İç Politika

Kovid salgınında tablo ciddi şekilde kötüleşiyor

Bu dönemde iç politikayla ilgili en önemli gündemlerin başında Kovid-19 salgınındaki yükseliş vardı. 1 Haziran’da salgın yeterince kontrol altına alınmadan başlatılan “normalleşme süreci”, “başarı hikâyesiyle” de süslenince hem halkın rehavete kapılmasına hem de vakaların hızla artmasına yol açtı.

Özellikle Kürt bölgesinden gelen haberler durumun vahim bir hal almaya başladığını gösteriyor. Örneğin Diyarbakır Tabip Odası Başkanı kentte ortalama 300 vaka olduğunu, yeni hastalar için hastanelerde yer bulunmadığını bildirdi. Bu arada 6 Ağustos itibariyle Diyarbakır’da 346 sağlık çalışanına Kovid-19 tanısı konulduğu medyaya yansıdı. Urfa Tabip Odası Başkanı da günde ortalama 350 yeni vaka olduğunu, kentte yoğun bakım üniteleri ve hastanelerde yatak sorununun baş göstermeye başladığını belirtti. Batman Tabip Odası Başkanı da benzer bilgiler vererek kentte günde ortalama 200 yeni vaka olduğunu, pandemi hastaneleri ve Bölge Devlet Hastanesi’nde servislerin ve yoğun bakımların tamamına yakınının dolduğunu, yeni hasta kabulünün ancak hastaların taburcu olması halinde mümkün olduğunu bildirdi.

Bu arada vakaların hızlı bir artış gösterdiği Bursa, Antep, Mardin, Ankara gibi şehirlere İstanbul da ekleniyor. İstanbul Tabip Odası Başkanı Pınar Saip İstanbul’da da vakaların arttığını dile getiriyor. Saip, SGK’nın özel hastanelere kovid-19 tedavisi geri ödeme paketini iptal etmesinin hastaları yeni yapılan hastanelere yönlendirdiğini, bu hastanelerin ise personel ve altyapı eksikliği nedeniyle tam kapasite çalışamadığını söyledi.

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Ankara Şubesi, koronavirüs salgınında başlatılan “normalleşme adımları”nın etkileriyle ilgili rapor hazırladı. Raporda dikkat çeken hususlar şunlar:

  • Ankara’da özel hastanelerin pandemiyle mücadele kapsamı dışında bırakılması 3.200 civarı toplam yatağın, 450 civarı yoğun bakım yatağının kullanımını engellemiştir.
  • Artan vaka sayılarına bağlı olarak hastanelerde yer kalmamıştır. Bu durum mutlak yatış yapması gereken hastaların acil servislerde bekletilmesine neden olmaktadır.
  • Tanı alan hastalar bulguları hafifse ilaçla evlerine gönderilmekte, zamanla tablosu ağırlaşan bazı hastalar tekrar hastaneye müracaat etse de müdahalede geç kalınarak hayatını kaybetmektedir.
  • Şehir Hastanesi’nde sağlık hizmetlerin ertelenmesi gibi bir durum söz konusu olmamakla birlikte genel olarak artan vakalar nedeniyle kaos hali oluşmuş durumdadır.

Vaka sayıları ülke çapında yükselir ve sağlık sisteminin kapasitesi zorlanmaya başlarken Sağlık Bakanlığı tedavi algoritmasını değiştirerek aslında durumu kabul etmiş oldu. Yeni algoritmaya göre ateş, öksürük, boğaz ağrısı, baş ağrısı, kas-eklem ağrıları gibi belirtileri olanlar artık evde tedavi edilecek. Asıl önemlisi, hafif-orta düzeyde zatürre olanlar evde tedavi edilerken hastaneye sadece ağır zatürre olanlar kabul edilecek. Kısacası, zatürre olup belki de hastanede tedavi edilmesi gereken hastalar ancak durumları ağırlaşınca hastaneye yatırılabilecek. Böylece hastanede tedaviye geç başlamanın ölümcül sonuçları olabilecek.

Kovid-19 salgını konusundaki bu gelişmeler, salgın yönetiminin kontrolden çıkabileceği, özellikle sağlık çalışanlarının tükenmişlik sendromu yaşamakta olduğu kaygısını güçlendiriyor. İlginç olan, vakaların tatil yörelerinden ziyade Ankara, Urfa, Bursa, Adana, Diyarbakır, Mardin gibi şehirlerde artmaya başlaması. İkinci önemli konu okulların ne olacağı. Milli Eğitim Banaklığı okulların açılmasını erteleyebilir veya bu dönem hiç açmayabilir. Son olarak, çok sayıda çalışan kovid pozitif çıksa bile işyerleri ısrarla üretimi sürdürüyor. Atatürk Havaalanı’nda açılması planlanan “dev hastanenin” de henüz açılmadığını ekleyelim. Sağlık Bakanlığı’nın tedavi algoritmasını değiştirmesi ve devlet eliyle hemen hiçbir ciddi önlem alınmaması, iktidar bloğunun salgın konusunda ilk dönemki nispeten ihtiyatlı politikayı terk ettiğini, ülkedeki durumun Brezilya-ABD kategorisine yaklaşmakta olduğunu ortaya koyuyor.

İstanbul Sözleşmesi

Ele aldığımız dönemin diğer bir önemli gündemi kuşkusuz İstanbul Sözleşmesi kapsamındaki gelişmelerdi.

Geçen hafta kendini Türk-İslam rejiminin ideologlarından biri olarak gören Abdurrahman Dilipak, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınları -dolaysıyla AKP’li kadınların bir kısmını da- “fahişe” ilan etmişti.

Bu dönemde biraz da Dilipak’ın kimsenin savunamayacağı bu açıklamasıyla eli rahatlayan KADEM sözleşmeyle ilgili 16 maddelik bir açıklama yaptı. Bu, kuşkusuz önemli bir dönüm noktası oldu. KADEM yaptığı açıklamayla İstanbul Sözleşmesi’ni genel anlamda sahiplendi ve sözleşmenin eşcinselliği özendirdiği türden suçlamalara karşı kendini savundu. Örneğin, “Kadın cinayetlerini önlemek üzere getirilmiş bir düzenlemenin günah keçisi ilan edilmesini anlamak mümkün gözükmüyor”; “bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaşmasına sebep olduğunu iddia etmek en hafif tabirle kötü niyetliliktir” gibi ifadeler kullandı.

Bununla birlikte, KADEM’i İstanbul Sözleşmesi’ni (İS) sahiplenmeye iten nedenler üzerinde durulabilir. Öncelikle İS’ne karşı çıkmak KADEM’in kendi varlık nedenini inkâr etmesi anlamına gelirdi. İkinci olarak ise, elimizde kapsamlı veriler olmasa da muhafazakâr kadınlar arasında ciddi bir kesimin İS’ni desteklemesinin KADEM üzerinde baskı oluşturduğu varsayabiliriz.

Buna karşın, özellikle LGBTİ+’lar söz konusu olduğunda bu cinsel yönelimli insanları KADEM’in kolayca feda edebileceğini de görüyoruz. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz açıklamadan sonra tarikat çevrelerinin eleştirilerine yanıt verirken KADEM, sözleşmede LGBTİ+’lara yönelik kısmı “tehdit” olarak nitelendirdi: “Cinsel yönelim temeline dayanarak ayrımcılık yapılamayacağını” öngören maddeyi, “neslin devamlılığı açısından tehdit olarak görüyoruz” sözleriyle reddetti.

Bu arada AKP Kadın Kolları Genel Merkezi ve 81 ilden AKP’li kadınlar, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlara hakaret eden Abdurrahman Dilipak hakkında suç duyurusu yaptı. Erdoğan da Dilipak’a açıkça cephe aldı ve kimsenin kadınlara fahişe diyemeyeceğini söyledi.

Kadın hareketi ise bazı şehirlerde İS’ni destekleyen eylemler yaptı. En büyük eylem Kadıköy’de gerçekleştirildi. Kadınlar İS’den çekilmenin kadın ve çocuklara yönelik şiddetin, cinayet ve cinsel istismarın önünü açmak anlamına geleceğini dile getirdi.

İS’den çıkılmasının bugünlerde gündemden kalkması, Türk-İslamcı rejimin bu politikadan vazgeçtiği anlamına gelmiyor kuşkusuz. Feministler, İS’den çıkılmasa dahi bazı yasal düzenlemelerle sözleşmenin uygulanmasının büsbütün zorlaştırılabileceğine dikkat çekiyor. Özellike yeni yasalarla LGBTİ+’ların ciddi şekile baskı altına alınması gündeme gelebilir.

İS etrafında dönen hareketlilikle ilgili şu noktaları belirtebiliriz: Uzun yıllardır ilk kez birçok TÜSİAD üyesi sermaye grubu İS’ni destekleyerek açık bir tavır aldı. DEVA ve Gelecek Partisi de İS’ni desteklediler. İktidar bloğunun ilginç bir bileşeni durumundaki Vatan Partisi ise İS’ni “emperyalizmin dayatması” olarak nitelendirdi.

İS ve erkeklerin konumu

Aralarında sanatçı, yazar, akademisyen ve hukukçuların bulunduğu 345 erkek bir bildiriyle İS’ne destek verdi. Bildiride “Erkeklik öldü mü? Hayır ölmedi; kadınları öldürüyor! İnsanlığımızı da. Hadi artık, dilimizden de, hayatımızdan da söküp atalım bu ilkel, ayrımcı böbürlenmeyi. İnsanlık hepimizi ayrımsız kavrıyor” ifadesine yer verildi.

İS’nin sadece kadınları değil erkekleri de ilgilendirdiğini dikkate aldığımızda bu desteğin oldukça küçük çaplı kaldığını söyleyebiliriz. Erkekler arasında İS meselesinin salt kadınlara dair bir sorun olduğu kanaati hayli yaygın. Oysa İS, cinsel kimliği ve yönelimi ne olursa olsun kimsenin bundan dolayı şiddete maruz kalmamasını güvence altına alıyor. İkinci olarak ise, İS’nden çıkma çabası erkeklere Türk-İslam rejimine uygun bir erkeklik rolü oynama çağrısı yapıyor. Kadınlara ve çocuklara sınır tanımaz bir şekilde şiddet uygulama ruhsatı vermek istiyor. Bu nedenle, erkeklerin daha kapsayıcı ve güçlü bir tepki örgütlemesi gerekirdi.

Ölüm orucundaki ÇHD’li avukatların durumu kritikleşiyor

Adil yargılanma talebiyle uzun süredir ölüm orucuna olan ÇHD’li avukatlar Ebrı Timtik ve Aytaç Ünsal’ın sağlık durumları kritik bir evreye girdi. Adli Tıp’ın tahliye edilmeleri gerektiği raporuna rağmen avukatlar bir hastanede son derece sağlıksız koşullar altında mahkum koğuşunda tutuluyorlar.

Adalet İçin Dayanışma Platformu, ölüm orucundaki Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal’ın durumuna dikkat çekmek için açıklama yaptı. Açıklamada ölüm orucuna zorla müdahalenin geri dönülmez hasarlara yol açacağına dikkat çekildi.

Ekonomi

Ele aldığımız dönemde Türkiye, 2018 Ağustos ayındaki rahip Brunson krizinin tetiklediği döviz krizine oldukça benzer bir döviz krizine girdi. Döviz kurları hızla yükseldi.

Kısaca bu noktaya nasıl gelindiğini özetlersek, iktidar bloğu yaşanan ekonomik krizin yol açacağı oy kaybını sınırlandırmak için düşük mevduat/düşük kredi faizi politikası izleyip piyasaya devasa miktarda kredi pompalanmasını sağlarken döviz kurlarını düşük tutmak için de Merkez Bankası (MB) ve kamu bankaları kanalıyla piyasaya müdahale ediyordu. Pandemi sürecinin yarattığı tahribat da bu yolla sınırlanmaya çalışılıyordu. Son 1,5 yılda bu yollarla 60 milyar dolar döviz satıldığı tahmin ediliyor.

Bu strateji çok yakın zamana kadar dışardan bakan birine başarılıymış gibi görünüyordu. Geçen haftalarda döviz kurunda meydana gelen ani sıçramalar, nihayet ekonomi yönetiminin elindeki cephanenin bittiğini, yan yollara sapmanın eskisi gibi sürdürülemeyeceğini gösterdi. Bu sonuçta, kredi patlamasının cari açığı yükseltmesinin, dolaysıyla döviz talebini artırmasının da önemli payı oldu. Haziran ayında 2,93 milyar dolar cari açık verildi. Bunun sonucunda on iki aylık cari işlemler açığı 11,09 milyar dolara ulaştı.

Ekonomi yönetimi, yükselen döviz kurlarına karşı şöyle bir strateji izliyor denebilir: MB resmi faiz oranına (haftalık repo faizi) dokunmadı (% 8,25’te kaldı). Böylece resmi olarak “düşük faiz politikasından vazgeçmiyorum” mesajı verildi. Buna karşın, gecelik fonlama gibi başka yollarla ortalama fonlamayı % 10,5 civarına yükseltti. Böylece bankaları TL cinsinden mevduat ve kredi faizlerini yükseltmeye zorladı (örneğin TL mevduat faizleri % 11-12 civarına yükselirken 15 yıllık konut faizleri de % o,64’ten % 0,99’a çıktı.) Ekonomi yönetimi böylelikle radikal bir faiz artırımıyla ekonomiyi daraltmadan bu faiz seviyeleriyle yabancı sermaye çekmeyi deniyor.

Uzmanlar bu bahiste iki noktaya dikkat çekiyor: Birincisi, kayda değer bir yabancı sermeyenin gelmesi için mevduat faizinin enflasyonun üzerinde bir orana, örneğin % 16 civarına (kredi faizlerinin de % 20’lere) çekilmesi gerektiği savunuluyor. Fakat daha önemlisi, ekonomi yönetimi zorunlu kalıp faizleri bu ölçüde yükseltse bile aynı stratejinin uygulandığı Brunson krizi konjonktürüyle bugünkü durum arasında ciddi bir farklılık var. Aradan geçen süreçte Türkiye uluslararası sermayeyi ürkütecek birçok adım atttı. Bu güvensizlik, 2020 yılında dışardan sıfır (gerçekten “0”) sermaye girişini beraberinde getirdi. Oysa 2020’nin ilk yarısında gelişmekte olan piyasalara para akışı 124 milyar dolara ulaşmıştı. Üstelik bu süre zarfında Türkiye’den 13 milyar dolar yabancı sermaye çıkışı yaşandı.

Bu nedenle, bu kez daha yüksek bir faiz artırımının dahi dışardan yeterli portföy yatırımı çekememe ihtimali düşük değil. Böyle bir durum gerçekleşir, ekonomi yönetimi ikircikli faiz politikasını sürdürürse, önümüzde iki ihtimal bulunduğu söylenebilir: İthalat ve dış borçların ödenmesi için gerekli dövizi bulmak üzere ya IMF’nin yolu tutulabilir. Elbette mevcut iktidar sonuna kadar bu yolu tercih etmek istemeyecektir. Ya da sermaye kontrolüne dayalı yeni bir ekonomik rejim devreye sokulur. Önümüzdeki günlerde faiz artışının yabancı yatırım çekmekte başarılı olup olmayacağına bakmamız gerekiyor.