Bu dönemde öne çıkan gündemler kültür-sanat alanında yaşanan cinsel taciz ve istismarlara yönelik ifşa dalgası, yaz boyunca devam eden çeşitli festivaller ile kültür-sanat hafıza mekanlarına dair gelişmeler oldu. Değerlendirme için kullanılan haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.
Kültür Sanat Alanında Büyüyen İfşa Dalgası
2025 yılının Ağustos ayı, Türkiye kültür-sanat alanında, #SusmaBitsin etiketiyle yayılan çok boyutlu bir ifşa dalgasına tanık oldu. 21 Ağustos’ta sosyal medya üzerinden başlayan paylaşımlar, bir hafta içinde çok sayıda sektörde çalışan kadın ve LGBTi+ bireylerin taciz, şiddet, istismar ve psikolojik manipülasyon deneyimlerini ifşa ettiği bir harekete dönüştü. 28 Ağustos itibariyle yaklaşık 8 bin adet ifşa gerçekleşti ve bu paylaşımlar 34 milyondan fazla kişi tarafından görüldü.
Süreç, önce fotoğraf ve sinema alanlarındaki taciz iddialarıyla gündeme geldi. Tanınmış bir makyözün kadınlara uygunsuz görüntüler gönderdiği iddialarının ardından, fotoğrafçı Mesut Adlin’ın reşit olmayan biriyle yaptığı mesajlaşma sosyal medyada yayıldı. Kısa sürede Harun Ateş, Ozan Balta, Mehmet Turgut, Müjdat Kavas, Sercan Oğuz, Tarık Töre, Berkay Temel gibi çok sayıda fotoğrafçıya dair ifşalar yapıldı.
Ardından oyuncu Doğa Lara Akkaya, oyuncu Tayanç Ayaydın’ı ifşa etti. Oyuncu Mehmet Yılmaz Aka, yönetmen Selim Evci, sanat eleştirmenleri Kültigin Kağan Akbulut, Murat Alat, Oğuz Karayemiş, Ahmet Ergenç ve Mesut Süre, Masis Aram Gözbek gibi isimler de iddiaların odağına yerleşti. İfşalar, erkeklerin sektördeki gücünü kullanarak kadınlara cinsel taciz ve istismarda bulunduğu yönündeydi.
Bu ifşa dalgası, oyuncular, yönetmenler, menajerler, tiyatrocular, edebiyatçılar, sanat eleştirmenleri ve müzisyenlere kadar uzandı. Sosyal medya hareketi, “Türkiye’nin #MeToo’su” olarak değerlendirilirken, ifşalara destek mesajları ve dayanışma çağrıları da yaygınlaştı. Oyuncular Sendikası, “yalnız değilsiniz” diyerek taciz ve şiddet mağdurları için bir iletişim hattı kurdu. AICA Türkiye, üyesi olan ve ifşa edilen sanat eleştirmenleri hakkında disiplin süreci başlattı. AK Sanat ve dijital platform MUBI, isimleri ifşalarda geçen yönetmen Selim Evci ile işbirliklerini sonlandırdıklarını açıkladı. Sine-Sen, Tiyatrolar Birliği gibi birçok kurum ve pek çok kadın örgütü kamuoyuna destek mesajları yayınladı. Kadın edebiyatçılar ve gazeteciler de “susma bitsin” hareketine verdikleri destekleri ortak açıklamalar yayınlayarak dile getirdi. “Kadının beyanı esastır” ilkesi öne çıkarıldı…
Ancak sürece temkinli yaklaşanlar da oldu. Sanatçı Gülşen “suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur” diyerek masumiyet karinesine dikkat çekerken, yazar Mine Söğüt, ifşaların yeni bir iktidar ilişkisi yaratabileceğine dair yazısıyla kadın örgütleri ve edebiyatçılar tarafından oldukça eleştirildi.
İfşalarda isimleri geçen bazı kişilerin süreçte suçlarını kabullenerek kamuoyundan özür dilediği görülürken, ifşa edilen birçok kişi de iddiaları reddedip yasal süreç başlatacaklarını belirtti.
“Susma Bitsin” gibi platformlar, bu süreçte hem destek mekanizması hem de kolektif hafıza oluşturma alanı olarak öne çıktı. Susma Bitsin dayanışma ağından Gizem Bayıksel, Apaçık Radyo’da yayımlanan röportajında, ifşa hareketinin 2018 ve 2020’deki dalgalara kıyasla bu kez çok daha geniş bir alana yayıldığını ve kurumların daha hızlı, daha samimi tepkiler verdiğini vurguluyor. Oyuncular Sendikası gibi kurumların “yalnız değilsiniz” çağrıları ve anonim ifşalar için açtıkları iletişim hatlarını dayanışmanın somutlaşmış örnekleri olarak değerlendiriyor. Hareketin her defasında daha fazla kazanım getirdiğini, ifşaların bir direniş biçimi olarak kolektif hafızayı canlı tuttuğunu ve kültürel dönüşüme yol açtığını belirtiyor. Bununla birlikte Bayıksel, henüz konuşmaya hazır olmayanlara baskı yapılmaması gerektiğini, konuşmanın yalnızca cesaret meselesi olarak görülmemesi gerektiğini; ifşa sürecinin uzun, kişisel ve hassas bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor.
Oyuncular Sendikası’nın Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Ayrımcılık ve Tacizle Mücadele Birimi’nden Gizem Erman Soysaldı ise bu ifşa süreçlerinin ne kadar uzun, travmatik ve hassas olduğuna dikkat çekerek, sendikaların yapısal destek sistemleri kurduğuna işaret etti. Sendikanın sadece bireysel başvuruları almakla kalmayıp, aynı zamanda gönüllü hukuki ve psikolojik destek ağları kurduğunu, avukatlar aracılığıyla sürece eşlik ettiğini ve anonim ifşalar için güvenli kanallar oluşturduğunu anlattı. Soysaldı, ifşa süreçlerinin ikincil mağduriyetleri de beraberinde getirdiğini, bu nedenle kurumsal yapıların dayanışmayı sistematik hale getirmesinin hayati olduğunu belirtti. Bu yaklaşım, sendikanın ifşalara sadece destek veren değil, aynı zamanda kurumsal politikalarıyla üyelerinin güvenliğini önceleyen ve kolektif adalet mekanizmalarını güçlendirmeyi hedefleyen bir yapıya doğru evrildiğini gösteriyor.
Bu ifşa döneminin, Türkiye’de kadınların, LGBTi+ bireylerin ve sektör emekçilerinin yaşadıkları taciz ve istismar deneyimlerini daha çok konuşabilir hale getirdiği, kurumsal düzenlemelere zemin hazırladığı söylenebilir. Ancak bu dönüşümün kalıcı olması için kurumsal hukuk mekanizmalarının daha da güçlenmesi, bu mekanizmaların bağımsız, şeffaf ve erişilebilir yapılarla desteklenmesi gerekmektedir. Aynı zamanda, taciz ve cinsel saldırıya karşı koruyucu önlemlerin ve yaptırımlı hukuki düzenlemelerin yasalarla güvence altına alınması şarttır. Sektörel etik kurulların oluşturulması, ILO 190 gibi uluslararası sözleşmelerin etkin uygulanması ve İstanbul Sözleşmesi gibi toplumsal cinsiyet odaklı metinlerin yeniden yürürlüğe girmesi bu yapılanmanın temel taşları arasındadır.
Taciz kültürünün toplumsal olarak ortadan kaldırılması için yalnızca bireysel hikâyelerin duyulması ya da olay gerçekleştikten sonra mağdura destek verilmesi yeterli değildir. Elbette psikolojik, hukuki ve sosyal destek mekanizmalarının mağdurlar için erişilebilir olması hayati önemdedir. Ancak daha köklü bir dönüşüm için, bu vakaların sektörel düzeyde nasıl ele alındığı ve hangi kurumsal mekanizmalarla takip edildiği belirleyici rol oynar. Mesele yalnızca yaşanan olaylara verilen tepkilerle sınırlı değil; aynı zamanda bu olayların bir daha yaşanmaması için nasıl bir sistem kurulduğu ile ilgilidir. Taciz kültürünü besleyen güç ilişkilerini dönüştürmek için sektörel kurumların, sanat organizasyonlarının ve devletin sorumluluk üstlenmesi; hukuki, eğitimsel ve kültürel politikaların bir bütünlük içinde işletilmesi zorunludur.
Festivaller Mevsiminde Kültürel Alanın Yüzü Nereye Dönük?
Ağustos ayı, her yıl olduğu gibi bu yıl da kültür-sanat alanında politik, nostaljik ve eleştirel temaların öne çıktığı ulusal ve uluslararası festivallerle doluydu. Hem Türkiye hem de dünyada gerçekleşen festivaller öne çıkardıkları söylemleri ya da söylemsizlikleriyle oldukça konuşuldu.
Bu yıl 24.’sü düzenlenen ve Balkanlar’ın en önemli belgesel film etkinliği olarak kabul edilen DokuFest “Bitmeyen Hırs, Zihinde Boşluk” temasıyla eylemsizlik karşısında izleyiciyi düşünsel ve toplumsal bir karşı duruşa davet etti. Kosova’nın Prizren kentinde düzenlenen festival, hem bireysel tüketim kültürünü hem de küresel eylemsizlik durumunu sorgulayan filmlere ev sahipliği yaptı. Festivalin açılış konuşmasında özellikle savaşlar ve çatışmalar karşısında yaşanan sessizlik ve uluslararası toplumların buna duyarsızlığı eleştirilirken, birçok filmde Gazze’deki sivil katliamlar ve yerinden edilme gibi temalar sinema diliyle güçlü biçimde işlendi.
Aynı dönemde açılışı yapılan Venedik Film Festivali de özellikle Gazze’deki sivil katliamlara odaklanan filmlerle politik sinemanın güçlü örneklerini öne çıkardı; festivalin açılışında yapılan konuşmalarda sanatın, dünyadaki adaletsizliklere karşı etik bir tavır alması gerektiği vurgulandı. Yüzlerce İtalyan ve uluslararası sinemacı, Venedik Film Festivali yönetimine hitaben kaleme aldıkları açık mektupta, Gazze’de yaşanan insani krizin ve İsrail’in politikalarının açıkça kınanmasını talep etti. Venice4Palestine kolektifinin öncülüğünde hazırlanan ve 1500’den fazla sinemacının imzaladığı mektup, festival yönetimine “Gazze’de devam eden soykırımı ve İsrail hükümeti ile ordusunun yürüttüğü etnik temizliği kınama” çağrısı yaptı.
Türkiye’de ise yaz aylarında devlet tarafından düzenlenen Kültür Yolu Festivalleri ile belediyelerin düzenledikleri festivallerin göze çarptığını söyleyebiliriz. Ancak bu festivallerde yurtdışı festivallerin aksine kültürel alanda belirgin bir politik sessizlik vardı. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından çok sayıda ilde düzenlenen Kültür Yolu Festivalleri, her ne kadar çok sayıda etkinliği ve sanatçıyı bir araya getiriyor gibi görünse de, içeriklerinde güncel politik, toplumsal ya da ekolojik meseleler üzerine herhangi bir tartışmaya yer vermedi. Festival duraklarındaki etkinlikler bu sene de düzenlenen bölgenin kültürel dokusundan bağımsız bir estetikle biçimlendirilirken, festivalin “marka değeri”nin önemi dışında herhangi bir kamusal söylem öne çıkmadı. Bu bakış açısı kamusal alanda yapılan etkinliklerin, katılımı değil, kontrolü ve vitrini önceleyen bir mantıkla düzenlendiğini bir kez daha gösterdi.
Kültür Yolu Festivalleri’nin yanı sıra, Ağustos ayında Türkiye’nin pek çok kentinde ve ilçesinde belediyeler tarafından düzenlenen alternatif festivaller de gündemdeydi. Bergama Tiyatro Festivali, Kaş Caz Festivali, 3. Gezici Çocuk Filmleri Festivali bu festivaller arasında sayılabilir. Ancak bu tür girişimlerin sürdürülebilir olması, yalnızca yerel yönetimlerin çabalarına bırakıldığında kırılgan bir yapıya bürünüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesinin büyük bölümü merkezi olarak planlanan, denetimli organizasyonlara aktarılırken, bağımsız festivaller hem ekonomik hem de yasal zorluklarla baş başa bırakılıyor. Çoğu yalnızca gönüllü emekle ve sınırlı bağışlarla ayakta kalabiliyor. Bu durum, kültürel üretimin eşit koşullarda var olamayacağı bir ortam yaratıyor. Hangi etkinliğin görünür olacağına, çoğu zaman halkın talepleri ya da içerik değil, politik uygunluk karar veriyor.
Buradan hareketle, üç yıldır çeşitli gerekçelerle iptal edilen Zeytinli Rock Festivali, yalnızca bir müzik etkinliğinin iptali olarak değil, bir kuşağın kültürel ve politik varoluş biçiminin sistemli biçimde bastırılması olarak okunmalı. Gençlik kültürüyle özdeşleşmiş bu festivalin iptal edilmesi, alternatif yaşam tarzlarının kamusal alanda kendine yer bulamaması anlamına geliyor. Tepkiler de bu yüzden yalnızca müzikseverlerden değil; sanatçılardan, yerel yönetimlerden ve çeşitli toplumsal muhalefet odaklarından geldi.
Zeytinli’nin iptali, bize şu soruyu yeniden sorduruyor: Kimin kültürü destekleniyor, kiminki bastırılıyor? Hangi yaşam tarzları kamusal alanla uyumlu görülüyor, hangileri dışlanıyor?
Festivallerin yalnızca eğlence değil, aynı zamanda kolektif hafızanın ve toplumsal tartışmaların taşıyıcıları olduğu unutulmamalı. Kültür ve sanat, tarih boyunca sınıfsal, ideolojik ve politik çatışmaların hem sahnesi hem de tanığı olmuştur. Festival kültürü de bu tarihsel rolün bir parçasıdır; sessizliği seçtiğinde bir şey söylemiş olur, yüksek sesle konuştuğunda ise çoğu zaman dışlanır, sansürlenir. Bugün sanat, özellikle de festivaller aracılığıyla ya yerel veya küresel adaletsizliklere karşı etik bir duruş alıyor, ya da sessizliğe gömülerek bir tür “görünür apolitiklik” içinde siyasete hizmet ediyor. Mesele yalnızca “hangi festivaller düzenleniyor” değil, hangi festivallerin hangi sesleri duyurduğu, kimleri kapsadığı ya da dışladığıdır. Sanatın kendini özgürce ifade edebileceği bir alan yaratmak için, kamusal kültür politikalarının demokratikleşmesi, bağımsız festivallerin desteklenmesi ve kültürel üretimin tek merkezden değil, çok sesli biçimlerde finanse edilmesi şart. Aksi halde sanatın kamusal alanı, bir vitrinden ibaret hale gelir ve işaret ettikleri değil, gizledikleriyle konuşur.
Hafızanın Mekânı, Mekânın Hafızası: Yıkım mı Yoksa Dönüşüm mü Tartışmaları
Kültür-sanat alanı yalnızca eserlerle, etkinliklerle veya sanatçılarla değil; bu üretimlerin gerçekleştiği mekânlar üzerinden de tanımlanır. Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeler, Haydarpaşa Garı gibi sembolik yapıların, İzmir Kültür Park gibi alanların dönüşüm süreçleriyle başlayan bu tartışmalar Ağustos ayında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Fındıklı’daki Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi ve Antalya Arkeoloji Müzesi’nde yaşanan yıkım/restorasyon süreçleriyle devam etti. Bu süreçler, yalnızca iki yapının geleceğiyle ilgili değil; kamusal hafızanın, kültürel belleğin ve kültür politikalarının nereye evrileceği ile ilgili de çeşitli tartışmalar açıyor.
MSGÜ’deki tartışmalar, merkezin sadece bir eğitim binası olmaktan öte, Türk sinemasının en büyük film arşivini barındıran bir “hafıza mekanı” olması etrafında şekilleniyor. Akademisyenler ve öğrenciler, mahkeme süreci devam etmesine rağmen binanın boşaltılması ve film arşivlerinin güvenli olmayan koşullarda otoparklara taşınması nedeniyle büyük endişe duyuyor. Bu durum, yalnızca öğrencilerin eğitim hakkını engellemekle kalmıyor, aynı zamanda Türk sinema tarihinin en değerli mirasının da tehlikeye atılması anlamına geliyor. Öğrenciler, mezunlar, sanatçılar ve milletvekillerinden oluşan bir grup bu endişeleri dile getiren bir basın açıklaması yaparak merkezin Türk sinema tarihi açısından taşıdığı öneme dikkat çekti. Açıklamada, “Bu yarım asırlık bilimsel ve sanatsal mirası koruyacağız, yıkıma izin vermeyeceğiz” denildi.
Benzer bir durum, Antalya Arkeoloji Müzesi’nde yaşanıyor. “Depreme dayanıksız” olduğu gerekçesiyle yıkım kararı alınan müze için, uzmanlar ve meslek örgütleri alternatif çözümler—örneğin güçlendirme ve yerinde restorasyon—sunarken, devletin tercihi yıkım ve yeniden inşa oldu. Bu kararın arkasında yalnızca teknik değil, aynı zamanda ideolojik ve rant odaklı bir motivasyonun olduğu sıkça dile getiriliyor. Yapının modern mimarlık tarihindeki yeri, taşınamaz koleksiyonların niteliği, ve yerinde korunma hakkı gibi meseleler görmezden geliniyor.
Bir dönüşüm tartışması da, kültürel alandaki en önemli sembollerden İzmir Kültürpark’ta yaşanıyor. Parkın geleceğini şekillendirecek yeni projeyle birlikte, parkın kalbi olarak görülen ve İzmir Enternasyonal Fuarı’na ev sahipliği yapan bazı yapılar yıkım kararıyla karşı karşıya. Özellikle tarihi dokusu ve mimari değeriyle ön plana çıkan yapılar yerine, yeni fuar alanları inşa edilmesi planlanıyor. Bu durum, yalnızca bir mimari dönüşüm değil; aynı zamanda 1930’lardan beri kamusal bir buluşma, kültür ve festival alanı olarak hizmet veren bu mekânın hafızasını silme girişimi olarak eleştiriliyor. Restorasyon çalışmalarının bu bağlamda takipçisi olan İzmir Kültürpark Platformu bugünkü sorunlarının çözümü, geleceğin planlanması, yönetilmesi ve gelecek nesillere ulaştırılması için birlikte çalışacak Demokratik bir Kültürpark Meclisi’nin hayata geçirilmesini talep ediyor.
Bu örnekler, Türkiye’de kültür politikalarının giderek daha merkeziyetçi, denetleyici ve geçmişle bağları zayıflatan bir yöne evrildiğini gösterir nitelikte. Yapılan müdahaleler bazen yıkım kararıyla, bazen restorasyon adı altında yapılan müdahalelerle, bazen de doğrudan sansürle karşımıza çıkıyor. Kültürel mekânların “dönüştürülmesi”, çoğu zaman yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda tarihsel ve sembolik bir yeniden inşa anlamına geliyor. “Restorasyon” ve “yeniden yapılandırma” gibi teknik terimlerle anlatılan bu süreçlerin arkasında, hangi geçmişin korunacağı, hangisinin silineceği üzerine verilen politik kararlar yatıyor. MSGÜ’deki sinema arşivinin ya da Antalya’daki müzenin taşınması ya da yıkılması, yalnızca mekânların değil, o mekânlara bağlı anlatıların ve hafızaların da yerinden edilmesi anlamına geliyor.