumluluğu bir yana, esas görevi halkın sanata katılımını sağlamak olan devletin ve yerel yönetimlerin sanata yönelik yaklaşımını ayrıca tartışmak gerekiyor. Kültür Bakanlığının özel tiyatrolara yardım konusundaki kriterlerin ne olduğu halen meçhul. Öte yandan belediyelerle organizasyon şirketleri arasında yapılan anlaşmaların içerikleri ve salon altyapıları grupların kullanımına açılırken, kaşeler belirlenirken ne derece adil ve hakkaniyetli bir mekanizma kurulduğu da belli değil. Devletin ve yerel yönetimlerin kültür politikalarına ne kadar yatırım yaptığı ve bu süreçleri ne kadar şeffaf yönettiğinin sorgulanması gerekiyor.

Peki bu bölümün başlığındaki soruya geri dönelim: Sanat üretimi ne kadar özerk? Ya da şöyle sormak da mümkün: Bağımsız sanat mümkün mü? Silvia Federici’nin communing (ortaklaşma/ topluluklaşma) kavramına referansla; dışarıdan gelen desteklerle yürüyen ve gittikçe bu desteğe bağımlı hale gelen bir yapı yerine, topluluğun kendi içinden çıkan güçle üretim yapmayı benimseyen bir yaklaşım oldukça önemli. Büyük şirketlerin sağladığı fonlar ve sponsorluklar olmadan da neler yapılabileceğini tartışmak gerekiyor. Bu anlamda karşılıklı dayanışmaya dayalı alternatif bir fon yapısı oluşturmak olası seçeneklerden biri. Piyasa ilişkilerinin müdahale riskini en aza indirmek adına, sanatçıların kendi ilişki ağları içinde kurabilecekleri yapılarda bağımsız bir şekilde ayakta kalma yollarını düşünmek ve sponsorluklara mecbur kalmadan üretim yapabilmenin yollarını araştırmak önemli.

 

Sahne sanatlarında yer alan sanatçıların durumları

Sanat Fabrika’nın sahne sanatları alanında yer alan bireylerin güncel koşullarına odaklanan çalışması, bu kişilerin ekonomik ve sosyal güvencelere hangi ölçüde erişebildiğini sorguluyor. Ancak araştırmada kullanılan yönteme, görüşülen kişi sayısına ve katılımcıların sosyo-ekonomik çeşitliliğine dair bilgi verilmemesi, çalışmayı ve çıktılarını doğru yorumlamayı zorlaştırıyor.

Araştırmaya göre; katılımcıların %73’ü herhangi bir destek ağı olmadığını belirtirken, çoğu yan işlerde çalışmak zorunda kalıyor. %46’sı düzenli olarak ailesinden maddi destek aldığını söylüyor. Sanatçılar; iş güvencesi, emeklilik hakkı, devlet desteklerinin şeffaf biçimde dağıtılması, yerel yönetimlerce ücretsiz prova ve sahne alanlarının sağlanması gibi taleplerle kültür politikalarına dair önerilerde bulunuyor.

Bununla ilgili olarak, ekonomik değişimlerin seyirci profilini de etkilediği görülüyor. BirGün gazetesinin haberine göre alım gücünün düşmesi, kültür-sanat harcamalarını daraltarak seyir deneyimini daha ayrıcalıklı bir kitleye sıkıştırmış durumda. Büyük prodüksiyonlarda dahi salonları dolduramama ya da dolu salonlara rağmen gelir elde edememe gibi sorunların yaşandığı gözlemleniyor. “Kel Diva” gibi yüksek beklentili, ünlü isimli oyunlarda bile bu tablo değişmeyebiliyor.

Benzer sorunlar müzik alanı için de geçerli. Kaşeli işler bulmak zorlaşırken, biletli konserler büyük bir risk haline geliyor. Bu durum kültürel çoraklaşma riskini artırıyor ve alım gücündeki düşüşle doğrudan bağlantılı görülüyor. Ayrıca sanatçılar için, iş bulabilmek için Instagram üzerinden bireysel tanıtım, kendi reklamını yapma gibi pratikler yaygınlaşıyor ve bir zorunluluk halini alıyor. Sanatçıların politik kaygılardan çok, “insanlar neyi beğenir” ve “hangi konsept rağbet görür” gibi düşüncelerle hareket ettikleri gözlemleniyor.

 

Konser yasakları

19 Mart’tan bu yana, devletin uzun yıllardır Kürtlere uyguladığı kayyum siyaseti, baskı politikaları ve darbe yöntemlerinin CHP’ye de yöneldiği görülüyor. Bu durumun kültür-sanat alanındaki yansımalarından biri, Ekrem İmamoğlu’nu destekleyen bazı sanatçıların konserlerinin iptal edilmesiyle ortaya çıktı. Devletin daha önce ağırlıklı olarak milliyetçi ideolojiler doğrultusunda bazı sanatçıların konserlerini ve oyunlarını iptal ettiği biliniyordu. Ancak gelinen noktada bu iptaller, seküler sanat çevrelerine, İmamoğlu ile ilişkili ya da CHP’ye yakın isimlere yönelik baskılara da evrilmiş durumda.

Söz konusu yasakların, hükümetin kendi kültürel tabanını oluşturma çabasının bir parçası olduğu da dile getiriliyor. Kültür-sanat alanında umduğu kadar etkili olamayan iktidarın, bu nedenle yeni bir kültürel yapı inşa etmeye yöneldiği ifade ediliyor. Örneğin, Tamer Karadağlı’nın Gezi sürecinde yer almış olmasına rağmen kültürel üretici olarak görevlendirilmesi bu politikalara örnek olarak gösterilebilir. Benzer şekilde, “Tabii” gibi dijital platformlar üzerinden yaratılmaya çalışılan rekabet de bu stratejinin bir parçası olarak okunabilir. Tüm bu gelişmeler, kültürel alanı yeniden şekillendirme ve belirli aktörler aracılığıyla müdahale etme niyetinin bir göstergesi.

Öte yandan, İKSV Müzik Festivali kapsamında planlanan bir etkinliğin iptali de bu baskıların bir başka örneği olarak öne çıktı. Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından biri, etkinlikte sahne alacak sanatçıyı İsrail’le ilişkileri üzerinden hedef aldı. Bunun üzerine konser iptal edildi. Bu ve benzeri yasakların, “milli değerlere aykırılık” gerekçesiyle daha sık gündeme geleceği; hükümetin dini ve milli değerleri bahane ederek, kendisine uygun görmediği her türlü sanatsal üretimi sansürleme eğiliminde olduğu görülüyor.