25 Haziran – 9 Temmuz 2021 tarihleri arasında kültür-sanat alanında meydana gelen gelişmeleri kültürel alana yönelik baskılar, normalleşme sürecinde müzik ve tiyatro başlıkları altında değerlendirdik. Bu dönemin haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.

Kültürel Alana Yönelik Baskılar

Uzun bir süredir olduğu gibi, bu yazının kapsadığı dönemde de kültür-sanat alanındaki baskı ve hak ihlalleri ele alınan temel başlıklardan biri oldu. Grup Yorum’un internet üzerinden yayınlanacak konserinin çekimlerinin yapılması valilik tarafından engellendi. Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından gönderilen yazıyla kaydın Ses Tiyatrosu’nda gerçekleştirilemeyeceğine dair yasak kararı bildirildi. Aynı günlerde eski CHP milletvekili Hilmi Yarayıcı’nın Halk TV’de Grup Yorum’un “Cemo” isimli şarkısını seslendirmesi üzerine RTÜK kanala program durdurma ve para cezası verdi. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin Cemo’yu “terör örgütüyle münasebeti nedeniyle yargıya taşınan ve yargılaması devam eden bir şarkı” olarak niteleyerek cezanın terör propagandası kapsamında verildiğini ve türkü yasaklama gibi bir kararın söz konusu olmadığını belirtti ve cezayı savundu. 2011 yılında yayınlanan bir habere göre, Cemo çıktığı 1989 yılından beri kanalların kapatılma gerekçesi olarak sunuluyor ve RTÜK “Cemo”yu asla atlamıyor. Sebep ise değişmiyor: terör propagandası. 

Sanatçılar üzerindeki baskı ve hedef göstermenin gerekçesi olarak sıkça öne sürülen “terör propagandası”ndan oyuncular da nasibini aldı. Devlet Bahçeli’nin danışmanı Yıldıray Çiçek MHP’nin yayın organında yayınlanan yazısında, Selahattin Demirtaş’a desteklerinden ötürü Nur Sürer ve Ercan Kesal’ı hain ilan etti. “Sanatçı kimliği altında ihanete destek veren, bu terör örgütlerine propaganda desteği sağlayan çok kişi var” diyen Çiçek devletin, sanatçı kimliklerini kullanarak “terör propagandası” yapan “hainleri” bu alandan temizlemesi ya da kurtarması gerektiğini iddia etti. Bu söylem 2016 yılında hükümet yanlısı Cem Küçük’ün barış akademisyenleri için ortaya attığı ve 15 Temmuz sonrasında fiili olarak uygulanan “medeni ölüm” söylemini hatırlatıyor. Sanatçıların konser vermelerini, oyunculuk yapmalarını engelleyen, buna maruz kalmamak için kendilerini otosansüre sevk eden bu “medeni ölüm” çağrısı bugün de böyle karşılık buluyor. 

İstiklal Caddesi’nde Kürtçe müzik yapan müzisyenlerin enstrümanlarına polisler ve Beyoğlu Belediyesi zabıta ekipleri tarafından el kondu. Olayı kayda almaya çalışan kişinin basın kartına el konulması yönünde bir girişim de oldu. Bu grubun geçen yıl da müzik yapmasının engellendiği öğrenildi. Bu engelleme, pandemi öne sürülerek, gerekçelendirmeye bile lüzum görülmeden dozu iyice artırılan baskıların göstergesi olması anlamında önemli. 

AKP’li Afyonkarahisar Belediyesi Kent Konseyi’nin başkanı caz festivalinin halkın büyük bir çoğunluğunda karşılığı olmadığını ve “lüzumsuz” olduğunu düşündüğünü belirtti. Bu yıl 21. kez gerçekleştirilen Afyonkarahisar Caz Festivali, yirmi bir yıldır herhangi bir kurumdan bağımsız olarak, Genel Sanat Yönetmeni Hüseyin Başkadem’in inisiyatifiyle sürdürülüyor. Bölge yatırımcılarının desteğini alan festivalle ilgili böyle bir tartışmanın başlaması, önümüzdeki dönemde bu ve bunun gibi festivallerin akıbetinin ne olacağı ile ilgili soru işaretleri oluşturuyor.

Geçtiğimiz haftalardaki benzer haberleri bu haberlerle bir arada değerlendirince sanatçılara yönelik baskının farklı kişileri ve farklı alanları kapsayacak şekilde artmaya devam ettiği görülebiliyor. Afyonkarahisar Caz Festivali gibi 20 yıldır devam eden bir etkinliğin tartışma konusu haline getirilmek istenmesi bunun bir örneği. İstanbul’da gerçekleşenlere göre daha küçük çaplı olan bu tür festivaller genellikle bireysel inisiyatiflerle veya belediyelerin desteği ile yürüyen etkinlikler. Düzenli bir şekilde varlığını sürdürmesi bulunduğu bölgede zaman içinde kendi seyircisini oluşturma anlamı da taşıyor ve bir kültürel alanın açılmasına vesile oluyor. Dolayısıyla, şu anda çok güçlü olmayan bu caz festivali karşıtı söylemi kültürel alanlara yönelik sıkıştırmanın başka bir boyutu olarak değerlendirmek mümkün. Caz müziğin  “halkta karşılığı yok” denerek itibarsızlaştırılmaya çalışılması da iktidarın oldukça tanıdık kutuplaştırma yöntemini karşımıza seriyor. Bu bağlamda provokatif bir anlamı da var. 

Normalleşme Sürecinde Müzik

Kademeli normalleşme kapsamında gece 12’den sonra müzik çalınmasının yasaklanması ile ilgili tartışmalar devam ediyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca diğer pandemi kısıtlamaları gibi bu kısıtlamanın da kalkmasını istedikleri yönünde bir beyanda bulundu. Fakat bu beyanın Erdoğan’ın geçtiğimiz haftalarda bu yasakla ilgili olarak söylediği “kimse kusura bakmasın, kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok” sözleri kadar ağırlığı ve etkisi olmadı. Bu müzik yasağının da bundan önceki sansür ve engellemeler gibi sanata ve yaşam tarzına müdahale anlamında yorumlanmasının önünde bir engel yok. Müzik yasağının uygulanıp uygulanmadığına dair denetimler de başladı. Ankara’da polis ekipleri tarafından 46 mekanda denetim gerçekleştirildi.

Müzik sektöründe, bu yasağın yanı sıra pandemi koşullarının ve ekonomik krizin sebep olduğu belirsizlik devam ediyor. Bu süreçte 100’ü aşkın müzisyen intihar etti. Keman virtüözü İlyas Tetik’in intiharı, kamuoyunda müzisyenlerin çektiği geçim sıkıntısının biraz daha dile getirilmesine sebep oldu. Ancak bu farkındalığın ve yasak ilk duyurulduğunda “kusura bakıyoruz” başlığıyla oluşan tepkinin devamının geldiği pek söylenemez. Protesto amaçlı konseri nedeniyle gözaltına alınan müzisyen Ağaçkakan yasak devam ederse böyle protesto etmeye devam edeceğini söyledi. Müzisyen Burhan Şeşen “Müzik sektörü tarihinin en ağır krizini yaşarken, müzisyenler çaresizlikten enstrümanlarını satıp evine bir ekmeği bile zor götürürken, geleceğin parlak müzisyenleri yaşadıkları bu süreç sonunda üzülerek birer birer bu alanı terk ederken, ustalarımız kiralarını faturalarını ödeyemezken nasıl oluyor da plajlarda, teknelerde selfie’ler çekilebiliyor?…” cümleleriyle müzik camiasının kendi içinde organize olamamasını ve birbirine destek çıkamamasını eleştirdi. Şeşen bu yasaklardan müzisyenlerin yanı sıra mekanların da ekonomik olarak etkilendiğini belirtti. 

Öte yandan bir başka müzisyen İlhan Şeşen verdiği söyleşide bir yandan çok zor durumda olduğunu, intihar etmese de sokak müzisyenliğine başlama ihtimalini söylerken bir yandan da müzik yasağı kararını savunmadığını belirterek gürültü kirliliği diye bir mefhum olduğunu, “bir musibet bin nasihatten iyidir” diyerek bu yasağın gürültü kirliliğini önleme açısından faydalı olabileceğini savundu.

Pandemi kısıtlaması kapsamında öne sürülen bu yasağı gürültü kirliliği ile bağdaştırmanın tartışmanın eksenini kaydırmaya hizmet ettiği söylenebilir. Pandeminin başından beri getirilen kısıtlamalardaki tuhaf saat ayarlamaları asıl hedefin kamu sağlığını gözetmek olmadığını gösterir nitelikteydi. Belli bir saatten sonrası için getirilen müzik yasağının da aslında pandemi kısıtlamasından başka bir anlam ifade ettiğini Erdoğan’ın sözleri ortaya koymuştu. Dolayısıyla, gürültü kirliliğini bu yasakla aynı bağlamda telaffuz etmek konuyu, kısıtlamalardan dolayı çekilen finansal sıkıntının dile getirilmesiyle görünürde yanında durulmaya çalışılan müzisyenlerin tarafından değil, kültürel baskıyı kurmak isteyen öznelerin tarafından ele almak oluyor.

Müzik yasağıyla ilgili bir diğer tartışma da, ilk olarak Ekrem İmamoğlu’nun dile getirdiği “12’den sonra kulaklıklarımızı takıyoruz” sözleri etrafında başladı. İmamoğlu’nun, sanat üzerindeki baskıların bir örneği olabilecek bu müzik yasağına kulaklık çözümü sunması, yasağa karşı çıkmadığı ve hatta kabullendiği için tepki görmüştü. Kulaklık tartışması IF Performance Hall’un reklamıyla devam etti. Gece 12’den sonra “silent disco” moduna geçip mekanda kulaklıkla müzik dinletileceğini duyuran IF Performance Hall, müzik yasağına “aşırı radikal çözüm” bulmakla eleştirildi. “Kulaklık” tartışmasının iki yönü var: Birincisi, başlangıçta “pandemi kısıtlaması” olduğu iddia edilerek getirilen bir yasak, “kulaklık” gibi basit bir çözümle aşılabiliyorsa aslında bu yasağın pandemi kısıtlamasıyla bir ilgisi olmadığı ispatlanmış oluyor. Ama zaten biz, Erdoğan’ın “kimse kusura bakmasın” ile başlayan sözleriyle bunun bir pandemi kısıtlaması olmadığını alenen öğrenmiştik. Bu kısıtlama, pandemi gerekçesiyle üstü örtülmeden bile dile getirilebilir hale geldi. Kulaklık tartışmasının bir diğer yönü ise, müzik yasağına karşı kulaklık önermenin bir eylem biçimi olup olmadığı tartışması. Acaba bu öneri, yasağın etrafından dolaşıp müziği devam ettirmenin bir yolu olabilir mi? Yoksa kültürel alana ve yaşam tarzına yönelik baskıların aleni bir örneği olan bir yasağa doğrudan karşı çıkmadan kulaklıkla “sessiz” moda geçmek bu yasağa adapte olup onu kabullenmenin bir göstergesi mi? 

 

ABD’den bir silent disco görseli. Fotoğrafın web adresi:https://silenceactivations.com/wp-content/uploads/2020/04/silent-disco-rental-events.jpg

 

Her halükarda, bu tartışmayı ticari faaliyetini sürdüren bir işletmenin etkinlikleri ekseninde değil, tekabül ettiği kültürel baskı ekseninde yürütmek önemli. Bu yasağın Sağlık Bakanı’nın açıklamaları doğrultusunda diğer pandemi kısıtlamalarıyla birlikte kaldırılıp kaldırılmayacağı, insanları denetlemenin bir yolu olarak kullanılmasına devam edilip edilmeyeceği önümüzdeki dönemde takip edilmesi gereken konulardan biri. Gece 12’den sonra müziğe kulaklıkla devam etmek, yani “rahatsızlık verme” gerekçesini ortadan kaldırmak söz konusu kültürel baskıyı deşifre etmenin yollarından biri olabilir. Bu deşifrasyon, yaygın bir eyleme dönüşürse veya bir performans olarak icra edilirse etkili ve anlamlı olabilir. 

Müzik yasağı ve sektörün yaşadığı sorunlar eksenindeki tartışmalar devam ederken Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) seçimleri yapıldı. MESAM’a üç sene önce kayyım atanmıştı ve faaliyetler kayyım yönetimiyle sürdürülüyordu. Oldukça tartışmalı geçen seçimlerin sonucunda yine kayyım yönetiminin desteklediği ekip göreve geldi. Cahit Berkay’ın da aralarında bulunduğu aday gruplardan biri, seçim öncesi oluşan şaibeli ortam ve seçim sırasında yaşanan usulsüzlüklerden dolayı seçimden çekildi ve hukuki yollara başvuracağını açıkladı. MESAM’da demokratik bir yönetim hedefleyen diğer aday grupların ve eser sahiplerinin bu hukuksuzluklarla mücadele için nasıl bir çalışma yürütecekleri, müzisyenler arasında nasıl bir örgütlenme çalışması yapacakları kurumun akıbeti açısından oldukça önemli. Şaibeyle iş başına gelen yeni yönetimi şeffaflığa zorlamak, kamuoyunu bilgilendirmelerini ısrarla istemek önümüzdeki süreçteki mücadelenin bir ayağı olabilir. Sonuç olarak, MESAM seçimlerinde yapılan hukuksuzluklar ve yönetimin bu şekilde ele geçirilmesi, kültürel alanı çepeçevre saran baskının yalnızca bir başka somut örneği olarak değerlendirilebilir. 

Tiyatro Alanındaki Gelişmeler

Hükümet kanadından yapılan hamlelerle artan kültürel baskının karşısında muhalefetin de bazı girişimleri oldu. Bu süreçte CHP mekanların ve kişilerin aldığı ekonomik hasarı azaltmak amacıyla meclise eğlence vergisinin alınmaması teklifinde bulundu. Yine CHP kendi belediyelerine sekiz maddelik talimat göndererek pandemi adı altında gelen hayat tarzı kısıtlamalarına karşı bazı adımlar attı. Bu sekiz madde arasında oyun ve gösteri alımı yapma, sembolik ücretle veya ücretsiz mekan tahsis etme, dijital etkinliklere alan açma, tiyatro günleri düzenleme, mekan açma, kültürel etkinlikleri yaygınlaştırma, bu süreçleri sanatçıların da yer aldığı katılımcı komitelerle yürütme maddeleri var. Sanatsal faaliyetlerin sürdürülmesi açısından önemli bu maddelerin belediyelerde nasıl karşılık bulacağını, mevcut şartları iyileştirip iyileştirmeyeceğini önümüzdeki dönemde izlemek gerekiyor. 

Bu iki haftalık sürecin tiyatro alanında en büyük gündemi İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın personel alım süreciydi. Süreç, başvuru için oyunculuk ana sanat dalı mezunu olma şartı getirilmesi ve seçmelerin ilk aşamasını geçenlerin listesinin yayınlanmaması gibi nedenlerle tiyatro camiasında oldukça eleştiriliyor. İzBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Yücel Erten eleştirilere cevap niteliğinde üç bölümde bir açıklama yayımladı. Seçim sürecinde YÖK’e bağlı bir kurumdan diploma istenmesini eleştiren Müjdat Gezen’e “Sınavı MSM mezunlarının katılımına açsaydık; başvuru sayısı bununla kalacak mıydı? Doğal ki tiyatro eğitimi veren başka kuruluşlar da ‘fırsat eşitliği’ isteyecekti. O durumda, çifte standart uygulayamayacağımız için; bizim merdiven altı akademilerden tutun, oyunculuk eğitim büfelerine kadar herkese sınav kapısını açmamız gerekecekti.” açıklamasını yapan Erten, seçim süreciyle ilgili bazı eleştirilerin de seçmede başarısız olmaktan kaynaklandığına dair düşüncelerini dile getirdi. Yazıda bahsedilen sınava girenlerin zaten süreci kabullenmiş olması gerektiği düşüncesi, halihazırda finansal sıkıntılar çeken sanatçıların içinde bulundukları koşulları göz ardı eden bir tutumu ifade ediyor. 

Belediyenin böyle bir yapılanmaya gitmesi önemli bir gelişim. Fakat konservatuvar mezunu olma zorunluluğu getirilmesi bir Belediye açısından tartışmalı bir konu. Belediye gibi bir kurumun alternatif eğitim kanallarına kapılarını kapatması zaruri değil. YÖK’e bağlı okul şartı seçmelere yapılacak başvuruları kısıtlamanın bir aracı olarak öne sürülüyor. Oysa yerel yönetimler klasik anlamda seçme yapmaktansa halkla daha fazla temas yollarını da arayabilir. Bu bağlamda Belediye bünyesinde tiyatro kadrosu oluşturmanın tek yolu seçme olmak zorunda değil. Ön eleme sürecinin uzatılması, atölye çalışmaları ve eğitimlerle birlikte ilerleyen süreçler planlanması ve kadroya girecek isimlerin bu çalışmalardan süzülerek belirlenmesi gibi pek çok alternatif yol bulunabilir. Geçmişte ve farklı ülkelerde bunun nasıl yapıldığının değerlendirilmesi de bir ihtiyaç.