Ülkemiz 100 yıldır cumhuriyetle yönetiliyor. Hani “herkes kendi meşrebince sever” diye bir laf vardır ya, gerçekten bir şeyi herkes kendi benimsediği hayat tarzına göre, kendi niyetleriyle örtüşen ameller düzeyinde algılayıp seviyor ya da sevmiyor. Konu, cumhuriyetin 100. yaş kutlamaları olduğunda da durum çok farklı değil. Her ne kadar kutlamaların ışığına İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği soykırımın gölgesi düştüyse de, asılan bayraklar, konserler, geçit törenleri, fener alayları ve bestelenen marşlar, 100. yılı bir kutlama havasına sokmayı başardı. Evet, kutlamalar kapsamında çok sayıda bestelenmiş marş da var. Gelin biz bu yazıda, bu bestelerden birkaçı üzerinden marş konusuna kısaca bir göz atalım.

Uygun adım, marş!

Bilirsiniz askeri kıtaların başında bulunan komutanlar “Uygun adım marş!” komutu verdiğinde bir yürüyüş başlar. Yani askerlikte “yürüyüş” buyruğu olarak kullanılan marş, Fransızcada yine “yürümek” anlamına gelen “marcher” kelimesinden gelir. Marşın kelime olarak diğer bir kullanımı müzikal bir form şeklinde karşımıza çıkar. Örneğin Anabritanica ansiklopedisi marş türünü, “temposu genellikle ‘yürüyen’ bir topluluğa eşlik etmeye uygun olarak düzenlenen müzik türü” olarak tanımlar. Daha çok askeri alanda kullanılan bir müzik formu olması da buradan kaynaklanır. Bir yandan marşı uygun ritimde söylemeniz, bir yandan da marşın ritmine adımlarınızı uydurmanız gerekir. Böylece sanki yüzlerce, binlerce asker değil de, devasa bir “tek” bedende vücut bulmuş “tek” bir asker, marşı hem söylüyor hem de uygun adım yürüyor izlenimi yaratılmaya çalışılır. Hatta yapılan bazı bilimsel araştırmalar, uygun adım yürüyen erkeklerin kendilerini daha güçlü ve yenilmez görebildiklerini, olası düşmanlarını daha kolay yok edilebilir olarak değerlendirdiklerini de ortaya koymuş. Bu tespitten hareketle bu erkeklerin, başka zamanlara kıyasla şiddet uygulamaya daha yatkın olabileceği de iddialar arasında.

Sonuçta, ister savaş, ister düğün, ister cenaze marşı olsun, marşların bir müzik formu olarak aynı duygu durumu ve aynı ritim içinde herkesi uygun adım hizaya sokan “militer” bir havası olduğu, insanları beraber yürümeye ya da eyleme çağıran, amiyane tabirle “gaza getiren” bir yönü bulunduğu da bir gerçek.

Yerinde Say!

Marş halinde yürürken verilen komutlardan biri de “Yerinde say!” komutu. Yerinde sayan kişi, yürür gibi yaparak, hep aynı yerde ayağının birini kaldırıp birini basar: Sol, sol, sol-sağ-sol! Peki böyle yerinde sayar gibi, her yazılıp bestelenen marşın da her defasında “militer” bir havaya, “hamasi” bir söyleme mi sahip olması gerekir? Mehmet Akif Ersoy’un, cumhuriyetin milli marşı olan İstiklâl marşını 100 yıl önce içinden yeni çıkılmış bir savaşın heyecanıyla “kahraman ordu”ya hitaben yazdığını biliyoruz. 100 yıl sonra bugün yine bir marş bestelendiğinde, sanki yine aynı savaştan yeni çıkılmış gibi benzer bir hamasi havayı korumak mı gerekiyor? Gelin soruları çoğaltalım… Marş ve yürüyüş aynı anlamları içeriyor dedik ya hani, peki insan sadece savaşlara giderken, gaza ruhuyla mı yürüyor? Başka bir yürüyüş şekli yok mu? Mesela doğa yürüyüşü… Sağlık yürüyüşleri var mesela, turistik gezi yürüyüşleri, festival ya da karnaval yürüyüşleri, onur yürüyüşü, feminist gece yürüyüşü… Bakacak olursak her biri bir “marche”, her biri yürümek değil mi?… Peki biz cumhuriyetin 100. yılındaki marşlarda kimle yürüyoruz, nasıl yürüyoruz ve nereye yürüyoruz?

Gelin ilk olarak Norm Ender’in 100. yıl marşına kısaca bir göz atalım: “Yürüyoruz arkadaşlar, içimde bir telaş var, yürüyoruz arkadaşlar, ufukta bir amaç var” sözleri içinden yazdığı bu marşta, kendisi bizi bir yürüyüşe davet ediyor. Ediyor etmesine ama, “Mekânın Sahibi” gibi, “Eksik Etek” gibi nefret diliyle ve açık bir kadın düşmanlığıyla yazılmış şarkılarından sonra, Norm Ender’in bu davetine insanın direkt “yok, biz mümkünse senle hiç yürümeyelim” diyesi gelmiyor mu sizce de?

Hadi marşlar eşliğindeki yürüyüşümüz devam etsin ve bu sefer Fazıl Say’a kulak verelim: “Ver ver ver ver ver elini / Yıkalım karanlığı / Gel küçük sevinçler duyalım kedere inat / Gökyüzünden, sevgiden söz edelim / Türküler söyleyelim / Aksın dolsun yüreğimize yarınların ışığı…” sözleri bir nebze olsun içimizi açarken görüyoruz ki bu yürek ferahlatan sözler bir kadın tarafından (Ayten Mutlu) yazılmış. Kadın, savaşın ne demek olduğunu en iyi bilendir. Savaşların, çatışmaların ve göçlerin acılarının, herkesten daha çok analara ve kadınlara dokunduğu ortaya konmuş bir gerçekken, Ayten Mutlu’nun nefrete değil sevgiye, kedere değil sevince çağrı yapan dizeler yazması bir tesadüf değil. Fazıl Say’ın bestelediği marştaki “hamaset”in dozu diğerlerine nazaran daha ölçülü olmuş diye düşünürken, sosyal medyada marşa yönelik “böyle marş mı olur, içinde vatan, millet, bayrak yok!” yönündeki eleştirileri okuyunca, marşlarda kullanılan “vatan, millet, sakarya” dozajının bir arz-talep meselesi olduğunu da düşünmeden edemiyorsunuz.

Fazıl Say’ın 100. yıl marşındaki sözlerle Kenan Doğulu’nun marşındaki sözler, naiflik ve lirizm açısından benzer bir iklim içinde yazılmış gibi. Bakalım Kenan Doğulu ne diyor: “Merhaba güzellikler yurdu / Uygarlıkların doğduğu / Kardeşliğimiz kazansın hep / Yurtta Sulh Cihanda Sulh / Kutlu olsun 100 yıllık cumhuriyet / Kalplerin beraber attığı / Halkların bir olduğu / Rengârenk insanınla ne güzelsin Türkiye..” Kenan Doğulu’nun “Mutlu olsun bütün çocuklar / Dünyayı kendine hayran etsin gençlerim” dileklerine katılarak yüzümüzü Tarkan’a dönüyoruz. Tarkan ise cumhuriyetin 100. yıl marşında yüzünü Atatürk’e dönmüş: “Sen rahat uyu / Yüreğimizdesin her an / Sen rahat uyu / Biz hep izindeyiz atam / Sana olan bu aşk / Ebediyete kadar / Bizdeki bu yangın / Hiç sönmez hep yanar…”

Bestelenen tüm bu marşlar üzerinde büyük ve kıymetli emeklerin olduğu elbette açık, fakat yine de bu marş gündemi üzerinden bazı sorular sorabilme hakkımız olduğuna da inanıyorum. Örneğin, cumhuriyetin genel olarak bunca “kutlanıyor” olmasının temelinde yatan sebep bana göre, yurttaşlık düzeyinde bir “eşitlik ideali” olmasından kaynaklanıyor ve bu eşitlik düzeyinin de çoğulculuğu ve katılımcılığı içermesi önem taşıyor. İkinci yüzyıla girerken dinlediğimiz bu marşlar, özgürlüğü, eşitliği, dayanışmayı çağrıştıracak biçimde farklılıklara da yer açan sözlerin içinden daha kültürel çoğulcu bir bakışla yazılamaz mıydı? Eşitlik, tanımı gereği laikliği de bünyesinde barındırır, çünkü laiklik doğası gereği her alana eşittir, yani tarafsızdır. Cumhuriyet, tüm taraflara karşı laik olma, tüm taraflara karşı eşit olma ideali olarak karşımıza çıkarken, daha geniş kesimleri kuşatan marşlar yazılamaz mıydı?

Yürümek, doğası gereği güzel bir eylem, beraber yürümek çok daha güzel. “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının, bu ülkede iktidarını yıllardır sürdüren bir partinin adeta resmi marşı olması da bir tesadüf değil. Çünkü beraber yürümek, yürümelerin en güzeli. Peki ama beraber nasıl yürünecek? Tek bir “fikrî-dinî-etnik-erkek” bedende vücut bulmuş, aynı hizada uygun adım çatık kaşlı bir yürüyüş mü, yoksa herkesin yan yana ama kendi adımlarıyla adımlayacağı, neşenin ve heyecanın hâkim olduğu serbest adım bir yürüyüş mü?

Kıt’a dur!

Yürüyen bir topluluğu durdurmak istediğinizde “Kıt’a dur!” komutunu verirsiniz. Yukarıdaki bunca soruyu soran kişiye, “Sorup duracağına cevapla ve bu cevaplara uygun bir marşı oturup kendin yaz” denerek bir kıt’a dur komutu çekilebilir elbette.  Doğru söze ne denir? Ancak, cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken, birinci yüzyılla hesaplaşmak ve yeni bir cumhuriyeti nasıl inşa edeceğimize dönük sorular sormak da kaçınılmaz bir gereksinim.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken çok sayıda endişemiz ve çözülmeyi bekleyen sorunlarımız olduğu aşikâr. Bundan çok değil 20 yıl kadar önce, İslamî çevrelerden tutun, entelektüel, muhalif çevrelere kadar pek çok çevre, Türkiye’deki temel sorunun “otoriter bir sekülerleşme” olduğunu söylerken bugün hızla, sekülerleşmenin yerini İslamîleşme, batılılaşmanın yerini batıdan kopma, demokratikleşme çabalarının yerini de otoriterleşme alıyor. Bir de bunların üstüne yeni göçler, yeni yeni savaşlar eklenince, 100. yıl kutlamalarındaki genel tablo şöyle çıkıyor karşımıza: Cumhuriyetle barışık olmadığı halde kamuoyu baskısıyla kutluyormuş gibi yapanlar ve cumhuriyeti kutlarken daha çok  Kurtuluş Savaşı kahramanlıklarıyla, Atatürk’ün yaşamı ve başardığı işlerle, cumhuriyeti ilan etmiş olmakla övünerek yetinmeye çalışanlar… Kültür-sanat açısından baktığımızda da, cumhuriyetin günümüzde geldiği noktaya eleştirel bir bakışı da içeren ve kendi kendimizle yüzleşerek cumhuriyetin ikinci yüzyılında neler yapmamız gerektiğine dair ipuçları sunan ürünler ortaya koymak bugün pek kolay görünmese de umalım ki geride bıraktığımız bu coşkulu kutlamalar,  gelecekte umut vaat eden yeni yeni çalışmalara ve güzelliklere de kapı aralar.