“Büyük Felâket”in, 6 Şubat depreminin 40. günü.. İstanbul’da, Kadıköy’deyiz. Çok kalabalığız. Benim de tanımış, tanışmış olduğum, maalesef depremde kaybettiğimiz iki insanı, Hatice ve Mithat Can’ı anmak için.. Ve aslında kaybettiğimiz tüm canları anmak için.

Beni davet eden kişi, depremden, anne babasının kaybından sonra başsağlığı için aradığım sevgili Eren Can.  Tüm aile seferber olmuş, bu anmayı, taziyeyi organize etmişler. İyi ki.. Üç saate yakın süren anma boyunca öyle hikâyelere, öyle tanıklıklara şahit oluyoruz ki, vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Yaşamlarını insan hakları, kadın hakları, mülteci hakları, Gezi davası başta olmak üzere birçok davaya adamış avukat Hatice ve Mithat Can için bu buluşma; fakat gece boyunca halkların, kültürlerin ve yaşanası bir dünya için emek verenlerin dile geldiği bir buluşma aynı zamanda.

Bu bir yazı değil; tanığı olduğum, birlikte derin bir nefes alarak, güçlenerek çıktığımız gecenin bazı anlarından, duymanızı istediğim alıntılar..

Salona yaklaşırken, uzaktan Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm’ü görüyorum. Yaklaşıyorum, sarılıyoruz birbirimize. Daha o an gözlerimiz doluyor. “Hatırlıyor musun Feryal?” diyor, “Geçen sene tam da bugün Antakya’daydık Ali İsmail’in doğum günü için. Hatice Can da bizimle beraberdi.” “Hatırlamaz mıyım,” diyorum, “o gün tanışmıştım Hatice Can’la, bir sene sonra bugün, anmasındayım. Hayat çok garip..”

Sonra Ahmet Atakan’ın annesi Emsal’le sarılıyoruz birbirimize, ağlaşıyoruz. Aynı şeyi onunla da konuşuyoruz, geçen sene bugün hep beraberdik çünkü. Ve “nasılsın?” dememle dili çözülüveriyor: “Çok kötü, çok.. Dört gün dört gece ölüme terk edildik! Bütün yardım tırları engellendi. Karla karışık o yağmur altında, zifiri karanlıkta.. Elektrik yok, su yok, barınma yok, evler yıkıldı, zifiri karanlıkta biz dört gün çığlık çığlığa kalmışız. Bütün dostlarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı kaybetmişiz. Bizler bir saniyede, kıl payı kurtulduk, şu an sadece nefes alıyoruz.”

Geçen sene Ali İsmail’in doğum gününde sahne almam için beni ilk davet eden, Ali İsmail Vakfı aktivisti Ferda (Sayın) da geliyor yanımıza. Ferda’yla tanışıklığımız, hayat arkadaşı Nuh Köklü’nün Kadıköy’de cinayete kurban gitmesinden sonradır..Tüm geceyi yan yana oturup izliyoruz Ferda’yla.

Salona geçiyoruz hep birlikte.. Salonda Fairouz’un sesinden Arapça, Li Beirut:

“… Şehrim kapattı kapılarını ve gökyüzünde yalnız kaldı

Geceyle beraber…”

“Ma Rihna Nihna Hon!” “Gitmiyoruz, Buradayız!”

Salonda adım atacak yer yok. Herkes yerine geçiyor, gecenin sunucusu İrfan Değirmenci başlatıyor anmayı:

İrfan Değirmenci: Bugün Antakya’dan bir ses yankılandı; “ma rihna nihna hon!” (“gitmiyoruz, buradayız!”) dediler ellerinde bahurlarla, defne dallarıyla. Badem ağaçları çiçek açmaya başladı ve “hakkımızı helal etmiyoruz” diyenler sokaktaydı Antakya’da, Hatay’da, Samandağ’da.

Dostlar, bir aradayız, İstanbul’da, Kadıköy’de; çok anlamlı bir anma etkinliğinde, birbirimizden güç almak üzere. Çok önemli iki insanı anmak, onların nezdinde Türkiye’nin yakın geçmişine şöyle bir bakmak üzere bir aradayız. Önemli bir toplantı için..

Çok canımız yandı. Kapitalizmin çarpık kentleşmesinin, ‘vatan’ deyince aklına betondan ve inşaattan başka bir şey gelmeyen dinci kapitalist bir zihniyetin rant hırsının, insanlarımızın, ‘başımı sokacak bir yer bulayım da nasıl olursa olsun’ kaygısıyla baş başa bırakılmasının bedelini çok çok ağır ödedik.

(Perdeye Antakya’da bugün yapılan anma yansıtılıyor):

“Reyhanları kaldırın, bahurları kaldırın, kaldırın… Bu topraklar bizim. Buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz. Kaldırın, bahur koksun her yanımız. Ölülerimiz için, kaybettiklerimiz için buradayız!”

İrfan Değirmenci: Bugün çekilen görüntüler.. “Hakkımızı helâl etmiyoruz” diyenler bir arada yürüdüler bugün. Ellerinde bahurlarla, reyhanlarla..

Şimdi depremde kaybettiğimiz canlarımız için, “bu son olsun” demek için tüm salonu saygı duruşuna davet ediyorum.

(ayakta, saygı duruşundayız..)

Bu akşam Hatice ve Mithat Can’ı anmak için toplandık. Onlarla birlikte yitirdiğimiz tüm canları.. Bu akşamın sunuculuğu onurunu bana verdi Hatice Can’ın oğlu Eren Can. Eren Can arkadaşım, avukatım aynı zamanda. Hepinizin başına gelenler benim de kamuoyu önünde başıma geldi, hâlâ süren davalarımda Eren Can beni savunuyor. Ama onun da ötesinde bir yol arkadaşlığımız var. Depremin saatler sonrasında yardım çağrısını ulaştırdı bana sosyal medyadan duyurayım diye; “yola çıktım, gidiyorum, bizimkilere n’oldu bilmiyorum” demişti. Sonra saatler içerisinde yeni mesajlar almaya devam ettim ondan. Apartman yıkılmış, enkazın başındayım, iş makinası lâzım, burada kimse yok, dedi. Saatler saatler saatler sonra, iş makinası bulduk ama parçası lâzımmış onu bulmaya çalışıyoruz şimdi, dedi. Dedi dedi ve günler geçti. En son acı haberle karşı karşıya kaldık.

Hatice ve Mithat Can ömürlerini demokrasi, adalet, insan hakları mücadelesine adamış, bedeller ödemiş, hayat dolu insanlardı. Ailesi, yakınları ve demokrasi mücadelesindeki yol arkadaşları olarak acımız büyük. Bu gece bizleri bir araya getirense aileden biri, Mehmet Tok. Mehmet Tok sizlere “hoşgeldiniz” demek istiyor.

“Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz, Helalleşmeyeceğiz, Hesap Soracağız!”

Mehmet Tok (Hatice Can’ın kardeşi): … Evet, Hatice ve Mithat Can’ı anmak için bir araya geldik ancak bu depremde biliyorsunuz, on binleri kaybettik. Dolayısıyla bizim için bu gece, binlerce canımızı uğurladığımız ve kitlesel bir felâketin ortasında, bugüne ertelenmiş bir tören. 6 Şubat Depremi için, “Yüzyılın Felâketi” dendi. Doğrudur, fakat bu felâketin sebebi kesinlikle deprem değil. Nereden mi biliyoruz bunu? Fay hatlarının üzerine yayılmış, çok katlı yapıların üst üste yığıldığı şehirlerde yaşamayı ‘kader’ olarak kabul etmeye zorlanmamızdan biliyoruz. İçine tıkıldığımız bu şehirlerde başımıza gelmesi kaçınılmaz olan depremde ölmemek için ihtiyaç duyduğumuz dayanıklı konutlara, yalnızca bireysel imkanlarla ulaşabilmemizden biliyoruz. İlk anda hayatta kalabilsek bile sokaklarımız bina enkazlarıyla kapandığından, kurtarılmak için günlerce enkaz altında kalacağımızdan biliyoruz.

Deprem gününün gecesi Antakya’ya vardık. Canlarımızın bedenine ulaşabilmek için yeterince araç gereçle donatılmış profesyonel ekiplere günlerce ulaşamadık. Koskoca bir kent aynı durumdaydı. Sevdikleri enkaz altında olan on binlerce insan için olduğu gibi, yaşadığımız gerçeklik; yetersizlik, çaresizlik, yalnızlık duygularının en derinini yaşattı. Keşke bu kadarla kalsaydı. Kıt imkanları elde etmek için gösterdiğimiz çabalar bize, sevgili İnan ve Ulaş’ın deyimiyle, insanlığımızı kaybetmekte olduğumuz duygusunu da yaşattı. Bildiklerinizi size tekrarlayacak değilim, ancak, “devlet yoktu” deniyor ya, tam doğru değil bu. AFAD vardı; çevre illerden gelen iş araçlarını durdurmakla meşguldü. Bize ulaşmasını engellemekle meşguldü. Artık biliyoruz ki, AFAD hiç olmasaydı yıkıma daha hızlı ve organize müdahale edilebilirdi. Deprem anında ve sonrasında yaşadığımız bütün kamusal hizmet ve organizasyon eksiklikleri, “devletin yokluğu” olarak ifade edilen şeyle aslında devletin varlık biçiminden söz etmiş oluyoruz. Önümüzdeki “normalleşme” veya “yeniden inşa” denilen sürecin de yıkıcı bir şekilde yönetileceğini gösteriyor bize. Hâlâ çadır eksikliğinin dondurucu gerçekliği yaşanırken ihalelerin alelacele yapılması da bunun göstergesi. Bugünkü afet yönetimi sisteminin odaklandığı şey, afet alanının bir an önce depremzedelerden ve enkazlardan temizlenerek bir şantiye haline getirilmesi; depremzedelerin de çadır ve koyteyner-kent adı verilen toplama kamplarına tıkılarak toplumun geri kalanından yalıtılması.

Böylece şehirlerimizi bankaların ve inşaat şirketlerinin talan alanlarına, şantiyelerine çevirebileceklerini düşünüyorlar. Böylece yaralarımızı birlikte sarmamızı, doğrudan doğruya birbirimizle dayanışmamızı, acımızı ve öfkemizi paylaşmamızı önleyebileceklerini düşünüyorlar…

… Biz bu sınavı, yaşasalardı Hatice Abla’mın ve Mithat Abi’nin, babanızın gurur duyacağı şekilde, onların bize kazandırdıklarıyla aştık. İnsan olarak, insan kalarak var olabilmek için. Bir felaketle karşılaştığımızda yalnız olmadığımızı bilmek, felakete maruz kalanlara yalnız olmadıklarını hissettirebilmek için, hepsinden önemlisi, doğa olaylarını insani felaketlere dönüştürmeyen bir uygarlığı yaratabilmek için, bu kaygıları vicdanının, bilincinin derinliklerinde hisseden herkesin bir araya gelmesi ve bu ülkeyi, bu toplumu yeni bir insani temel üzerinde kurmaya girişmesi gerekiyor.

Biliyoruz ki, tüm kaybettiklerimizin tarihle hesabını bu düzene son vererek, eşitliğe, özgürlüğe, bilime dayanan yeni bir toplumsal düzen kurarak vereceğiz. İşte bunun için, tekrar ediyorum, unutmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz, hesap soracağız!

(büyük bir alkış kopuyor)

İrfan Değirmenci: Hayatını insan hakları mücadelesine adamış, bedel ödemiş, hapse girmiş, saldırıya uğramış, hedef gösterilmiş, ötekileştirilmiş, düşmanlaştırılmış bir isim var. Konuşma yapmak üzere sayın Eren Keskin’i davet etmek istiyorum..

Eren Keskin: Herkese iyi akşamlar. Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum: Hatice Can ve Mithat Can iyi insandılar. Her şeyden önce.. Çocuklarını çok seviyorlardı, ben çocuklarını çok dinledim onlardan. Bana, “bak oğlumla adaşsınız, bir türlü tanışmadınız” derdi. Biz bugün tanışabildik Eren’le. Hatice Hanım ve Mithat Bey’i 1990 yılından beri tanıyorum. Birlikte insan hakları mücadelesinde yer aldık. 90’lar biliyorsunuz, insanların gözaltında kaybedildiği, kontrgerilla cinayetlerinin işlendiği, köylerin yakıldığı, insanların bugün de olduğu gibi, düşünceleri nedeniyle cezaevine girdiği bir süreçti. Ve onlar hiç korkmadan -ki çocuğu olanlar biraz daha korunaklı davranırlar aslında- her şeyi hiçe sayarak insan hakları mücadelesinin içinde oldular. O çok korkutucu yıllarda hep beraberdik. Bugün eğer akademi o yılları, o kötü savaş dönemini yazabiliyorsa İnsan Hakları Derneği’nin hazırladığı raporların çok büyük bir etkisi vardır o tarihin yazılmasında. İşte Hatice Hanım ve Mithat Bey, o raporların hazırlanmasında büyük emek harcamıştır, her ikisi de.. Akın Birdal’ın çok yakın arkadaşıydı ikisi de. Akın Bey hâlâ çok çok üzgün. O vurulduğunda, suikaste maruz kaldığında onlar da günlerce hastanede beklediler. Çok yakın dostluklardı. 90’ların dostlukları çok yakın dostluklardı.. En son, pandemiden hemen önce, Antakya’da, Harbiye’de önce sığınmacı kadınlarla ilgili bir çalışmamız olmuştu Hatice Hanım’la; onun ofisinde uzun bir toplantı yaptık. Sonra da akşam (yemeyi içmeyi çok severlerdi, aslında belki de onların bu mücadelenin içinde bu kadar var olmalarının nedeni yaşamayı da aynı zamanda bilen insanlar olmalarıydı) güzel bir sohbet yapmış, yeni projeler düşünmüştük. AFAD kamplarına nasıl girebiliriz (devlet engelliyordu oralara girmemizi), nasıl çözebiliriz, bunları konuşmuştuk…

… Bu acı anlatılacak bir acı değil, hepimiz çok çok üzgünüz ama eminim ki ateş en çok düştüğü yeri yakıyor. Ama onlar yaşamı tüm acılarıyla birlikte kabul etmiş, mücadeleyi öne koymuş insanlardı. Bir iz bıraktılar insan hakları mücadelesinde. Eminim bundan sonra bize yol göstermeye hep devam edecekler. Anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Onları hepimiz çok seviyoruz.

“Biz Bu Enkazı Kaldıracağız… Dayanışmayla Kaldıracağız, Akılla, Bilimle Kaldıracağız.”

Arzu Çerkezoğlu: Hatice Abla ve Mithat Abi için konuşmak zor. 90’lara da değil, 80’lere gideceğim; üniversite yıllarında, 12 Eylül karanlığından Türkiye’nin çıkış döneminde üniversitede demokratik öğrenci hareketi içerisindeki en yakın arkadaşlarımızdan birinin abisi ve eniştesi bizim için önce. Ama sonra, Mehmet’in, Kamil’in, Yücel’in, Barış’ın abisi ve ablası değil, hepimizin abisi ve ablası oldular. Hatice Abla bütün davalarımızda, mahkemelerimizde avukatımızdı, gözaltılarımızda karakol önünde bekleyenimiz oldu hep. Ve hep hayatlarıyla, hayattaki duruşlarıyla aslında bizim kuşağımıza örnek oldular. Yani hayatın her anında, yaşınız kaç olursa olsun, çoluk çocuk sahibi de olsanız mücadelenin nasıl en merkezinde olabilirsiniz ve bütün hayatınızı, idealleriniz, umutlarınız, hedefleriniz üzerinden şekillendirebilirsiniz, Hatice Abla ve Mithat Abi tüm yaşamlarıyla bize bunun örneğini gösterdiler…

… 6 Şubat sabaha karşı yaşanan o depremde sadece evlerimiz, kentlerimiz, hayatlarımız yıkılmadı; o depremde enkaz altında kalan rantçılıktı, depremde enkaz altında kalan, insanı değil, sermayeyi önceleyen politikalardı. Depremde aslında enkaz altında kalan, Hatice Abla’nın ve Mithat Abi’nin bir ömür boyu mücadelesini verdiği tüm değerlerden uzaklaşılmış olmasıydı. Onlar bu sürecin sonunda hayatlarını kaybederken aslında o politikalarla hesaplaşmanın bir başka gerçekliğini yarattılar bizler açısından da.

O yüzden, bugün burada onları anarken herhalde hepimizin vereceği tek bir söz var: Bu ülkede, bu topraklarda bir depremi bu kadar büyük bir felakete dönüştüren tüm bu politikaların tarihin çöplüğüne atılması. Onlara vereceğimiz söz, bu ülkede ve tabii ki tüm gezegende eşitlik, adalet, barış, kardeşlik temelinde bir dünyanın kurulması. Ve onlara vereceğimiz söz, bunun mücadelesini her gün ama her gün yan yana, omuz omuza büyütmek. Biz bu enkazı kaldıracağız sevgili arkadaşlar. Dayanışmayla kaldıracağız, akılla, bilimle kaldıracağız.

Nesip Can (Mithat Can’ın kardeşi): … Mithat ve Hatice, siz bize bu şehri sevdirdiniz. M.Ö. 350 yılında İmparator Büyük İskender’in şehri, M.S. keşişlerin, havarilerin, Petrus, Çilekeş Simon, Vespiyanus, Habib-i Neccar, Hıdır Aleyhisselam, şıhlarımız, Antakya’nın Affan (Aslanlar) dedikleri mahallesinin aslanları gibi, bu şehir bütün bu insanların şehri, fakat aynı zamanda devrimci Mithat Can ve Hatice Can’ın da şehridir. Şuna inanıyorum ki, her yıkımdan sonra olduğu gibi bu halk, devrimci Hatice Can ve Mithat Can’ın şehrini yeniden inşa edecek.

“Mu es- selam yâ hayr, mu es-selâm yâ Hatice..” Yolunuz açık olsun..

İrfan Değirmenci: Bugün Hatay’da sokaklar; “gitmiyoruz. Buradayız!” sesleriyle yankılanıyordu. O enkazın altından daha güçlü doğacak Hatay, biliyoruz.

“Eşitliğin, Özgürlüğün ve Barışın Ülkesini Kurmak Onlara Sözümüz Olsun!”

Hatice ve Mithat Can’ın üç çocuğunu, Ulaş, İnan ve Eren’i davet etmek istiyorum:

Ulaş Can: … Hatice Can, Mithat Can.. Anne baba.. Bu bir aylık süreçte, onların hiç bilmediğim birçok yönüyle de tanışmış oldum. Hayatlarını biliyordum, mücadelelerini biliyordum, fakat o kadar çok insana dokunduklarını.. Antakya’nın, Samandağ’ın farklı farklı mahallelerinden, köylerinden, üniversitede okuyan genç kadınlardan birçok telefon aldım; avukat olmak istemelerine sebep olarak Hatice Can’ı gösterdiler: “Okumamı o sağladı, dershaneye gitmemi o sağladı, üniversitede bana destek oldu.”…

Eren Can: … Onlar bütün hayatlarını “mücadeleden emekli olunmaz, son nefesimize kadar mücadele edip doğruları söyleyeceğiz” duygusuyla yaşadılar.  Kurum ve insan ayırmaksızın hak ihlaline uğrayan herkesin yanında oldular. Bugün onlar aramızda yoklar, ancak ben kendi adıma ve burada bulunan arkadaşları, dostları, yoldaşları adına bir söz verebilirim diye düşünüyorum; onların mücadelesini devam ettireceğimizin sözünü verebiliriz.

Bu sürecin sorumlularını affetmeyeceğiz, hakkımızı helâl etmeyeceğiz ve hesap soracağız. Eşitliğin, özgürlüğün ve barışın ülkesini kurmak onlara sözümüz olsun.

(izleyicilerden biri ayağa kalkıyor): Gezi davası gençlerinin haklarını savundukları, onların arkasında durdukları için onlara teşekkür etmek istiyorum.

İnan Can: Konuşmakta zorlanıyorum.. Söylenecek çok şey var; ben annemle babama bir şiir okumak istiyorum:

Ooof Antakya

Hep üvey evlattın ama

Öksüz, yetim ve sakatsın vesselam

Yıkılmış kalelerin

Hatice Can yok, Mithat Can yok artık

Âh canlarım

Ne zaman savaş olsa

“Hayır!” size yakışırdı

 

Çığlıklar yankılanmış

Dolaşıyor enkazlarda hayaletler

“Takdir-i İlahi” diyor ya

Faili belli cinayetler

 

Âh annem âh babam

Âh “ye ruhe”

Ne zaman haksızlık olsa

Mücadele size yakışırdı

 

Oyy 6 Şubat

“Ölüm her şeyi eşit kılar” yazar müzedeki lahitte

Eşitlik midir yaşayabilecekken ölmek?

Atarak yardım çığlıkları

Ve duyarak başka sesleri

Acı ve soğuk

Beklemek umutla yardımı

Durması için yağmurun

Hani o çok sevdiğin

Dua etmek karanlıkta

Açlık ve susuzluk

Hayat doluyken ruhun

Teslim olmak yokluğa

(Can Kardeşler sahneden inerken yine güçlü ve uzun bir alkış)

İrfan Değirmenci: Şu anda Gezi davası tutuklularından da mektup var.

Çiğdem Mater (Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi): Canım Hatice, canım Mithat Abi, 6 Şubat sabahı, bu kapalılık ve çaresizlik içinde haberi aldığımızdan bu yana zihnim hâlâ oyunlar oynuyor. Yılları, mevsimleri, ayları kafamda döndürüyorum…

… Sevgili Hatice, daha ne kadar süreceğini bilmediğim şu kapatılma halinde, bu süreçte, en affetmeyeceğim an, seni son kez Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’ndeki renksiz, ruhsuz avukat görüşme odasında gördüğüm o an. O ruhsuzluğu kocaman kahkahalarla ve neşeyle yerle bir etmeyi bildik elbette ama yine de niye? Sizleri içleri gülen gözleriniz, güven veren gülümsemeniz ve hayatınız boyunca kendinizi adadığınız, doğru bildiğiniz, inandığınız hayat için mücadelenizle anacağım hep. Öfkemiz, üzüntümüz ve yasımız büyük. Hepsini daha iyi günlerin, daha iyi hayatların, şehirlerin inşasına yönlendirmek için güç toplamaya çalışıyoruz şimdi. İçerde ve dışarda. Antakya’yı yeniden ayağa kalkmış göreceğimiz ilk gün, zihnimizde ve soframızda olacaksınız.

Mücella Yapıcı (Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi): Canım Hatice’m, her dakikasını insan hakları ve çevre hakları için geçirdiğin o mükemmel yaşamının bir parçası olmaktan ve seninle aynı yolu paylaşmaktan onur duyuyorum. İçim yanıyor fakat sen ve sevgili can yoldaşının bütün güzellikleri, o pırıl pırıl evlatlarında ve uğrunda mücadele ettiğimiz insanlığın her başarısında hep hayat bulacak. İnan, devrin hep daim olacak. Dostlara selam olsun, görüşmek üzere.

(Saat 21’de kaybettiğimiz canlar için telefonlarımızın ışığıyla tekrar saygı duruşunda bulunuyoruz. Arapça bir şarkı eşliğinde..)

“İşte O Günlerde Yemin Ettim: Ben Öğretmen Olacağım ve Kürtçe de Konuşsa Lazca da, Asla Öğrencilerime Kızmayacağım.”

Lümeys Dede (İHD Şubesi Mülteci Komisyonu’ndan): Hatice’yle benzerliklerimiz bizim yollarımızı kesiştirdi. Ben de onun gibi okuma konusunda azimliydim. Her gün çok ücra bir köyden şehre 15-20 km yürüyerek okula gidip geliyordum. Öğretmen olmaya kararlıydım. Neden mi? Sadece Arapça konuşabildiğim için öğretmenlerim sürekli ellerime vurmuştur. “Neden Arapça konuşuyorsun?” E başka dil bilmiyorum! İşte o günlerde yemin ettim, ben öğretmen olacağım ve Kürtçe de konuşsa Lazca da, asla onlara kızmayacağım.

(uzun uzun alkışlanıyor)

Hatice’yle oturup bunları konuşurken; “Ben de Tarsus’ta ilk defa bir kız çocuğu olarak hukuk fakültesine gittim.” dedi. “Ben de Samandağ’ın bir Alevi köyünden öğretmen olarak çıkmış ilk kız çocuğuydum, bu büyük bir mücadele sonucu oldu tabii ki.” diye cevap verdim.

Arkadaşlar, bu basit bir şey değil. Beni yanlış anlamayın, dilin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorum, anadilde eğitimin ne kadar önemli olduğunu. Siz aydın insanların bu konuda düşünmesini ve gelecek olan CHP’nin bu konuda önlem almasını istiyorum!

Bir gün öğretmenimizle birlikte Yerli Malı Haftası’nı kutluyoruz. Öğretmen dedi ki, bu ne? Dedim ki, fasulye öğretmenim. Zannediyorum ki, her şeye bir “-ye” eklersem Türkçe olacak. Ve tüm Arapça kelimelere “-ye” eklemeye başladım: “Soğan” diyemiyorum, Arapçasına “-ye” ekliyorum, oluyor “basliye”… Artık ben Türkçe biliyorum! Ama sınıf gülmekten kırılıyor. Niye gülüyor bunlar, dedim ve çantamı kaptığım gibi kaçtım. O okula bir daha gitmedim. Bu büyük bir travmadır benim için. Umarım bunlar bir daha yaşatılmaz. “Anadilde eğitim” diyorum! Otuz sekiz yıl öğretmenlik yaptım. Korkmadım.  TÖS üyesiyim, TÖB-DER üyesiyim, hepsinde mücadele verdim.

… Hatice’yle anılarımız o kadar çok ki…. Tam on beş yıl İHD’de birlikte mücadele ettik. İHD bizim için akademiydi. Antakya Şubesi, İHD’nin en iyi çalışan şubesiydi. Antakya halklarının (Hıristiyanı, Ortodoksu, Protestanı, Ermenisi, Yahudisi, …) hepsi bizlere bağış yapan insanlardı; “Abla, Allah razı olsun, şunu yapıyorsunuz, bunu yapıyorsunuz.”

Böyle böyle, geldi deprem. Ben Allah’ın vicdansız olduğuna inanmıyorum! Ben bir şıh çocuğuyum, Hatice de öyle. Allah bize akıl verdiyse, fay hattı üzerine kuranlar namussuzdur! Bize kurdurdular bu evleri, onlar bize hesap vermek zorunda. Bütün Antakya Hiroşima’ya döndü ya. Hâlâ diyorlar, “Allah’ın izniyle…” Bu yönetimi değiştirmek zorundayız ki, yeniden evlerimize kavuşalım. Evim yıkıldı, oradan inene kadar ne çektim. 12 Eylül’den beri engelli bir çocuğum var benim. Onu oradan indireceğim diye çektiğim acıları, o soğukları.. İstanbul’a geldiğimde Hatice’nin şehit olduğunu duydum, dünyalar yıkıldı. Keşke gelmeseydim, hiç olmazsa mezarına çiçek götürürdüm. Hatice’ye hep şunu diyordum: Biz çok güzel tohum attık Hatice. Hepimiz bu tohumun bereketini göreceğiz. Fırtına gibi bir nesil geliyor kadın hareketine. Feminist kadınlarımız bunlardan hesap soracak. Onun için içim rahat, senin de için rahat olsun Hatice. Çiçeğimle geleceğim, sana bunları anlatacağım!

(Antakyalı bir müzik öğretmeni Vahide Harbelioğlu, Mithat Can’ın çok sevdiği, arabasında hep çaldığı Ruhi Su’dan Mahsus Mahal’i söylüyor)

Nebiye Mertürk (Halkevleri Başkanı): … Kadın hakları mücadelesinde, mülteci hakları mücadelesinde, işçi hakları mücadelesinde, milyonlarca ezilen insanın hakları mücadelesinde emek vermiş Hatice ve Mithat Can’la bu kürsüyü paylaşmaktan onur duyuyorum. Onların unutmadığımız bir özelliği var: Ne olursa olsun arkalarına bakmayan, kararlılıkları ve neşeli militanlıklarıyla bugün onları aynı zamanda anıyoruz. Onlarla yolumuz Halkevleri’nde kesiştiği için kendimi şanslı sayıyoruz… Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

İrfan Değirmenci: … Hatice Can, Gezi davasında kaybettiğimiz çocuklarımızın da en öndeki savunucuları arasındaydı. Şimdi sahneye Gülsüm Elvan ve Emsal Atakan’ı çağırmak istiyorum.

“Bütün Ezilenlerin, Devrimcilerin, Kadın Cinayetlerine Kurban Gidenlerin, Tacize Uğrayan Çocukların Davalarının Avukatıydı”

Emsal Atakan (Ahmet Atakan’ın annesi): Arkadaşlar, ben bugün Hatay’dan geldim. Acımız çok büyük. Sözcükler boğazımda düğümleniyor. Binlerce canımızı kaybettik. Binlerce canımız enkaz altında kaldı. Binlerce kaybımız var bulunamayan. Ama beni en çok yaralayan, Hatice Abla’mın, Mithat Abi’min enkaz altında kalmaları, hayatlarını kaybetmeleri..

6 Şubat, saat 4’ü 17 geçe binlerce canımız uyanamadı maalesef. Ve Hatay’ımız, dört gün dört gece ölüme terk edildi! AKP faşizmi, bütün yardım tırlarını engelledi. Ve bizler o yağmur altında (karla karışık dolu yağıyordu), zifiri karanlıkta, çığlık çığlığa insanlar, “lütfen bizi kurtarın, enkaz altındayız” diyenler.. Elektrik yok, su yok, barınma yok, evler yıkıldı, zifiri karanlıkta biz dört gün çığlık çığlığa kalmışız. Hava aydınlandığında bir baktık, her taraf yerle bir. Ve bütün dostlarımızı, yoldaşlarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı kaybetmişiz. Bizler bir saniyede, kıl payı kurtulduk, şu an sadece nefes alıyoruz. Aradan herhalde 45 gün geçti ve halen çadır talebi bile karşılanmadı. Maalesef. Büyük bir üzüntüyle anlatıyorum bunları, çok büyük acılar içerisindeyiz. Tabii ki Hatay’ımızı asla terk etmeyeceğiz, yeniden kuracağız. Sizler bize güç veriyorsunuz, sizin gibi dostlarımızla birlikte, hep beraber.

Gezi direnişi sırasında oğlum Ahmet Atakan Armutlu’da katledilmişti; Hatice Can gönüllü olarak benim oğlumun dava avukatlığını yaptı. Ve on yıllık süre içerisinde çok mücadele verdi Hatice Abla oğlum Ahmet ve tüm diğer Gezi şehitleri için. Davamızda her yerde hep bizim yanımızdaydı.

Bir gün ben tweet attım Özgecan için; “katilsiniz, alçaksınız, bütün evlatlarımızın katilleri aynı it sürüsü” diye. Apar topar beni gözaltına aldılar. Yedi yıldır oğlumun dava dosyasını açmayan faşizm, markete giderken yolda beni apar topar gözaltına aldı. Hatice Abla’yı aradım; abla, dedim, beni gözaltına alıyorlar. Neymiş gerekçe, dedi, bilmiyorum, dedim. Gitti baktı; neymiş, ben kolluk güçlerini aşağılıyormuşum, Türkiye Cumhuriyeti’ni aşağılıyormuşum, hakaret ediyormuşum.. Böylece benim davama da baktı Hatice Abla.

Bütün ezilenlerin, devrimcilerin, kadın cinayetlerine kurban gidenlerin, tacize uğrayan çocukların davalarının avukatıydı. Ruhu şâd olsun. Mekânları cennet olsun. Hatay için, hepimiz için çok büyük kayıp.

“Çocuklarımızın Hesabını Vereceksiniz. Hatice Abla’nın Hesabını Vereceksiniz Bize. Helâlleşmiyoruz, Helâl Etmiyoruz!”

Gülsüm Elvan (Berkin Elvan’ın annesi): Ben Hatice Abla’yı Gezi’de tanıdım. Adliye koridorlarında, alanlarda. Beni çok duygulandıran şeyi söyleyeceğim: Geçen sene tam bugün, Ali İsmail’in doğum günü için Hatay’daydık birlikte. Ben Ali İsmail koşusu için parka gittim, Erenler’in tam evinin karşısındaki parka. Tam yürüyüşe katılacağımız sırada (orada doğal olarak polisler de vardı) Hatice Abla görmüş; “Eyvah Mithat, koşalım” demiş. “Gülsüm orada yapamaz.” Biliyorlar benim oradaki tavrımın ne olacağını. Hemen geldiler, beni oradan apar topar evlerine götürdüler.

Halen inanamıyorum. Bana çok ağır geldi. 5 Ocak’ta aradı beni.. Bu sene 11 Mart’ta yetim kaldım. Hatice Abla’nın sesini duymadım. Hep arar beni. Ama duyamadım ben bu sene, yetim kaldım. O yüzden tüm canlar için, affetmeyeceğiz, helâlleşmeyeceğiz, hesap soracağız! O hesabı vereceksiniz bize. Vermek zorundasınız o hesabı. Çocuklarımızın hesabını vereceksiniz. Hatice Abla’nın hesabını vereceksiniz bize. Helâlleşmiyoruz, helâl etmiyoruz!

Emsal ve Gülsüm Anne çok güçlü alkışlarla sahneden inerken İstanbul’a gelemeyen Emel Anne’nin videosu yansıyor ekrana.. Hepimize, herkese başsağlığı diliyor o da.

Ve gecenin sonuna geliyoruz.. Tüm salon hep birlikte, Hatice ve İsmail Can’ın çok sevdiği Âşık Mahzuni türküsü İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım’ı söylüyoruz.. Gidenlerin ardından, “Can”ların ardından..