Prof. Dr. F. Belma Oğul

Merhaba herkese. İlk defa 40 sene önce bu sahneye çıkmıştım. Son olarak da 15 sene önce dinozorlar olarak bir gösteri yapmıştık. O yüzden şimdi tekrar bu sahnede olmak benim için çok heyecan verici. Başka bir şapkayla olsa da. Karşımda bulunan seyircinin büyük bir bölümü de Boğaziçi Üniversitesinden sanırım. Benim öğrencilik yıllarımda da öyle oluyordu. Boğaziçi dışından çok az insan geliyordu bizim BÜFK gösterilerine. Çoğunlukla Boğaziçi’nden seyircilerimiz oluyordu. Bu heyecanı yaşamama vesile olan bu etkinlikte emeği geçenlere ve Ömer Faruk Kurhan’a teşekkür ederim.

Bu konuşmada, sanatçıların farklı motivasyonlar ve teknik bilgilerle ayrıştığı ve bu ayrışmanın sanat dünyasında çeşitliliği ve yenilikleri teşvik ettiği konusunu ele almak iistiyorum. Howard S. Becker’in “Sanat Dünyaları” kitabından ilham alarak, amatör-profesyonel ikilemini reddederek ve sanatçıları kategorize ederek sanat dünyasını anlamaya çalışacağım.

Atıl’ın da bahsettiği gibi sanat, 16., 17. ve hatta 18. yüzyılda bugün anladığımız anlamda kavramsallaştırılmıyordu. Dönemin düalist anlayışı üzerine kurulmuş anlayış ile, sanatçı ve sanatçı olmayan gibi ve hatta Kant’ın da özellikle estetik mevzusunu dile getirerek, estetiği bir bilim haline sokma iddiasıyla, sanat-zanaat ayrımında olduğu gibi bu ikiliklerin daha da derinleşerek devam ettiğini görüyoruz. Sonrasında da aristokrasinin elinde olan sanatın burjuvazinin kontrolüne doğru kaydığını görüyoruz. Özellikle de -yani müzik ve dans açısından söyleyecek olursak- endüstri devrimiyle beraber durum önemli bir dönüşüme tabi oldu. Örneğin çalgıların daha seri şekilde üretilmesi, çalgılara daha kolay ulaşılabilmesini sağladı. Böylece “amatör sanatın” da yaygınlaşması ve gelişmesi mümkün oldu. Tabi bahsettiğim bu süreç neredeyse iki yüz sene sürüyor. Bu nedenle burayı daha fazla uzatmak istemiyorum.

Bu nedenle tarihsel süreci geçip biraz düşünce akışımı temellendirdiğim Pierre Bourdieu ve Howard S. Becker’den bahsetmek istiyorum. Onların bazı kavramlarını araçsallaştırıp, amatör-profesyonel ikileminin günümüzde ne kadar anlamlı olduğu üzerine biraz düşünelim istiyorum. Şimdi her şeyden önce sanat dünyasını Bourdieucu anlamda bir alan olarak (Alancılara da bir gönderme olsun) düşünürsek, bir spor müsabakasının oynandığı alan olarak sanat dünyasını ele alabiliriz. Bu alan içerisinde oynanan oyunun, birtakım kurallar, gelenekler, alışkanlıklar ile doldurulduğunu söylüyor. Bütün bunların hepsi için de habitus kavramını kullanıyor. Bu habitusun birbirleriyle oldukça ilişkili olan ve hatta bazen de birbirinden ayrılması zor olan kültürel, sosyal, ekonomik ve bunların bütününü içeren sembolik sermaye çerçevesinde oluştuğunu belirtiyor. Tabi bu habitus değişmez değil. Özellikle sermayelerin el değiştirmesi, geliştirilmesi veya çeşitlenmesiyle bu habitus değişime uğrayabilir. Yani elbette bir yapı var ancak bu yapı değişmez bir şey değil. Sermaye süreçlerinin ve sahip olanların değişimiyle bu habitusun da değişebileceğini söylüyor. Ayrımlar (La Distinction: sous-titré Critique sociale du jugement) kitabı tam da bunu anlatıyor. Örneğin beğenilerin nasıl oluştuğuna dair bize oldukça kapsamlı bilgi veriyor. Bu bağlamda, amatör-profesyonel, hatta seyirci-performansçı ikiliklerini de bu süreklim değişimi göz önüne alarak eleştirebiliriz. Bütün aktörlerin aslında birbiriyle nasıl birlikte hareket ettiğini, nasıl birbirine bağlı olduğunu görebiliriz. Örneğin bir tiyatro kumpanyasını bu ilişkilerden yani habitustan ayrı düşünmenin veya sanat ile sanat olmayanın ne olduğunu düşünmenin çok da anlamlı olmadığını söyleyebiliriz.

Yine çok önemli bulduğum Howard S. Becker’in “Sanat Dünyaları” kitabındaki çerçevesinden biraz bahsetmek istiyorum. Becker’in kendisi de bir caz müzisyenidir. Eserinde sanatçıları, amatör veya profesyonel diye ayırmak yerine, sanat dünyasının içerisinde bulunma isteği veya isteksizliği ile teknik bilgisi üzerinden sınıflandırıyor. Böyle sınıflandırıldığında da karşımıza Becker’in önerdiği dört sanatçı tipi çıkıyor. Bu dört sanatçı kategorisinin de birbiriyle bir şekilde bağlantılı olduğunu ve yeniliklerin, mesela avangartların, başka türlü düşüncelerin ancak bu dört kategori arasındaki alışverişle olabileceğini söylüyor.

Şimdi bu dört kategoriye ayrıntılı bakmaya çalışalım. Birincisi, “entegre profesyoneller”. Bunlar sanat dünyası içerisinde yer almak istiyorlar. O sanat dünyasının bütün teknik bilgisini, estetik değerlerini, kurallarını, eğilimlerini, yani Bourdieucu kavramsallaştırmayla söyleyecek olursak habitusunu çok iyi bildikleri için o kurallara göre oynamaya devam edebiliyorlar. Bu aslında günümüzde en çok gördüğümüz sanatçı tipolojisi. Hatta bu sanatçılar, avangart olduklarını söyleseler bile bir süre sona ana akıma dahil olabiliyorlar. Dolayısıyla Becker, ana akım olma halini, entegre profesyoneller olarak nitelendiriyor. Bu sanatçılar ve bunların dahil olduğu habitus çok da yenilikçi hareketlerin gerçekleştiği yerler değil. Biraz daha iddiali bir şekilde dile getirecek olursak, esnaf gibi davrandıkları söylenebilir. Kurallara uyalım ve paramızı kazanalım diyorlar. Kuralları yıkarak ya da tartışarak risk almak istemiyorlar. Yani sanat dünyası içerisinde bulunma istekleri var ve teknik bilgiye sahipler.

İkinci kategorisi “aykırılar”. Bu aykırılara “maveric” diyor. Ben de acayipler diyorum. Bu kategorideki insanların da teknik bilgileri çok iyi ancak sanat dünyasına girme gibi bir dertleri yok. Belki bizim biraz romantikleştirdiğimiz avangartları buraya sokabiliriz. Müzik alanından örnek verecek olursak, öyle bir beste yapıyor ki aslında pratikte uygulanması mümkün değil. Orkestrasyonu öyle bir yapıyor ki dağlara tepelere yayılan bir orkestra ancak çalabilir o besteyi. Dolayısıyla uygulaması mümkün değil ama işte tam da burada yaratıcılık mevzusu devreye giriyor. Sanat dünyasının içerisinde yer almak gibi bir dertleri de olmadığı için kuralları istedikleri gibi yıkma özgürlüğünü de kendilerinde görüyorlar.

Üçüncü kategori “halk sanatçıları”. Halk sanatçılarının öncelikle teknik bilgileri formel değil. Genellikle usta-çırak ilişkisi içerisinde aktarılmış. Belki de hiç aktarılmamış ve uzaktan seyrederek veya doğrudan uygulayarak edinilmiş bilgiler bunlar. Ayrıca sanat dünyasına girmek gibi bir dertleri de yok bunların. Becker bunlara örnek olarak kilim dokuyan kadınları veriyor. Yani babası ya da kendisi için seccade ya da kilim dokuyor tamam, nasıl dokunacağını öğrenmiş ama şekiller hakkında ya da renklerin uyumu hakkında teorik bir bilgisi yok. Ve gönlünden geçtiği gibi kendini ifade ediyor. Bir arkadaşım, Hikmet Şırlak, Picasso Anadolu’da bir kadın olarak doğmuş olsaydı kesin kilim dokurdu demişti. Ve dediğim gibi teknik bilgileri sınırlı ve sanat dünyasına girmek gibi bir dertleri de yok.

Sonuncu kategoride ise “naif sanatçılar” var. Naif sanatçıların aslında teknik bilgileri yok ama sanat dünyasına girme istekleri var. Dolayısıyla sanat dünyasına girebilmek için, var olan ana akım estetik değerlerinin dışında bir şey yaparsam ancak böyle parlarım derdine düşüyorlar. Bu yüzden de örneğin var olmayan bir malzemeyi, bir yöntemi kullanıyor ve kendi dünyalarını yaratıyorlar. Bu sanatçılar, teknik bilgi eksikliği nedeniyle belki de geleneksel sanat anlayışına uymuyorlar, ancak kendi içsel motivasyonları ve yaratıcılıklarıyla dikkat çekiyorlar. Becker, bu naif sanatçıları takdir ediyor ve onların da sanat dünyasında yer alması gerektiğini vurguluyor.

Becker’in “Sanat Dünyaları” kitabı, sanatçıların farklı motivasyonlar ve teknik bilgilerle ayrıştığını gösteriyor. Bu ayrışma, sanat dünyasında farklı perspektiflerin ve yeniliklerin ortaya çıkmasını sağlıyor. Her bir kategori kendi içinde önemli bir rol oynuyor ve sanatın çeşitliliğini zenginleştiriyor.

Sonuç olarak, sanat dünyası içerisinde yer alan sanatçılar farklı kategorilere ayrılabilir ve her bir kategori kendi özelliklerine sahip olabilir. Bu kategoriler, sanatçıların motivasyonlarını, teknik bilgilerini ve sanat dünyasına girme isteklerini yansıtır ve bunun ötesinde bu kategoriler değişen kültürel, sosyal, ekonomik ve sembolik sermayelerindeki değişimler aracılığıyla birbirleriyle geçişli olabilirler. Örneğin birisi kilim dokuyan kıza, gel senin kilimlerini satın alalım ve bunları bir galeride sergileyelim diyor. Altına da kuramsal bir şey yazalım, patlatalım çağdaş sanat diye dediğinde ve kilim dokuyan kız da bunu kabul ettiğinde, o artık entegre profesyonel dünyaya adım atmış oluyor. Bir sakıncası yok tabi, hatta sakıncası olmadığı gibi katkısı da var. Çünkü o kuralların dışında bir estetik değerle, oluşmuş sanat dünyasını değiştirme potansiyeline sahip oluyor. Benzer bir şeyi diğerleri için de söyleyebiliriz.

Ben Howard Becker’in naif sanatçı ve halk sanatçısı olarak gördüğü kesimleri daha çok amatör müzik dediğimiz kategorinin içinde değerlendiriyorum. Bu insanların sanat dünyasına girme gibi bir dertleri yok. Teknik bilgilerini de kendileri geliştiriyorlar. Sanat dünyasının zorunlu gördüğü formel eğitimleri ve kuralları da göz ardı edebiliyorlar. Bu nedenle Becker’in bu iki kategorisini, amatör müzisyenler olarak ele alıyorum. Bu insanlar sanatsal üretimleriyle aslında kendilerine kültürel sermayeye dayanan kültürel ve sosyal sermayeye dayanan sosyal bir kimlik kuruyorlar. Bir başka deyişle ne kadar ağımız varsa, sosyal ilişkimiz varsa sosyal sermayemiz de o kadar gelişmiş demektir. Dolayısıyla ben eserlerimi ne kadar çok insana ulaştırabiliyorsam o kadar sosyal ilişkim ve sosyal sermayem var demektir. Sosyal kimliğim de bu ilişkiler ve/veya ağların içerisinde nasıl yer aldığıma bağlı olarak oluşuyor. Kültürel sermaye ise doğduğumuz çevrede öğrendiklerimizin bütünüdür. Örneğin annemiz babamız müzisyense veya çevremizde müzisyen insanlar varsa onlardan ister istemez öğrendiğimiz şeylerin hepsi. Ya da etnisitemiz, doğuştan getirdiğimiz özelliklerimizin hepsi kültürel sermayeyi oluşturuyor.  Elbette sonrasında eğitimle veya oluşturduğumuz sosyal sermaye ile birlikte, kültürel sermayemiz de gelişebilir. Dolayısıyla da bunların temsili olarak kimlikler karşımıza çıkıyor. Yani bir toplumun içerisindeki bulunduğum durum benim sosyal kimliğim ama neler yapıyorum? Şimdi topluluk odaklı olarak düşündüğümüzde de bu iki kimliğin varoluşunu hem sağlamış oluyoruz hem de başkalarının kültürel ve sosyal kimliği üzerine de etki etmiş oluyoruz. Topluluk odaklı sanat üretimi yaptığımızda bu bir taraftan kimliğin yeniden inşasını sağlıyor tabi.

Örneğin BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) ya da BÜFK (Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü) gibi okulda inşa edilmiş sanat ortamları, hemşeri dernekleri, belediyelerin açtığı kurslar. Bunların hepsi kimlik oluşturmada oldukça etkili oluyorlar. Ben her zaman BÜFK mezunuyum diyorum. BÜFK mezunuyum diyorum çünkü orada, bir toplulukta nasıl davranılmasını gerektiğini öğrendim. Ya da dernek başkanlığı nedir, dernek başkanlığı savaşları nedir? Burada gördüm. Aslında iş dünyasında gördüğümüz her şeyin bir modelini yaşadığımı söyleyebilirim. BÜFK ufak bir model ama bütün kurumlar yani kurumsallaşmış eğitim alanları, sanat yapma yerleri aslında topluluğa hazırlık ve entegrasyon konusunda işlev görüyor. Kulüpten öğrendiğimiz teknik bilgileri daha sonra topluma açabilme şansına sahip oluyoruz. Böylece bir kimliği de oluşturmuş oluyoruz.

Yine bir örnek olarak sokak müzisyenlerini ele alabiliriz. Sokak müzisyenliği de aslında bir kimlik. Örneğin İstiklal Caddesinde pek çok sokak müzisyeni vardı bir ara ve orada o müzikler üzerinden kimliklerini ifade ediyorlardı. Böylelikle yabancı olmaktan kurtulma şansları doğuyordu. Dolayısıyla gene bir toplulukla bütünleşme, kendi kimliklerini tanıtarak kendi kimliksel, yani müzikleri aracılığıyla kendi kimliklerini sergileyerek tanışık olma, kabul görebilme potansiyelini yaratma imkanlarına sahip olabiliyorlardı. Son zamanlarda sadece gösterilen yerlerde çalabilirsiniz dendiği için sokak müzisyenlerinin bu potansiyel biraz daha azaldı.

Üçüncü olarak da sosyal medya alanına bakabiliriz. Sosyal medya ilk başlarda amatör sanatçılar için büyük potansiyeller taşıyordu. “Ben evde yaptığım müzikleri koyarım Youtube’a oh mis gibi seyredilir, oradan da yolumu bulurum”. Tam “naif sanatçı” kafası. Ancak tabii orada da, Youtube’da görülme sıklığı, müzik şirketlerinin manipülasyonları filan, o işin o kadar da kolay olmadığı sonrasında anlaşıldı. Aynı şekilde diğer platformlar için de söyleyebiliriz bunu. Ancak yine de sanat dünyasına girmek gibi bir derdimiz varsa bunlar bizim için iyi bir araç. Ancak sadece sanat dünyasına girmek için bunu yapmayanlar da var. Yaptığımı bu sosyal medya aracılığıyla paylaşayım da eş dost görsün diyen de var.  Örneğin bu sadece Hemşinliler Derneği’nin göreceği bir platform olabilir. Mesela orada işte ben de tulum çalıyorum diyerek kendini kültürünü tekrar tekrar üretebilme şansına sahip olabilirsin.

Sonuç olarak, amatör sanat, toplumsal ve kültürel kimliklerin oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Amatör sanatçılar, teknik bilgileri ve profesyonel beklentileri aşan bir özgürlük ve yaratıcılıkla sanat dünyasına katkıda bulunuyorlar. Amatör müziğin toplumun çeşitliliğini ve kültürel zenginliğini desteklediğini ve sanat dünyalarının sadece “entegre profesyoneller” arasında değil, herkesin katılımıyla gerçekleşebileceğini vurgulamak isterim.