Türkiye’nin “düşük yoğunluklu savaşa” ve Güneydoğu’da devlet kaynaklı gaddarlıklara sahne olduğu 1990’larda 1 Eylül Dünya Barış Günü, barış aktivistleri ve demokrasi güçleri tarafından üzerinde hassasiyetle durulan, meydanlarda kitlesel olarak kutlanan bir gündü. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Ortadoğu’da savaş devletlerarası bir nitelik kazanırken, küresel barış talebi tepe noktası yaptıktan sonra hızla sönümlendi. Bu arada Türkiye’deki barış aktivizmi de zayıflayarak, Kürt sorunu bağlamında daha ziyade yüksek siyasete -yüksek siyasi güçler arasındaki müzakerelere endeksli- bir nitelik kazandı. 2011’de patlayan Suriye savaşından beri devletler ve vekil güçler arası silahlı çatışma gündelik hayatımızın bir parçası haline geldi; milyonlarca insan yerinden oldu ve Türkiye yeni kuşak göçmenler ülkesi haline geldi. 2013-15 parantezinde açılan “çözüm süreci” bile barış aktivizmi yaratamadı; yüksek siyasetçilerin müzakere gündemine teslim oldu. Küresel ve bölgesel hızlı bir değişim ve sürekli savaş koşulları altında yaşadığımız şu günlerde militarist dürtüler her zaman olduğu gibi canlı ve Kürt ve Kürdistan sorununa dönük olası yeni bir çözüm süreci, Suriye ve Irak’taki uluslararası gelişmeler ışığında geçmişe kıyasla çok daha zor.

Bu yazıyı 1 Eylül 2021 vesilesiyle, barışın insana yaraşır iyi bir yaşam için vazgeçilmez olduğunu hatırlatma ve şiddetsizliğin tanımını insanın doğayla kurduğu ilişkiyi de kapsayacak şekilde genişletme ihtiyacıyla yazıyorum.

Militarizm ve silahlı şiddetin büyük insani acılara yol açarken aynı zamanda doğaya karşı da bir savaş olduğunu söylemek bir parça klişe olabilir. Ordu birlikleri ve milis güçler ellerindeki savaş makinalarıyla sadece insana değil, doğaya da zarar veriyor. Bu yazıda özellikle üzerinde durmak istediğim, yakılan ormanlar, ekilemediği için erozyona uğrayan tarım toprakları, kirletilen su kaynakları, hedef alınan endüstri tesislerinin neden olduğu çevre kirliliği değil. Sürekli barışın güvencesi olacak militarizm karşıtı bir kültürün parçası olarak insan-doğa ilişkisinde yaşanması beklenen ahlaki dönüşümün sunacağı olanaklardan bahsetmek istiyorum. Üzerinde durduğum, anlaşmazlıklardan muaf bir toplumsal çatışmasızlık hali değil, makul ve beklenir olan çatışmaları (ihtilafı) şiddete sarılmadan çözebilme yönündeki kolektif kapasitemiz. İkinci olarak da doğaya verdiğimiz değerin niteliği ve değer verdiğimiz bu şeyi bizden sonraki birey ve kültürlerle paylaşma arzumuz ve kabiliyetimiz. Yazının başlığında birincisini şiddetsizlik, ikincisini de ekolojik sürdürülebilirlik olarak adlandırdım. “Ekolojik kriz” çağında yaşadığımızı kabul ediyorsak, insan-doğa ilişkisinin şiddeti dışlayacak şekilde bir evrim geçirmesi -ekolojik sürdürülebilirlik fikrinin hâkim kılınması- şiddetsiz toplumun kurumsal temellerini kuvvetlendirebilir.

“Ekolojik kriz” çağında mı yaşıyoruz? Çok sayıda küresel, bölgesel ve yerel gösterge, insanın doğayla ilişkisinin dengeli bir patikada olmadığını gösteriyor. Doğa tek girdisi olan güneş enerjisi sayesinde kendisini döngüsel olarak yenileyen, bunu yaparken insana pek aldırmayan, bizi içeren ama büyük ölçüde bizden bağımsız bir varlık.[1] Küresel ayak izi ve gezegen sınırları gibi göstergeler doğayı kendisini yenileme hızının çok üzerinde tükettiğimizi ortaya koyuyor.[2] Buna paralel olarak bölgesel ve yerel yansımaları çok güçlü olan ekolojik dağılım ihtilaflarıyla, çevre adaleti sorunuyla karşılaşıyoruz.[3] Kolay bir tasvir amacıyla diyebiliriz ki, sadece iklimler değişmekle, okyanus asitleşmekle, türler eksilmekle, tatlı su arzı azalmakla kalmıyor; doğanın bize sunduğu her şeyin[4] üzerindeki beşeri rekabet artıyor ve adaletsizleşiyor.

Günümüzde bu durumu “ekolojik kriz” veya “iklim krizi” şeklinde adlandırma eğilimindeyiz. Buradaki “kriz” sözcüğü özellikle dikkat çekici. Kriz kavramını, bir sistemin kendi sorunlarını çözme kapasitesinin aşınması şeklinde yorumlanabilir. O halde “ekolojik kriz” kavramını doğa tahribatının derinliğini, hızını ve geniş coğrafi kapsamını anlatmak için değil, tüm bu sorunlara neden olan sosyo-ekonomik sistemin, kendi yarattığı sorunları çözmek hususundaki kabiliyetsizliğini anlatmak üzere kullanıyoruz. Krizde olan elbette doğa değil, sosyo-ekonomik sistem. Keza, doğanın temin ettiği şeyler eşitsiz dağılıma tabi olduğunda da adaletsiz olan doğa değil; sosyo-ekonomik sistem.

Aktivistler bu gibi nedenlerle yıllardır haklı olarak “iklimi değil, sistemi değiştirin” diyorlar. Bu slogan üç temel soruyu akla getiriyor: İlki, sistemden neyi anlıyoruz ve bu sistemin ekolojik sürdürülebilirlik açısından sakıncaları neler? İkincisi, o sisteme iliştirilmiş olan insanlığın kolektif iradesi doğanın tahribatını durdurmakta neden yetersiz kalıyor? Üçüncüsü, insanı doğayla barışık (şiddetsiz), insan-doğa ilişkisini karşılıklı besleyici bir yörüngeye oturtacak köklü bir değişimi nasıl başarabiliriz?

Bu üç soruya doyurucu cevap aramak gibi imkânsız bir yola sapmadan, her birini açmaya çalışalım:

İlk olarak, mevcut sosyo-ekonomik sistem, sınırsız sermaye birikimi (büyüme) adına üretici faaliyetin tüm girdilerini mülkleştirme ve piyasalaştırma yönünde eğilim gösteren, bunun kurumsal altyapısını yaratırken beraberinde şiddeti de kurumsallaştıran bir sistem. Sınıfsal kastlaşmanın yanı sıra, arkaik yabancı düşmanlığı ve ataerkiyi, sistemik sınıf-ırk-cinsiyet rolleri ve militarizmle buluşturup şiddeti meşrulaştırıyor. Ekolojik sürdürülebilirlik açısından, sürekli büyüme doğanın fiziksel sınırlarını aşındırdığı için ve sömürüyü meşrulaştırıp doğayı sadece devingen pasif bir dekor, adeta bedelsiz bir girdi olarak gördüğü için sakıncalı bir sistem.[5]

İkinci soruyu açmak için, yukarıdaki anlatımın aslında kapitalist sistemin yetersiz genel bir tasviri, belki faydalı bir karikatürü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Kapitalizmlerin coğrafi ve dönemsel olarak birbirinden çok farklı özellikler göstermesi kültürel farkları da içine alacak şekilde toplumsal mücadelelerin tarihine, bu mücadelelerin değer, tahayyül ve hedeflerindeki farklara dayanıyor. Bu mücadeleler sayesinde sınıfçılık, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin en adaletsiz tezahürlerinin aşıldığını, bu pratiklerin yaygın bir şekilde “ahlaksızlık” olarak damgalandığını biliyoruz. Örnek verecek olursak, kölece çalışma düzeni, apartheid uygulamaları, kadınların siyasal yaşamdan dışlanmaları vb. pratikler özünde, fayda-maliyet analizinin konusu oldukları için değil, birer hak meselesi oldukları ve toplumsal mücadeleler sonucunda “ahlaksızlık” olarak tescil edildikleri için lağvedilmişlerdir. Maalesef benzer ahlaki ilerlemenin insanın doğayla ilişkisinde yaşandığını söyleyemeyiz: Doğa -seküler düşünce dünyasında- haklarından bahsedilebilecek, ayrıca kendisi hakları için mücadele edebilecek bir varlık değil. “Çevresel etki” yaygın ve huzursuz edici bir şekilde hissedildiğinde dahi, esas olarak bir ekonomik işlemde alanla veren dışındaki üçüncü grubu olumsuz etkileyen bir “dışsallık” olarak, fayda ve maliyet diliyle ele alınmıştır.

Özetle, toplumsal yaşamı “insana yaraşır” kılmaya çalışırken sınıf-ırk-cinsiyet ve hatta militarizm üzerinde yaşanan ahlaki dönüşümün eş değerini doğayla ilişkimizde -henüz- yaşamadığımızın altını çizelim. Bırakınız günümüzdeki neo-liberal talanı, en iyi şartlar altında dahi fayda-maliyet esaslı politika ve reformların kapitalist büyüme modelleri, popülist politikalar ve uluslararası rekabet şartları karşısında tutunamadığını, delik deşik olduğunu görüyoruz.

Üçüncü soruya gelecek olursak, köklü bir dönüşüm için reçete sunmak elbette mümkün değil. Diğer taraftan, köklü bir dönüşümün hâkim değerler sisteminde, tahayyül ve taleplerde, yani toplumun zihin dünyasında bir değişim olmadan gerçekleşemeyeceğini biliyoruz. Sosyalistler, devrim için “objektif koşullar” kadar “sübjektif koşulların” önemine -bilgi, sınıf bilinci, liderlik, örgütlenme gibi faktörlerin varlığına- vurgu yapmışlardı. Köklü bir dönüşüm için her seferinde insanların zihin dünyasına sesleniyor ve Gramsci’den esinle “aklın kötümserliğini, iradenin iyimserliğini” vurguluyoruz. Organizasyonları çalışan sistem bilimciler bir sisteme müdahale edip onu işlevi itibariyle dönüştürebilecek kaldıraç noktası olarak “o sistemin yapı ve kurallarını ayakta tutan, paylaşılan zihniyet dünyasına” işaret ediyorlar. Günümüzde sosyal çevre bilimcileri sürdürülebilir yaşam seçeneklerini araştırırken, değerler sistemi, topluluk tahayyülü ve ahlaki normların önemine işaret ediyorlar.

Biz de bitirirken diyebiliriz ki; şiddetsiz (barışçıl) ve sürdürülebilir bir yaşam tesis etmek istiyorsak, sınıfçı-ırkçı-cinsiyetçi-militarist düşünce ve patiklere karşı ahlaki politik mücadelemizin yanına bir kardeş daha ekleyelim:[6] Doğaya ekonomik girdi olmanın ötesinde kültürel ve sırf kendi varlığı için değer addedip, doğa ve yaşam savunuculuğunu esas alan ahlaki norm ve pratikleri geliştirelim.[7] Burada bahsi geçen toplumsal zihin dünyası olduğuna göre, bunun çileci bir aydınlanma değil, bunun ötesinde çetin bir toplumsal mücadele olduğunu unutmayalım.

 


[1] Doğa ve yaban hayatı koruma hareketinin duayenlerinden, Kuzey Amerikalı filozof John Muir’in (1838-1914), 1960’larda Friends of the Earth (Yeryüzünün Dostları) hareketinin ismine esin veren sözüyle: “Yeryüzü, dostları olmadan da pekala yaşayabilir; fakat insan hayatta kalmayı istiyorsa, yeryüzüyle dost olmayı öğrenmelidir”.

[2] Bu göstergeler, atmosferin ve okyanusların kimyasal kompozisyonu, canlı türlerinin çeşitliliği, ayrıca doğayı kirletme-tüketme hızımıza karşılık onun kendisini yenileme hızına dair veriler temelinde hazırlanıyor.

[3] Türkiye’de her gün yeni bir örneğini gördüğümüz HES, JES, RES mücadeleleri, madencilik ve taş ocaklarına, otoyol gibi altyapı yatırımlarına, termik ve nükleer santrallara ve benzerlerine karşı yürütülen mücadelelerin tümü açık veya örtük ekolojik dağılım ihtilaflarının ve çevre adaleti sorununun bir yansımasıdır.

[4] Bizce doğanın ne olduğu ve bizzat ne sunduğu buradaki tartışma açısından önemli. Doğanın bizi içeren, bizden bağımsız bir varlık mı olduğu yoksa bizim için ekonomik girdi anlamında bir kaynak mı olduğu; bize sunduğu şeylerin mal ve hizmet mi olduğu yoksa sadece bunlarla açıklanamayacak türde iyilik ve esenlikler mi olduğu hâkim değer yargılarımızla alakalı. Modern toplumda faydacı değer yargıları, kültürel-ilişkisel değerlere veya doğanın bir ruhu olduğunu varsayan animist düşünceye ağır bastığı için doğa bir kaynak olarak görülüyor ve kullanım-koruma faaliyetleri de bu kaynağın sağladığı mal ve hizmetlerin akılcı kullanımına odaklanıyor.

[5] 1970’lerden beri fiziksel büyümenin sınırlarını, sınırlı bir gezegende sürekli büyüyen madde-enerji talebini doğanın dengesini bozmadan karşılayabilmenin imkânsızlığını tartışıyoruz. Ekonomik faaliyete girdi temin etme ve onun olumsuz sonuçlarını özümseme kapasitesiyle doğanın geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar bedelsiz işlem gördüğünü iddia etmek de abartılı olmayacaktır.

[6] Bu kardeşler illa ki bir bütünlük içinde tezahür etmiyorlar. Birinin diğerine karşı dışlandığı veya bağımlılaştırıldığı örnekleri çok gördük. Diğer taraftan, barışçıl ve sürdürülebilir yaşam için bu kardeşler arasında tutarlı bir bütünlük olması gerektiği yönündeki sezgilerimin sistemin işleyişi bağlamında temellendirilebileceğini düşünüyorum.

[7] Fayda-maliyetin (genel olarak sayıların) dilinden tümüyle vazgeçmeyelim; gerektiğinde onu -rasyonel analizi-davranışımızı güdüleyecek faktörlerden biri, bir başlangıç noktası olarak kullanmayı bilelim.