60. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesine kadar varan süreci hepimiz beraber yaşadık. Kanun Hükmü belgeseli, belgeselin festival seçkisinden çıkarılması, jüri ve yönetmenlerin buna verdiği tepkiler, seçkiye geri alınması ile suların durulması ve/veya sanatçıların dik duruşunun zaferi derken, hüküm verildi. Sponsorların desteğini çekmesinin hemen ardından bakanlıklar da desteğini çekerek yine itiraz makamı olmayan bir karara imza attılar. Belediye de ülkenin muhalif partisinin üyesi olarak iktidarın hükmüne mührü bastı, festivali iptal etti. Gerçi ardından her ne olursa olsun festivali yapacağını ilan etti ama, gerçtek derin bir sessizliğe büründü.[1]

Peki sonra ne oldu? 60 yıllık festivali iptal ettirecek kadar gündeme oturan, sanatçıların film için ortak ve dik bir duruş sergilediği filme ne oldu? Bu vesile ile bir araya gelen sanatçılar sonrasında bir açıklama yaptılar mı? Belli ki bakanlar ve iktidar filmin içeriğinin izleyici ile buluşmasını sakıncalı buluyor, peki filmin izleyici ile buluşmasında bir sakınca görmeyerek arkasında duranlar, sonrasında izleyici ile buluşturmak için ne yaptı?

Bu soruları bir kenara bırakıp, tartışmaya sebep olan filmin kendisine odaklanmak istedim ve ilk yapmamız gerekeni yaptım, filmi izledim. Sansürün olmadığı bir memlekette de tüm bu tartışmaları filmi izledikten sonra yapmalıydık zaten. İçeriğinden bağımsız, sansüre karşı durmalıyız. Dolayısı ile ben izlerken bu kadar ısrarla sansürlenecek ne var, biraz da onu arayarak izledim.

Biliyor musunuz ben filmde ne buldum? Hayat.

Nejla Demirci, bunu bilerek mi yaptı yoksa imkanlar ve içinde bulundukları durum gereği kendiliğinden bu şekilde mi oldu bilmiyorum, ama filmde hiçbir siyasi, politik, toplumsal yorum yok. Başından sonuna, Bodrum’da KHK ile işinden uzaklaştırılan bir doktor ve bir öğretmenin, neden işten atıldığını anlama ve işe geri alınma mücadelesini anlatıyor. Filmde ne öğretmenin bağlı olduğu KESK, ne de doktorun bağlı olduğu Türk Tabipler Birliği var. Bir iki sahnede mecburen görünüyorlar, ama yoklar. Filmde iktidar da yok. Siyasi partiler de yok, muhalefet de. Hatta mağduriyeti yaratan da kişileştirilmemiş veya kötü ilan edilmemiş filmde. Birkaç sahnede televizyonda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşmaları duyuyor, KHK ile işten uzaklaştırılanların sayılarını öğreniyoruz. O kadar. Belgeselde aleyhine kullanılabilecek, hatta bağlamından kopararak kesin hükümle eleştirilmesini sağlayacak o kadar vurucu konuşmaları var ki hatırıma gelen, onları görmeyi bekledim, ama hiçbiri yok.

Bodrum’da, tüm şehir yaşamından ve 15 Temmuz’daki darbe girişimine kadar siyasi çekişmelerden uzak bir ortamda hizmet yapan iki devlet memuru. Biri şehrin tek kardiyoloğu. Görevden alınınca yerine yenisi de atanmadığı için hastalarına evleri ziyaret ederek bakıyor. Diğeri de ilkokul öğretmeni. İkisi de görevden alınmalarının sebebine dair bir bilgiye sahip değiller. Lakin karar gereği yalnız kalıyorlar, çevrelerinde kimse kalmıyor. Hatta dertlerini dinleyecek birilerini bile bulmakta zorluk çekiyorlar.

Belgesel çekme fikri, görevden alma kararının 170. Gününden sonrasına rastlıyor. Dolayısı ile görüntülerde veya anlatımda öncesi yok. Lakin şunu anlamak çok kolay. Bu insanların elinde, bir noktadan sonra mücadelelerinden başka hiçbir şey kalmıyor. Kardiyolog İstanbul’a dönebilecekken, Bodrum’da kalmaya devam ediyor, hastaları ile ilgilenmeye devam ediyor. Sanki giderse suçunu kabul etmiş olarak kalacak Bodrumlunun zihninde, her neyse suçu, onu dahi bilmiyor. Hastaları ve hasta yakınları da onun tek destekçisi oluyor ve tabi diğer KHK mağdurları.

Öğretmen ise olmayan yasal yolları tükettikten sonra Bodrum meydanında küçük eylemler düzenlemeye başlıyor. İlk başta dikkat çekip işe iade edilmek için… Sonrasında ise işe iade konusunda umudunu kaybetse de kaybettiğini kendine bile itiraf etmeden, net bir amacı olmadan… Belki sadece birileri sorsun da anlatayım, anlatacak birileri olsun etrafımda diye. Hiçbir şey yapmamış olmamak için belki de.

Sonra diğer illerdeki KHK’lılar ile ufak temasları var Bodrum’daki 15 kişinin. Bir araya geliyorlar mecburen ama filmde hiçbir örgüt, yapı, söylem görmüyoruz. Sadece bu insanların, bu süreçte yaşadıklarını, mahremlerini görüyoruz. Siyasi veya toplumsal olarak edilen mücadelede gösterilmeyecek kısımları görüyoruz belki de. İstanbul’da Tabip Odası ile oynanan okuma tiyatrosundan anlar görüyoruz mesela, ama oradaki siyasi söylemlerin hiçbiri yok. Makyaj anı, öncesindeki heyecan, alkışlar, hiçbir şey değil bir şey yapmanın mutluluğu. Mutlular çünkü bazen, bir arada durabilmekten. Ağlıyorlar bir aradalığın verdiği mutluluktan. Vakar olmalıdır ya bu tarz direniş anları, öyle değiller her zaman. Hedeflenen algıdan uzaklar. Güçsüzler bazen, yılgın. Dışarıya karşı güçlü ve örgütlü görünmeye çalışsalar da, bıkkın. Yine umutlu. Siyasi veya örgütsel bir yapıda olamayacak kadar insan.

Filmde iktidarı korkutan nedir biliyor musunuz? Sansürlenmeye çalışılan? İnsan. Gerçek insan. Algılamamız istendiği gibi formatlanmamış, belirli kalıplara sokulmamış, gerçek insan.

Mağdur edebiyatı yapan bir anlatıcı yok. Mağdur olan gerçek insanlar var. Dediğim gibi bu Nejla Demirci’nin başarısı mı, yoksa belgeselin çekim şartlarının getirdiği doğal bir gerçeklik mi bilmiyorum. Çekimi engellemeye çalışan polisin “nerede yayınlanacak?” sorusuna verdiği “bilmiyorum” cevabı gibi, olduğu gibi, neyse o. Hatta bu gerçekliğin izlenirlik açısından ritim problemleri veya sanatsal eksiklikler ortaya çıkardığı da söylenebilir. Ancak konumuz filmin izleyici ile buluşmasının neden sakıncalı bulunduğu, yoksa sanatsal olarak izlemeye değer bulup bulmayacağına zaten izleyici karar verirdi. Olamaz ama, o zaman izleyici gerçeği görmüş olurdu. Gerçek ise bugün iktidarın ve/veya muhalefetin, yani algıyı yönetenlerin nasıl mücadele edeceğini bilmediği tek şey. Hepsi kendi cephesinden bir hikâye yaratmış durumda, gerçekliği yıkıp bükerek. İnsan hikayelerini görmezden gelerek inşa edilen büyük hikayelerin karşısına belki de saf gerçekle çıkmak lazım. Gerçeği bulmak, keşfetmek, kendi durduğumuz konfor alanından çıkmadan algılamak zor geliyor, onu da biliyorum. Ne gam, gerçek bu.

Ben filmi özel bir linkten izledim. Sansüre karşı isek, bize düşen izleyici ile buluşmasını sağlamak diye düşünüyorum. Yok mudur bunun yolu? Bir sorsak birbirimize, buluruz bence bir yolunu. Önce sansürsüz şekilde izleyici ile buluşmasını sağlayalım. Sonrası daha kolay. Kendi gerçeklerimizi anlatmak. Doğru ya da yanlış. Hikayelerimizi anlatmak. Özel bir amacı olmadan. Olduğu gibi. Nerede sahneleneceğini, yayınlanacağını, söyleneceğini düşünmeden. Gerçekleri anlatmak için.

Başta sorduğum soruları tekrar ederek bitireyim.

“Peki sonra ne oldu? 60 yıllık festivali iptal ettirecek kadar gündeme oturan, sanatçıların film için ortak ve dik bir duruş sergilediği filme ne oldu? Bu vesile ile bir araya gelen sanatçılar sonrasında bir açıklama yaptılar mı? Belli ki bakanlar ve iktidar filmin içeriğinin izleyici ile buluşmasını sakıncalı buluyor, peki filmin izleyici ile buluşmasında bir sakınca görmeyerek arkasında duranlar, sonrasında izleyici ile buluşturmak için ne yaptı?”

Ne yaptık?

[1] Süreçte yaşananların özeti için o dönem Art-izan Kültür-Sanat Komisyonu tarafından yazılan gündem yazısının ilgili kısmına bakılabilir. https://www.art-izan.org/kultur-sanat/guncel/18-eylul-3-ekim-2023-kultur-sanat-gundemi/