Kalan Müzik’in sahibi ve kurucusu, bizim de uzun yıllar birlikte çalıştığımız sevgili Hasan Saltık’ı erken sayılabilecek bir yaşta kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Başta ailesi olmak üzere, tüm sevenlerinin başı sağ olsun…

***

Kardeş Türküler projesinin temelleri, kültürel olarak çoğulcu bir yönelimi ve etnik ayrımcılığa karşı ‘‘halkların kardeşliği’’ anlayışını eksen alan bir eğitim-araştırma projesi olarak, 1990’lı yılların başında Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde atılmıştı. Kulüp bünyesinde, bir yandan yaşadığımız coğrafyanın çoğul gerçekliğine ait izler araştırılıp projenin kültürel-politik ayağı inşa edilirken bir yandan da sanatsal anlamda deneysel ve yenilikçi bir dil oluşturulması hedeflenmekte, olanaklar seferber edilmekteydi.

Bu çalışmalar sürerken, projenin ‘‘profesyonel’’ sunum olanaklarının da araştırılması ve dönemin koşulları çerçevesinde hazırlanan konser ve dans-müzik gösterilerinin kampüs dışına da taşınmasının ve yapılan çalışmalardan oluşturulacak seçkilerin albümler aracılığıyla daha geniş kesimlere ulaştırılmasının yolları aranmaya başlandı.

1991 yılında Hasan Saltık tarafından kurulmuş olan Kalan Müzik, geleneksel müziklere yaklaşımı ve sesini duyurmaya çalışan alternatif çalışmalara verdiği destekle dikkat çekmekteydi. Kalan Müzik, Kardeş Türküler gibi bir projenin müzik piyasası içinde o dönem birlikte hareket edebileceği en uygun adreslerden biriydi…

Kalan Müzik’le 1997 yılında Kardeş Türküler ismini taşıyan ilk albümümüzle başlayan ortaklık, 2017 yılında çıkarılan Yol albümüne kadar, 20 yıl boyunca devam etti. Bu süreçte, piyasa ilişkileri içinde dengeleri tutturmanın ne kadar zor olduğuna, özellikle de kültürel-politik bir proje söz konusu olduğunda, Kalan Müzik deneyimleri üzerinden çeşitli kereler tanıklık ettik. Resmî kurumlarımızın kültürel çoğulcu gerçekliklerin gereksinim duyduğu temel altyapılara ne kadar uzak olduğunu defalarca gördük. Ülkemizde farklı kültürlerin farklı dillerdeki kaynaklarına ulaşmanın zorluğunu ve bir arşiv oluşturmanın ne kadar önemli olduğunu çok iyi anladık. Bir yandan bürokratik prosedürlerle uğraşırken bir yandan maddî zorluklarla mücadele ettik. Hasan Saltık ve Kalan Müzik ailesiyle birlikte kâh ümitlendik, kâh üzüldük; kâh kızdık, kâh gerildik; kâh dayanıştık, kâh uzaklaştık.. Birlikte riske girdik, cesaretli adımlar attık; ama tabii ki hatalarımız da oldu…

Bugün, kendisiyle ‘‘…’90’lı yıllardaki temel bazı itkileri tekrar hatırlamak ne kadar yerinde olur; daha yapılacak çok fazla iş var. Yenilenelim, önümüze bakalım…’’ diyebilecek ve belki de bambaşka projeleri konuşabilecekken, ani vefat haberiyle sarsıldık. Üzgünüz. Her ölüm zamansız ve kaybolup gittiğini zannettiğimiz geçmişi bütün çıplaklığıyla önümüze koyuveriyor…

***

2008 yılında yayımladığımız Kardeş Türküler – 15 Yılın Öyküsü kitabımızda, Hasan Saltık’la da bir söyleşi yapmış ve ’90’lı yılları, Kalan Müzik’i, genel hatlarıyla müzik piyasasını konuşmuştuk. Anılarını, deneyimlerini, hayallerini ve önerilerini anlatmıştı. Bu vesileyle, buradan söyleşiyi bir kez daha sizlerle paylaşmak istiyoruz.

 

 

HASAN SALTIK ile Söyleşi 

(Söyleşi: Diler Özer, Feryal Öney; Mayıs ’07)

 

“… ben de dostlarım, ülkemiz için bir türkü görüyorum düşümde…” (Yannis Ritsos, Boyun Eğmeyen Ülke) 

İlk önce senden genel bir değerlendirme isteyeceğiz. Türkiye kültürel ve müzikal ortamında sektörün içinde önemli bir yere gelmiş bir müzik şirketi -Kalan Müzik-yapımcısı olarak; ’90ʻlardan bugüne Türkiye müzik ortamında, sektörel arka planda neler yaşandığına dair bir değerlendirme isteyeceğiz. Dilersen, Kalan Müzik’in kurulduğu yıllar ve kuruluş sebebiyle de başlayabiliriz sohbetimize… 

İstanbul’a 1976’da geldim. O dönemler, Almanya’da Alevi halk ozanlarının çok rağbette olduğu dönemlerdi. Avrupa’daki işçiler için büyük turnelerin yapıldığı, bir turnede 15-20 konserin verildiği, çok ciddi paraların da kazanıldığı dönemlerden bahsediyorum. O dönemin popüler isimlerinden Arif Sağ, turnelerden topladığı paralarla bir plak şirketi kurma karan almış ve ASM dediğimiz şirketi kurmuştu. Askerlik yeni bitmişti; bir tesadüf sonucu, onlara yardım etme amacıyla ASM’ye geldim. İşin formülünü öğrenmeye çalıştım. O dönemlerde revaçta olan isimler Sadık Gürbüz, Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Ferhat Tunç… Ahmet Arif’in kendi sesinden şiir kasedi var. Derken, 12 Eylül geldi ve ’80ʻlerin başında konser yasakları başladı. Bu işlerden pek de anlamıyorum. Politik müzikten, gruplardan bihaberiz. Mesela Ezginin Günlüğü diye bir grup var, duyuyorum; fakat diğerlerini pek dinlediğim yok. Yeni Türkü henüz çıkmış, Çağdaş Türkü var, Grup Yorum var… O dönemlerde, Pink Floyd, Led Zeppelin dinliyorum. Daha doğrusu Türkçe bir şey dinlemediğimiz dönemlerden bahsediyorum.

Birgün dediler ki; “Emekçi diye birisini arıyorlar.” Ben de Rahmi Saltuk’a dedim ki; “Bilmiyorum, nerden çıktı; ama Emekçi adında biri varmış. Partizanlardan destek alıyor. Örgütün sanatçısı konumunda ve örgütün şarkılarını söyleyen genç bir çocuk anladığım kadarıyla.” O dönemde Saltuk Plak’ta artık sadece telefonlara bakmıyorum; pozisyonum değişti. Kayıtlar nasıl oluyor, kim kimdir, onu da öğrenmeye çalışıyorum. Yeni şeyler dinliyorum, o güne kadar dinlemediğim şeyler… Her şeyin taklidi var, aslını niye almayalım, dedim ve bir şekilde Almanya’ya gönderdim; Emekçi’nin izinleri alındı.

O dönemde İstanbul Telif Haklan Müdürü’nün adı Rahmi Çubukçu’ydu. Anladığım kadarıyla, milliyetçi biriydi ve dönemin aydınlarını sürekli sansürlüyordu. Albümleri denetleyen bir komisyon vardı; plak şirketleri tespit edilir, plaklar tek tek dinlenirdi. Pop müzik albümlerinin ya da yabancı albümlerin hiçbirinin kaydı tutulmazken, “Acaba içinde bir şeyler bulunabilir mi?” diye politik müzik yapan insanların albümleri denetlenirdi. İnanır mısınız, 3-4 yıl öncesine kadar hâlâ o komisyon vardı ve denetliyordu. Şöyle bir kaşe vuruyordu: “Şirketlerin sorumluluğundadır, denetlenmesine gerek yoktur.” Denetliyordu; ama ona karşı bir dava açılmasın diye sorumluluğu da üzerine almamaya çalışıyordu. O komisyon 12 Eylül’de geldi. Bildiğim kadarıyla, sinema-televizyondan birileri, askeriyeden biri, emniyetten biri, bir hâkim ya da savcı ve bir sanatçı vardı bünyesinde. 5 kişilik bir komisyondu. O dönemlerde politik müzik albümü yapan şirketler bu komisyondan çok korkardı. Unkapanı çok dosyaya takılmıştır; bu komisyon yüzünden şarkılar, sözler değişmiştir. Aslında, Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasıyla, ulus-devletle beraber, şarkı sözlerinin değiştirilmesi, TRT’nin vasıtasıyla Türkçeleştirilmesi gibi mevzular var. Mesela TRT’de de yüzlerce türkü, denetimden geçememiştir -ki yüz yıllık türkülerdir bunlar. Neyse, gelelim o döneme… Ahmet Arif’i çıkardığımızda, “Allah Allah, şiirin albümü mü olur?” diye karşı çıkılmıştı; ama satışlar çok iyi gitti. Demek ki, o dönem buna ihtiyaç da vardı. Dediğim gibi, Ezginin Günlüğü’ydü, Çağdaş Türkü’ydü, Yeni Türkü’ydü veya âşıklar, ozanlar. Mesela Türkiye’de “politik sol” diyebileceğimiz Alevi türkülerinin ya da protest müziğin satış oranlan %12’lere, %15’lere varıyordu. Çok ciddi bir rakam bu; çünkü şu anda %1-2’lerde bile değil. ’88–89ʻların başıydı ve öyle bir furya vardı.

O dönemde Kürtçe yasağı da vardı, biliyorsunuz. Beşir Kaya ve birkaç isim vardı; Doğu türküleri söylerlerdi. Türkülerin içinde birkaç Kürtçe söz geçirirlerdi; millet, “Oh!” derdi. O birkaç kelime Kürtçe yüzünden deli gibi satardı o albümler. Ondan sonra Rahmi Saltuk, Hoy Nare‘yi yapmaya karar verdi. O, resmi ilk Kürtçe albümdür mesela. Biz onu Kültür Bakanlığı’na, “Türkçe” diye verdik; toplatılmasın diye de dağıtımını gece, fabrikadan yaptırdık. Manisa’daydı o zamanlar Raks fabrikası. Tezgâhlara konunca, hemen Sabah gazetesinden bir arkadaşa söyledik; “İlk Kürtçe Albüm” diye ilk sayfadan manşete girdi. Özal dönemiydi ve bayağı fırtınalar kopmuştu. Çok ciddiyim… Fabrikadan gece yarısı herkese dağıtmıştık; tek tek mağazalardan toplatılması çok zordu. Polisler denedi; ama güçleri yetmedi. Emniyetin de gücü yetmedi bu albümleri toplamaya. Sonra, Özal apar topar bir yasa düzenledi. Hatırladığım kadarıyla, bayrağı olmayan ya da Türkiye’nin resmi olarak tanımadığı, ulus-devlet olmayan ülke insanlarının yaptığı müziğe dairdi bu yasa. Bunun yanında, 12 Eylül’de çıkmış, “azınlık müzikleri” yasağı da var. Sonradan değişti bu; ama Rahmi Saltuk bu yüzden yargılandı. Rahmi Saltuk, “Yapacağım! İçeri girersem girerim. Ne demek yasak?” dedi. Karar verdi ve yaptı.

Bu, Kürtçe albüm yapmak isteyen başka sanatçılar için de cesaret verici olmuştur herhalde… 

Evet, bu albüm çıkınca ardından çorap söküğü gibi Kürtçe albümler geldi. Osman Aktaş’la bir akşam karar verdik, “Newroz diye bir çalışma yapalım, enstrümantal olsun.” dedik. Hatta kapak resmine peşmerge fotoğrafı koyduk ve ağzını da bantladık: “Dilleri yasak!” anlamına geliyordu bizim için. Cumhuriyet gazetesi o reklamı, ağzında bant olduğu için yayınlamadı; hiçbir yere ilan olarak da veremedik. Hatta konusu olmuştur ve gazeteler arasında tartışma yaratmıştır: “Bir ilan nasıl sansürlenir?” diye… O dönemki Güneş gazetesinde yazılar çıkmıştı, ciddi olay olmuştu. Ondan sonra Newroz serisine başladık ve bir albüm daha hazırladık Hasret’le (Gültekin) beraber. Saltuk Plak’tan ayrıldığım dönemdir. Saltuk Plak’taki arkadaşlar dediler ki: “Grup Yorum diye bir topluluk, kendisine bir şirket arıyor.” Bilmiyorum Grup Yorum’u; tanımıyorum. Çığlık diye bir albümleri varmış, alıp dinledim; ilgimi çekti. Sordum sağa sola, dediler ki, “Bunlar sol gençlik grubu, sol müzik yapıyorlar.” Aradım kendilerini, şirkete geldiler. Saltuk Plak’ta ekonomik güç de yoktu. Annemden 13-14 tane bilezik almıştım; o bileziklerin parasıyla stüdyo masraflarını karşıladık yanlış hatırlamıyorsam. Müthiş sattı; kapıda kuyruk vardı. “Cemo” şarkısı bütün iskelelerde, Beyoğlu’nda, bütün İstanbul sokaklarında çalıyordu. Her yer “Cemo!” diye inliyordu. Çok ciddi bir satış rakamına ulaşılmıştı. İşte o dönem, benim Saltuk Plak’tan ayrıldığım dönemdir. CD devri başlamıştı; Şivan Perwer’in Kirive adlı albümünü yayınladık- Hasret Gültekin de “Kirive”yi türkü olarak bağlamasıyla okudu.

Herhangi bir zorlukla karşılaşmıyor muydunuz? Neticede, yasakların olduğu dönemlerden bahsediyorsun…

 

Bakanlığa, “Türkçedir.” diye verdiğim için ve bakanlığa gelen beyan esas alındığı için, piyasaya çıktıktan sonra devlet bir şey yapamıyordu. En fazla, yanlış beyan verdiğim için dava açılabilirdi; onu da yapmadılar ya da uyanamadılar. Onların derdi, albümü yasaklamaktı. Neticede, biz Şivan Perwer’i çıkarttık ve artık Kürtçe dönemini bir şekilde açmış olduk.

Saltuk Plak’tan ayrıldım, dedin ve ardından Kalan Müzik kuruldu… İlk albümler nelerdi?

“Kötü komşu insanı mal sahibi yapar.” diye bir söz vardır ya, biz de Kalan’ı kurmaya karar verdik. Kulübeden bir şirket kurduk. Grup Yorum albümlerini yapmaya başladık. Gülbahar’ın Yolundan Ayrılan ve Yürek Çağrısı adlı albümlerini yaptık art arda. Kalan Müzik’in ilk iki albümü budur zaten. 1991’de kurduk Kalan’ı.

Bunca yasaklama varken, nasıl oluyordu da “sol” ya da “muhalif” albümler yayınlıyordun? Ne gibi engellemelerle karşılaşıyordun?

O zaman hiç çekinmiyordum; çünkü yasaklamalar bana çok saçma geliyordu. Politik olarak planlanmış, programlanmış hiçbir şey yok. Yapalım mı? Yapalım! Herkes sanıyordu ki, bu işler planlı. Yok tabii ki, öyle bir şey yok. Çıkıyor, ifade veriyorduk. Gırgır şamata… Herkes şaşırıyor, “Sen nasıl DGM’ye yalnız başına gidersin?” diyordu. Gidiyordum…

Daha sonra “sol” müziğin yanı sıra, farklı müzik türleri de Kalan Müzik’in raflarında yer almaya başladı. Farklı türlerde müziklerin gündeme gelmesiyle çevren de genişlemiş olmalı…

’90’ların başında Raks‘ın, Universal’in kurulmasıyla, o dönemlerde “özgün müzik” dinlenir oldu. Ahmet Kaya her yerde vardı. İlk kazandığımız parayla eski repertuvarlar satın almaya başladık. Sonra, sadece türkü albümleri yapmak bize çok saçma gelmeye başladı. O sırada ufak ufak, Kesme Şeker gibi rock grupları da gelmeye başladı bize; onların da albümlerini yaptık.

O sırada Türkiye’de bir “taverna müziği” furyası var; Arif Susam’lar, Cengiz Kurtoğlu’lar… Öyle bir furya ki, yıkılıyor tavernalar… Sonuçta, biz böyle albümler yapmaya başlayınca gazetelerin ve köşe yazarlarının da dikkatini çektik. Yavaş yavaş, “Ne tür kültürel çalışmalar yaparız? Nasıl yaparız?” soruları üzerinden hareket etmeye başladık. Sadece Kürtlerin müziğini değil, Ermenilerin de müziğini yapalım, dedik ve Ermeni Halk Müzikleri serisini çıkardık. Bunun yanında, Gürcistan albümünü, Türki Cumhuriyetler albümünü çıkardık. Klezmer Yahudi Müziği albümü çıkardık; Rebetikalar yaptık…

Biz bunları yapınca baktık ki, kültürel çevremiz de değişiyor. Eskiden buraya sendikacılar, işçiler gelip giderdi; fakat artık öğretim görevlileri, etnomüzikologlar gelip gitmeye başladı. Gelince, proje de önermeye başladılar.

Plane Recordings adında Alman bir plak şirketi vardı. Alman Komünist Partisi’nin de yayın organıydı. Hâlâ da politik albümlerin yanı sıra kültürel işler yapıyorlar. Amerika’da Smithsonian Folkways Recordings vardı; bir kütüphane, bir enstitü gibi çalışıyordu. Ben bu şirketleri örnek almaya başladım ve kültürel işler yapmaya karar verdim. Bu konuda, kim ne biliyorsa onları çağırmaya başladım; neticede, ben hiçbir şey bilmiyordum. Neşet Ertaş’ı biliyorum; ama hiç ciddi dinlememişim mesela. Muharrem Ertaş kimdir, bilmiyorum. Amerikalılar Tamburi Cemil Bey’in taşplak kayıtlarını temizlemişler; “Kimdir bu?” diyorum mesela. Amerika’daki şirketler, İstanbul’da 1925 yılında yapılmış taşplakların, Tamburi Cemil’in, Udi Hrant’ın… bütün bu ustaların haklarını almış. Bunların gündeme gelmesiyle, köşe yazarları bile gazetelerinde Kalan Müzik’e olağanüstü destek vermeye başladı. Hemen ardından, Seyyan Hanım’ın Tangoları’nı, Eski Cumhuriyet Dönemi Kadınları’nı, tek başımıza temizleyip de piyasaya verince gördüler ki, eskiden sadece sol örgütlerin yayın organı gibi görünen Kalan Müzik’in hatta DGM’de yargılandığımızda, Dev Sol’un yayın organı olarak algılanmıştık- daha geniş bir çevresi ve kültür politikası var.

Ben bunları yaptıkça sektördekiler de “Bu aptal neler yapıyor böyle?” gibi şeyler söylüyordu. Basında çok daha değişik yazıların çıkması, köşe yazarlarının hakkımızda yazmaya başlaması bize büyük güç verdi. Bizim şirket, bir anda bu işle ilgili araştırma yapan insanlarla dolup taşmaya başladı. Cemal Ünlüler geldi, rahmetli Cem Taylan’lar Boğaziçi Üniversitesi’nde hocaydı geldi, Melih Duygulular geldi. Bu arada, birçok Anadolu âşığıyla bağlantıya geçildi. Onlarla ilgili bilgi ve fotoğraflara ulaşıldı. Bir anda, müthiş bir arşive ulaştık. Aşık müziği yanında, Klasik Türk Müziği ile ilgili araştırma ve çalışmalara da başladık. Yansımalar un ilk albümünü yaptığımızda ney sesi, yeni bir müzikmiş gibi algılanıyordu. “Yansımalar’ın Kalan Müzik’te ne işi var?” deniyordu. Fakat zamanla herkes alışmaya başladı.

Kalan Müzik iki yönüyle biliniyor: Birincisi gruplar ya da kişisel projeler; ikincisi, derleme araştırma çalışmaları. Bu Melih Duyguluların, Bayram Bilge Tokerlerin, Ulaş Özdemirlerin … yaptığı arşiv, derleme çalışmalarından bahseder misin biraz?

İyi, samimi, dürüst ama bana göre eksik çalışmalar. Melih Duygulu’nun yaptıkları da bana göre eksik. BGST’nin yaptığı Eyhok-Hakkâri Müzikleri derleme çalışması da bana göre tam olarak Hakkâri’yi yansıtmıyor; ama samimi çalışmalardır. Süryaniler albümü yapılmıştır mesela; ama halk müziği ile ilgili çok da iyi örnekler yoktur bu albümün içinde. Bir ara Kürt müziği antolojisi çıkaralım dedik. Ancak olamadı, kimse kimseye arşiv vermiyor. Kültürel anlamda bir dayanışma söz konusu değil. Birol’un (Topaloğlu) derlemelerinin de tamamen Lazları temsil ettiğini düşünmüyorum. İyi niyetli çabalar; ama dört dörtlük çalışmalar olduğunu düşünmüyorum.

Neşet Ertaş olaylarına gelince… Kendisi de Almanya’da olduğu için, çalışmaları özellikle milliyetçi şirketlerin elindeydi. Milliyetçi örgüt ve dernekler tarafından sahipleniliyordu. Mesela, bir gün köye geliyor; oranın solcuları değil de MHP’lileri gidip ona plaket veriyorlar. Bizim Neşet Ertaş çalışmalarımız, biraz da yayın haklan bu kesimlerde olmasın diye yapılmış bir operasyondur. Neşet Ertaş bilmez nereye, hangi geceye gittiğini. Onu bir halk gecesine çağırırlar, bir bakarsın MHP bayrakları dalgalanır. O saatten sonra sahneden de inemez. Bunlar hep yaşanmıştır geçmişte. Kalan Müzik’e geçtikten sonra, artık o gecelere gitmemiştir Neşet Ertaş; çünkü kendisi, ne tür bir geceye çıkacağı konusunda bizim tarafımızdan, önceden bilgilendirilmiştir. Parti gecelerine değil; sponsorlar bulunup ücretsiz halk konserlerine yönlendirilmiştir. Bir şekilde siyasi görüşü de korunmuştur. Orta Anadolu’da aynı operasyon, Muharem Ertaş, Çekiç Ali ve Hacı Taşan ile ilgili yapılmıştır. Kalan Müzik’in yapmış olduğu en önemli operasyonlardandır bunlar.

Kalan Müzik’in çalışmaları, insanlara cesaret de vermiştir. Mesela, biz bu işleri yaptıktan sonra, azınlıklarla ilgili daha çok kitap veya albüm yayınlanmıştır. Cumhuriyet döneminden sonraki kitaplara bakın. Mesela Urfa diye bir kitap vardı, sanki orada hiç Arap, hiç Kürt yokmuş gibi yazılmıştır. Bir tane Kürt, bir tane Süryani, bir tane Arap lafı bile geçmez. Farklı etnik ve inançsal toplulukları gerçek anlamıyla yansıtmaz. İddia ediyorum, Kalan Müzik’in bu çalışmalarından sonra, pek çok müzik yazarı ve araştırmacı kendisine çekidüzen vermiştir.

Etnik müzik konusuna da girmiş oldun. Sen nasıl gözlemliyorsun farklı etnik ya da inançsal kimliklerin müzik endüstrisi içindeki yerlerini? Farklı kimliklerin kendilerini ifade etme olanakları ne durumda, ne kadar yaygınlaştı? 

 

Rebetika’yı ilk yayınladığımızda, pek çok kimsenin, “Rebetler kimdir? Mübadele nedir?” konusunda herhangi bir bilgisi yoktu. Pek çok insan, Rebetlerin; İzmir’den ve İstanbul’dan zorla gönderilen insanların sesi olduğunu CD kapağındaki bir sayfalık yazıyla öğrendi. Ondan sonra bu konuyla ilgili kitaplar almaya başladılar. Sadece buradaki Rum azınlık almadı bu albümleri; Türkiye’nin her yerinde Rebetika’yı çok rahat sattık. Mesela Ermeni Halk Müziği’ni yayınladığımızda zannettik ki, Türkî Cumhuriyetlerde çok satacak; ilk bir haftada gittiği her yerden geri geldi. Müzik bayileri şaşırdılar ve ufak ufak iade etmeye çalıştılar. Ancak, ardından bizdeki 30 şehirde, Türkî Cumhuriyetlerdekinden 20-30 kat daha fazla satıldı. Bu demek oluyor ki, sadece Ermeniler almadı, Türkler de aldı; Türkler, kendilerinden bir şey buldular bu müzikte.

Bu durumu neye bağlıyorsun? 

Eskiden kimse, “Şuralıyım, buralıyım, şu kökenliyim…” demiyordu. Kürt hareketinin Türkiye insanına kazandırdığı bir şey var aslında: İnsanlar kökenlerini çok rahatlıkla söyler hale geldiler. İşin gerçeği, artık herkes kökenini araştırır, Kürdüm, Lazım, Ermeniyim, … diyebilir hale geldi. Daha önce ulus-devlet, “Bu topraklarda yaşayan herkes Türk!” derken, bu durum bir anda değişti, tersine döndü. Hatırlıyorum, eskiden, “Aleviyim” demeye bile korkardık. Mesela, bizim Tuncelilere, “Nerelisin?” diye sordukları zaman, “Elazığlıyım” derlerdi. İnsanlar Alevi olduğunu söylemekten çekiniyordu -devlet memuru da olsa, polis memuru da olsa, subay da olsa…

Kardeş Türküler’le nasıl tanıştığını anlatır mısın? 

Kardeş Türküler’in bir üniversite kaydı vardı; elden çoğaltılmış bir kaset kaydı. Bize ara sıra haklarında bilgi geliyordu: “Şöyle bir grup var, Kalan Müzik de ilgilense…” diye. Birkaç defa daha söylenince, “Nedir bu?” deyip bir kaset kopyası bulduk. “San Gelin” söyleniyordu kasette. Dedim ki, bu şarkıların orijinallerini yayınladık biz; kim ne yapsın bu grubun yorumlarını? Bu albümü dinledikten sonra, Kardeş Türküler’e, ilk dönemler biraz soğuk baktım. Ardından, Feryal Öney’in Hardasan-Azeri Şarkıları albümü çıkmış; ondan da haberim yoktu benim. Kemal Sahir Gürel aracılığıyla BGST ile bir görüşme yaptık; ama çok komik bir görüşmeydi, ilgilenmedik. O sıralar başka işlerle uğraşıyorduk. O görüşmede, “Albüm yaparız ya da yapmayız.” şeklinde konuşmadık. Kemal, Grup Yorum’dan ayrıldıktan sonra benim yakından desteklediğim bir insandı ve Kardeş Türküler’e olumlu bakmam Kemal’in ısrarıyla oldu, diyebilirim. Sonra, bana stüdyoda yapılmış ilk kayıtlar gelmeye başladığında, dedim ki, “Bu çocuklar bambaşka bir şey düşünüyorlar. ‘‘Demmê’’yi hatırlıyorum, sound çok farklıydı.’

Biz sanatçıyla stüdyoya girdiğimizde, kısıtlama getirmeyiz. “Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın!” diye bir şey yoktur. Şöyle söylediğimi hatırlıyorum; “Rahat olun!” Sonuçta, sizin grubu desteklemeye karar verdik. Albümü çıkardık ve o dönemler 30.000 civarında sattık.

Doğu albümüne girdikten sonra işin rengi değişti. O “Kerwanê” şarkısı girildikten sonra, dedim ki, “Bu çocuklar uçacak herhalde.” Kardeş Türküler’in Bahçelievler’de bir konserini izledim. Dedim, “Eyvah, bir şeyler yapmak gerekiyor. Bu çocuklar güzel bir şekilde lanse etmek gerekiyor, ki herkes onları kucaklasın.” Doğu albümü ilk çıktığında hemen Mustafa Oğuz’la görüştüm. O sırada, Neşet Ertaş’ın albümlerinin yayın hakkını almıştık. Civan Gasparyan’ı da buraya çağırmıştık; Erkan Oğur’la bir proje önerdik. O dönem biz de ataktayız; sadece o yıl, 1 milyon civarında albüm satmıştık Kalan Müzik olarak. Bu çok ciddi bir rakamdı.

Mustafa Oğuz’la Harbiye Açıkhava için konuştuk, 3 konser önerdik: Neşet Ertaş, Kardeş Türküler, Erkan Oğur&Civan Gasparyan. Bir kahve makinesine bahse girdik onunla. “Açıkhava 3 konserde de dolacak, hatta dışarıda da izleyici kalacak…” O da hep Sezen Aksu, MFÖ, Goran Bregoviç… gibi sanatçılarla ilgileniyordu. Sonunda ikna oldu; fakat güvenmediği için, diğer sanatçılara o zamanın parasıyla 15 milyar verirken, bizim sanatçılara daha ufak paralar teklif etti. 2,5 milyar gibi çok komik fiyatlara anlaşmalar yaptık.

Konser akşamı, gece haberlerinde ATV, Kanal D, Show TV– gündem oldu Kardeş Türküler. İçerisi tika basa doluyken, dışarda upuzun kuyruklar oluşmuştu; merdivenler dahi satılmıştı. Bir yil sonra Mustafa Oğuz ya Tempo ya da Aktüel’e şöyle demişti, “Açıkhava tarihindeki en çok biletli izleyici, Kardeş Türküler konserine gelmiştir.” Açıkhava konseri için ayakta bilet satıldığından, ki bunlar korsan bilettir, dışarda da 1500-2000 kişinin kaldığından bahsediliyordu. Bunlar gece haberlerinde çıktı. Neşet Ertaş da aynı şekilde çok Kalabalıktı. Gasparyan&Erkan Oğur için ise işin başka bir boyutu söz konusuydu: Türk-Ermeni konsepti… Kardeş Türküler’in sahne performansı alışılmış konserlerin dışındaydı. Özetle Kardeş Türküler’e büyük bir sempati oluştu ve Kardeş Türküler dinlemek bir moda haline geldi.

Kardeş Türküler’in soundu farklı, gösterisi farklıydı; Açıkhava konserleri çok konuşulmaya başlandı. Ardından dansçıların da eklenmesi güzel oldu. Birinci albüm (Kardeş Türküler), amatör bir ruhla yapılmıştı. Doğu biraz daha profesyoneldi ve çok ciddi bir çıkış noktası yakaladı. Nasıl Erkan Oğur’un Gülün Kokusu Vardı albümü halk müziğinin seyrini değiştirdiyse, Kardeş Türküler’in yaptığı müzik de birçok yeni çıkan gruba, hatta rock gruplarından popçulara kadar pek çok kişiye ilham vermiştir. Soundlara bakın, bir taklit mutlaka söz konusudur. Kardeş Türküler’de -bilhassa perküsyon ve vokaller- bir şarkıyı neredeyse bir görüntü akışı varmış gibi sunuyordu. Bunun, insanlara çok sempatik geldiğini düşünüyorum.

Harbiye konserlerinin birçoğuna tanık oldun. Seyirci tepkisine, seyirci profiline dair gözlemlerin, konserlerin sunumuna dair, repertuvar seçimine, performansa dair görüşlerin nedir? 

İlk başlardaki o sempatiyi, duyguyu ben de hissetmiştim. Özel yazı işleri müdürlerinden tutun da, işadamlarına kadar davetiye isteyenler vardı. Sonra dile gelen eleştiriler, sanki biraz Kürt grubu havasına büründüğünü ima ediyordu. Sırf bu yüzden konserlere gelmeyen insanlar olduğunu biliyorum: “Yine gideceğiz, yine aynı şeyler olacak; Kürtçe söylüyor, Türkçe açıklamasını bile yapmıyorlar.” diye düşünmeye başladı insanlar. Bana göre de kesinlikle Kürtçenin ağırlığı fazla oldu. Bu yönüyle, Kardeş Türküler’in belli bir hayran kitlesini kaybettiğini düşünüyorum.

O döneme dair söylemek istediğim, önemli gördüğüm bir nokta da şudur: Biz bütün bunları yaparken, şirket olarak büyük sorunlar yaşıyorduk. Mesela o dönem “ölüm oruçları” vardı ve biz, bu eylemlerle ilgili albümler yapmıştık. İşte, Boran Fırtınası’ndan dolayı şirkete baskınlar oluyordu; DGM’de sürekli ifade veriyordum. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, sol örgütlere yardım ediyoruz, diye kapatılmamız için dava açmıştı. Bu davaların sonuçlanmasının ardından, 10 yıl önce çıkmış bir albümden dolayı apar topar lisansımız elimizden alındı. Bize açılan bu dava, bildiğim kadarıyla, Türkiye’de bir müzik şirketinin kapatılması için açılan ilk davadır. Sonra bir müzik şirketinin lisansının iptal edilmesi, “ölüm oruçları” nedeniyle kasetlerin toplatılması, benim 3 yıl hapis almam… O zamanın Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın çabasıyla kurtulmam dönemin haber konusu olmuştu. O dönemler bizim en çok sıkıntı ve baskı hissettiğimiz dönemlerdi.

Bütün bunlar yaşarken, Kardeş Türküler’i onların bizi sahiplenemediği kadar çok sahiplendik. Türkçe-Kürtçe klibi (“Kara Üzüm Habbesi”) ilk defa televizyonlarda biz yayınlattık. Ardından çok daha profesyonelce bir Kürtçe klip çekildi ve yayınlansın diye gazetelere ilan verildi. “Mîrkut” TRT’de yayınlanan ilk Kürtçe kliptir; TRT ilk Kürtçe yayına da Kardeş Türküler ile başlamıştır. Bir şekilde şirket Kardeş Türküler’i korudu, kolladı.

Müzik endüstrisi içinde yer almış ve bunu çok yakından takip etmiş birisin. ’80ʻler, ’90ʻlar ve 2000ʻler… Tabii ki Türkiye’de, bir dönem kasetler vardı, sonra CD’ye geçildi, ondan sonra da dijital ortama geçti artık şarkılar, albümler. Müzik endüstrisinde kullanılan araçlar, gereçler, bunların geçirdiği evrim nelere yol açtı? Neler getirdi, neler götürdü? Biraz bunlara değinir misin?

Eskiden 45’lik plaklar vardı; bir sanatçıya bir seferinde 2 tane şarkı yaptırırdık. Bu, şirket için çok ucuz, sanatçı için de çok kolaydı. Düzenlemecisinden, yorumcusuna kadar herkes sadece 2 şarkıya yoğunlaşıyordu. Bir 45’lik plak 5-6 tane olduğunda ise bir longplaye dönüşürdü. Eskiden sadece hücum kayıt yapılıyordu. Orhan Gencebay kayıtlarını hatırlıyorum; stüdyoya girilir ve bir haftada kayıt tamamlanırdı. Daha sonra kanal kayıtları başladı; müzisyenler aynı aynı girmeye başlayınca, bana göre hem ruh öldü hem maliyetler arttı. Satışların çok olduğu dönemde, bu durum şirketleri fazla yıpratmıyordu; ama şimdiki durum şu anki satış koşullarında ancak maliyeti karşılayabiliyor. Artık bir sanatçının albüm satışından para kazanma dönemi bitti.

Kardeş Türküler, birinci albümünü amatör ruhla yaptığı için güzeldi. Doğu albümü de keza öyle; ama daha çok düşünüp daha çok titizlenince kaybetti. Mesela Hemâvâz albümü; para yokluğunda, ekonomik kriz döneminde, 1200-1400 saat gibi bir zaman diliminde tamamlandı. Üstelik Türkiye’nin en pahalı stüdyosu kullanıldığı halde… O döneme göre çok ciddi bir para verildi. Ancak 80 bin sattığında albümün maliyeti çıkabilecekti -ki dünyanın hiçbir yerinde böyle bir satış rakamı yoktu. Yani Kardeş Türküler’in ilk albümünü ya da Doğu albümünü 15-20 bin sattığımızda tüm giderleri karşılayabiliyorduk. Hemâvâz yapılırken zamanın iyi değerlendirilmediğini, önceden iyi hazırlık yapılmadığını, stüdyodaki zamanların tamamen denemeyle geçtiğini düşünüyorum -ki çok lüks bir şeydi bu. Yani o parayı stüdyoda elin adamına vereceğimize, biz o aletleri satın alırdık. Hemâvâz albümüne verilen parayla, çok profesyonel bir stüdyo kurulabilirdi. Çok profesyonel bir stüdyodan bahsediyorum, Kardeş Türküler’in bugün kendisine açtığı stüdyo gibi değil. Stüdyonun saati 60 dolar civarıydı ve 1400 saat harcandı. Buyrun, hesabını siz yapın. Ben stüdyoya birkaç defa geldim, daraldım; çünkü deneme tahtası gibiydi. Onun hatasıdır, bunun hatasıdır demiyorum. Bence bütün grubun hatasıdır.

Kanal kaydı, görünürde birçok avantaj sağlıyor. Müzisyen, enstrümanının bir sürü olanağını kanal kaydıyla arttırabiliyor; fakat bu durum, konser performansını güçleştiriyor. Bunu, Erdal Erzincan da, kendisiyle yaptığımız söyleşide dile getirmişti. Yani konserde o soundu ortaya çıkarmak zor oluyor… 

Kardeş Türküler’de bir sanatçı için çok önemli olan bir beceri var. Cem Karaca için de geçerlidir mesela… İyi grup veya iyi sanatçı, konserde albümdeki performansının %40-50’sini gösterebiliyorsa, bu çok büyük başarıdır. Kardeş Türküler, bunu yapabiliyor.

’90ʻlarda, 2000’lerde piyasaya bir sürü albüm çıktı ve bununla birlikte “stüdyo müzisyenliği” diye bir kavramdan bahsedilir oldu. Neredeyse tüm albümlerde, “Türkiye’nin en iyi müzisyenleridir.” diyebileceğimiz bu virtüöz arkadaşlar çaldı. Projelerin, grupların bu virtüözlere yönelmesi, birçok albümün birbirine benzer tatta olması sonucunu doğurdu. Sen nasıl değerlendiriyorsun bu stüdyo müzisyenliği olayını?

İsmail Soyberk’le de çalıştım, Erdinç’le (Şenyaylar) de çalıştım. Bunlar çok iyi müzisyenler. Bu dönemler, onların para bastığı dönemler. Aranjör, aranjör değil ki… Mesela bir türküyü düzenlemiş; ama ‘‘şarkıyı bir defa dinle, kafana göre takıl’’ diyor. Müzisyen şarkıyı stüdyoda öğreniyor; dinliyor bir defa, ikincide kayda giriyor. Fabrika gibi çalışıyorlar. İyi performans bekleyemezsin; çünkü orada yaratıcılık yok. Stüdyo müzisyeni hangi albüme çaldığını bile bilmez. O kadar çok albüme çalmıştır ki… Tabii, albümlerin birbirine benzemesinin bir nedeni de şu: Son 10-15 yılda yapılan bütün türkü albümlerine bak; iddia ediyorum, 700 veya 800 türkü etrafında dönüyor. Türkiye’de derlenen 12.000 türkü var; yeterince araştırılmıyor. Bu da müzikte monotonluk yarattı.

’90’lar müzik piyasasının bir başka gerçeği de türkü barlar. Türkü barlar nasıl bir ihtiyaçtan doğdu, nerelere geldi? Konserleri, türkülerin soundunu, tavrını nasıl etkiledi sence?

 

Türkü barlara baktığınızda; herkesin eşiyle, dostuyla geldiği yerler, Anadolu’dan gelip şehre yerleşmiş insanların toplanma mekânları olduğunu görürsünüz. Ancak, bu barlarda türküler de meze olmuş durumda. Birkaç türküden sonra insanlar bağıra bağıra konuşuyor, kimse müzik dinlemiyor. Müzik dinleme kültürü yok, nitelikli bir konser dinleyicisi yok. Sahnede güzel bir konser varken, insanlar bir birayı, masabaşı muhabbetini tercih edebiliyorlar.

 

Türkü barların ’90’lar sounduna etkisi oldu mu? Mesela gitar-bağlama ikilisi…

Onu ilk Ayşegül’le yaptık. Ayşegül bar türküleri anlamında kilometre taşıdır; çünkü repertuvarı, barlarda dinlenen türkülere göre ayarlanmıştır. O zamanlar barlar yeni açılmıştı; biz Ayşegül’ü ilk defa barda dinlemiştik. Ayşegül’e, “Bu türküleri okuyacaksın.” dedim. Erdinç ve İsmail’e de “Düzenlemede bağlama olmasın.” dedim ve albüm çok sattı. Beyoğlu inim inim inledi. Ondan sonra, Yavuz Bingöl çıkmıştır.

’90ʻlarla birlikte, albümlerin satılabilmesi, popülerleşebilmesi adına, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de “video klip endüstrisi” ortaya çıktı. Klip yönetmenleri, klip kızları, klip oğlanları yarattı bu endüstri. Kral TV ve benzeri video klip kanalları çıktı ortaya. Sanatçılar, albüm yaptıktan sonra, bir de klip için masraf yapmak, klip şarkısı düşünmek mecburiyetinde hissettiler kendilerini. Bir yapımcı olarak, bir sürü para verip sanatçılara klip yapma ve bunları TV’lerde yayınlatma zorunluluğu neler düşündürdü sana? Albüm satışları üzerinde gerçekten etkisi oldu mu?

 

Unkapanı yapımcılarının genel politikasını bildiğim için, “Bu da nerden çıktı, bir de klibe mi para vereceğiz?” diye düşünen olduğunu sanmıyorum. Bu işi ilk yapanlar, kaymağını da yediler. ’90’ların başında bir klip furyası yaşandı; müthiş paralar harcandı kliplere. Televizyonlar için de bulunmaz bir nimetti; çünkü artık çekimlerle uğraşmayacaklardı. Eskiden TRT ekipleri gelir, kameraları kurar, sabahtan akşama kadar uğraşırlardı 3 dakikalık bir şey için. Düşünün, televizyonlara çok profesyonelce çekilmiş hazır malzeme geliyor ve klip sahibi bir de bunları yayınlatmak için para ödüyor onlara. Balıklama atladı televizyon sahipleri; sabah akşam bunları gösteriyorlardı. Halk da benimsedi yapılan şeyi, albüm alacaksa en fazla klibini seyrettiği ve beğendiği sanatçının albümünü aldı. İlk dönem klip çekenler bu işin kaymağını yediler, karşılığını kat kat aldılar.

Biz de sanatçılarımıza klip yaptık; ama gösterilmedi. O işi beceremedik. Gülay’ın albümü çok satıyordu. 200-250 bin kadardı satış rakamı; ama klip yaptık, satışlar durmaya başladı. Biz kimin klibini çektiysek, satışı durdu. Kalan Müzik klip yapacak ve bunların yayınlanması için para verecek… Bu, Kalan Müzik’in yapısına uygun değil.

Kardeş Türküler’in son klibine (“Mîrkut”a) harcadığımız para 35-40 milyar civarındadır; klip endüstrisi içinde küçük bir paradır. Peki, o klibin karşılığı dönmüş müdür? Tabii ki Kürtçe bir şarkıya klip yapılmasının farklı bir anlamı var. İlerde, Türkiye müzik tarihi yazıldığı zaman, Kardeş Türküler’in “Kara Üzüm Habbesi” ve “Mirkut” klipleri ve yarattığı tartışma, bu tarihin içerisinde yerini alacaktır, diye düşünüyorum. Sen bunu parayla, reklam olarak yapmaya kalksan, yapamazsın. Kardeş Türküler ve Kalan Müzik, bütün bu işin mücadelesini verirken de -maddi anlamda değil; ama manevi anlamda- karşılığını almıştır.

Kalan Müzik’in film müzikleri alanında da adını duyurmuş projelere imza attığını biliyoruz. Kardeş Türküler de Vizontele ve Vizontele Tuuba filmlerinin müziklerini yapmış ve Kalan Müzik’ten soundtrack olarak çıkarmıştı. Bu projelere dair senin yorumun nedir? Sinemada filmleri izleyip müzikleri dinlerken ne düşündün?

Eşkıya, Vizontele, Neredesin Firuze gibi filmler olay olmuştur. Bu, Kalan Müzik’in destek verdiği ya da buraya bağlı sanatçıların, aslında görüntüye müzik yapma konusunda çok yetenekli, çok duyarlı olduğunu gösteriyor. Bu arada, Türkiye’deki sinema yapımcılarının da aslında ne kadar beceriksiz olduğunu bir şekilde ortaya çıkarıyor. Neticede şunu düşünüyorsun: Sen bu işi onlardan daha iyi yapabilirsin. Türkiye’de yönetmen, her şeyi çok iyi bildiğini zanneder. Bence Kardeş Türküler’in Vizontele‘nin müziğini yapmaya hiç ihtiyacı yoktu. Yapmasaydı daha iyi olurdu, diye düşünüyorum. Filmde müzik yapacak yer yoktu aslında. Sana öyle bir sahne vermemişler ki! Sahne o kadar kısa ki, neresine müzik yapacaksın? Antalya’da en iyi film müziği dalında ödül de almıştır; ama bana kalırsa, olmasa da olurdu.

“Görüntü-müzik ilişkisi” deyince, aklımıza bugüne, 2000’li yıllara damgasını vurmuş olan “dizi müzikleri” endüstrisi geliyor. Dizi müzikleri hakkında ne düşünüyorsun? 

Şimdi artık yarışmalara ya da televizyon eğlence programlarına o kadar çok insan çıkıyor ki, artık klipler çok da dikkat çekmiyor. Dizi müziklerinin de bir kalıcılığı yok. Her dizi tutacak diye bir durum da yok. Müzikten anlayan da anlamayan da dizi müziği işine girmiş durumda. Yapılan işin çoğu zaten bilgisayar müziği. Bu arada, dikkat edin, şu anda en popüler olan dizilerin müziklerinin soundu Kardeş Türküler’e benziyor. Yapacak bir şey yok. Bu, Kardeş Türküler’e de zarar veren bir durum aslında… Bir yandan da bu işi yapanların çoğu Kalan Müzik ekibinden insanlar. Vokallerde, perküsyonlarda, düzenlemelerde … Öyle olunca da bir şekilde düzenlemeler birbirine benziyor.

Bunun kendini tüketen bir durum yarattığını düşünmüyor musun? 

Bizim millet tembeldir; okumayı sevmez, konsere gitmeyi sevmez. Oturduğu yerde, evinde televizyonunu seyreder. Dizi müziklerinin sanatçıya ve sektöre yardımcı olduğunu düşünüyorum -bizim soundlar açısından. o kadar kötü film ve dizi müzikleri yapılıyordu ki, insanlar, “Böyle müzik mi yapılır?” demeye başlamıştı. Normalde bizim yarattığımız soundu üniversite gençliği, albüm satın alanlar biliyordu; şimdi daha çok insan bu kalitedeki müziklerden haberdar oldu.

Sence önümüzdeki yıllarda müzik endüstrisini neler bekliyor? 

Artık her önüne gelen albüm yapamayacak. Muhtemelen çok yetenekli kişilerin, kendi sözünü yazabilen, kendi bestesini yapabilen, kendi enstrümanını iyi çalabilen insanların dönemi başlayacak. Sesi güzel olup da albüm yapmak isteyenlerin -çok olağanüstü bir sesleri yoksa- artık albüm yapma şansı da yok. Çok iyi beste yapan, sazına hâkim insanların şansı var; belki konserlerden bir şeyler elde edebilir ya da bestelerini pazarlayabilir. Plak şirketleri azalacak. Çoğu da kapanıyor zaten.

Zannederiz, önümüzdeki yıllarda Kardeş Türküler projesini nelerin beklediği konusunda da bir şeyler söylersin. Aslında bu konuda ara sıra görüşüyor, senin düşüncelerini de alıyoruz…

Kardeş Türküler yine, “2 tane Ermenice, 3 tane Kürtçe, bir tane Orta Anadolu, bir tane Alevi Kürt, 1 tane Karadeniz, ha Trakya’yı ihmal ettik, 1 tane de ondan koyalım.” derse, bu iş artık tutmaz. Her şey o kadar çabuk değişiyor ki! Ben Kardeş Türküler’e 4 yıl önce “Trakya müziklerinden oluşan bir albüm yapın.” dedim. Kardeş Türküler, Doğu albümünün ardından bir Balkan-Trakya albümü yapsaydı çok iyi iş yapardı, diye düşünüyorum. “Bu konuda fazla araştırma, yapmadık, bilgimiz yok, düzenleyemeyiz, …” gibi argümanlar kabul edilebilir şeyler değil. Kaldı ki, Kardeş Türküler artık kendi bestelerini yapmalı; başkalarının şarkılarını okumamalı.