2021 Güz döneminin başlaması ile birlikte, Türk-İslam faşizminin Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırısında ciddi bir şekilde vites yükselttiği görülüyor. Bu yazıda, bu süreç içinde Boğaziçi Üniversitesi’ne yerleştirilen faşist kadroların ne gibi adımlar attığını ve direnişin bu adımlara nasıl bir tepki ürettiğini anlatmaya çalışacağım.

Dönem başından beri faşist kadroların stratejisi daha belirgin olarak görülmeye başlandı. Statejilerinin temel ayakları, bir yandan üniversiteye ait kamusal alanlar üzerinden gayrimenkul operasyonları, diğer yandan liyakatsiz kadrolaşma yoluyla üniversitenin yapısını dönüştürme, tüm bunlar olurken de üniversite öğrencilerinin provoke edilip özel güvenlik ve polis marifeti ile haksız cezai yaptırımlara maruz bırakılmasından oluşuyor. Bu ayakları yazı içinde daha ayrıntılı bir şekilde değerlendireceğiz.

Direniş cephesinde ise akademisyenlerin rektörlüğe sırt dönerek gerçekleştirdikleri eylemlerin rutinleşme ve dinamizmini kaybetme tehlikesi barındırdığı, öğrenciler ayağında ise doğrudan eyleme odaklanılmasının üniversite içinde örgütlenme perspektifinin kaybedilmesine neden olduğu görülüyor. Bu konuyu da biraz açmaya çalışacağız.

5 Ekim ve 22 Ekim provokasyonları

Türk-İslam faşizminin en iyi becerdiği şeyi Boğaziçi Üniversitesi’nde de denediğini, yani provokasyon örgütleme girişimlerinde bulunduğunu söyleyerek başlayalım. Bu provokasyon girişimlerinde de tabii ki toplumun en hassas olduğu din meselesini kullandılar. Naci İnci ve yardımcıları, cuma günleri öğle saatlerinde rektörlük binasının ön kapısından çıkarak etraflarını çeviren korumalar arasından makam araçlarına binip Cuma namazına gitme girişiminde bulundular. Bu noktada kamuya ait makam araçlarının özel işlerde kullanılması gibi etik dışı bir mesele üzerinde ayrıntısıyla durmasak bile, bu hareketin öğretim üyelerinin rektörlük binasına  sırt dönme ve öğrencilerin rektörlük binası önünde çadır açma saatinde yapılmasının bir provokasyon girişimi olduğunu söylemeliyiz.

Nitekim 5 Ekim 2021 günü yaşanan olayda bir öğrencinin, çok büyük ihtimalle kendine hakim olamayıp makam aracının üzerine çıkması, arzu ettikleri fırsatı verdi. Protestocu öğrenciler, devletin en yüksek makamı tarafından terörist ilan edildi ve iki öğrenci tutuklandı. 5 Ekim günü yaşanan provokasyonun ardından, 22 Ekim Cuma günü özel güvenlik birimi öğrencilere rektörlük binası önünde nöbet tutmak için çadır açamayacaklarını bildirdi ve öğretim üyelerinin sırt dönme eylemi sırasında öğrencilerin çadırını parçalamaya başladı. Daha sonra nöbet bittiğinde çok sayıda çevik kuvvet unsurunun kampüse girdiği ve rektörlük yanında konuşlandığı görüldü. Yapılan müzakereler sonucunda öğrenciler çadırı toplamayı kabul ettiler ve rektörlük önünde oturma eylemi başlattılar. Polis bu eyleme de müdahale edeceğini bildirince öğrenciler sahanın ortasına çekildiler ve burada beklemeye başladılar. Atılan geri adımlara rağmen polis müdahalesi sonucunda çok sayıda öğrenci göz altına alındı. Tüm bu operasyonu yöneten kişi ise Melih Bulu döneminde Boğaziçi Üniversitesi’ne Üniversite Yönetim Kurulu kararı olmadan geçici görevlendirme ile hukuksuz bir şekilde getirilen Nedim Malkoç idi. Nedim Malkoç’un Türk-İslam faşizmi için ne kadar önemli bir operasyonel bir aparatçik olduğu, görevlendirmesinin iptali için açılan davada İdare Mahkemesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararının muhtemelen yukarıdan yapılan bir müdahale ile iptal edilmesi ve bu iptal kararı daha UYAP sistemine düşmeden Naci İnci’ye bu konuda bilgi verilmesinden anlaşılıyor. Aynı günlerde Nedim Malkoç’un hem yüksek lisans hem de doktora tezlerinde intihal yaptığı ile ilgili iddiaların da gündemi yoğun bir şekilde işgal etmesine rağmen bu konuda herhangi  bir işlem yapılmadığını da gördük.

22 Ekim Cuma günü yaşanan polis işgali, Üniversite Senatosu’nun Naci İnci ve İki yardımcısı (ve kayyım tarafından yerleştirilmiş olan YADYOK müdürü) dışındaki tüm üyelerinin imzası ile yayınlanan bir mektup ile kınandı. Bu mektupta “barışçıl ve demokratik protesto hakkını kullanan öğrencilere Rektörlüğün talebi üzerine güvenlik görevlileri ve polis tarafından yapılan müdahale ile onlarca öğrencimizin orantısız güç kullanılarak göz altına alınmasının Üniversitemizdeki güven ve akademik özgürlük ortamına ağır hasar verdiği” belirtildi. İnci’ye bir rektörün “birincil görevi öğrencilerimizin güvenliğini temin ve tesis etmek” olduğu hatırlatıldı ve “kampüs çevresinde on aydır devam eden ablukanın kaldırılması” talep edildi.

Naci İnci’nin 6284 sayılı kanun kapsamında 12 öğrenci hakkında tedbir kararı aldırması

Türk-İslam faşizmi açısından utanç kaynağı olabilecek diğer bir girişim ise Naci İnci’nin 27 Ekim tarihinde 6284 sayılı kanun kapsamında 12 Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi hakkında koruma kararı aldırması idi. 6284 sayılı kanun, “şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları” düzenliyor. Bu kanun kapsamında şiddete uğrayan pek çok kadın, kendilerine şiddet uygulayan kişiler hakkında tedbir kararı aldıramazken, Naci İnci’nin güya kendisine sözlü sataşmada bulunan öğrenciler hakkında tedbir kararı aldırması, kampüsteki tüm sivil polis varlığına ve talebi üzerine seferber edilebilen mangalar dolusu çevik kuvvetin kampüs kapısında bekletiliyor olmasına rağmen ne kadar korktuğunu ve ne kadar aciz bir durumda olduğunu gösteriyor.

Boğaziçi Üniversitesi Güney kampus ve çevresinin koruma statüsünün değiştirilmesi

Boğaziçi Üniversitesi konumu, gayrimenkul zenginliği, tarihi önemi itibari ile Türk-İslam faşizminin her zaman ilgi odağında olmuştur. Güney kampüs sınırları içinde bulunan şehitlik üzerinde Türk-İslam faşizminin gözü olduğu zaten biliniyordu. Daha önceki rektörler zamanında bu yerin belediyeye devredilmesi için çeşitli girişimler olmuş ve bu girişimlere karşı o zamanki rektörler direnmiş ve burasının kampüs sınırları içinde kalması sağlanmıştı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün 8 Eylül’de duyurduğu bir karara göre, Boğaziçi Üniversitesi ve yakın çevresi doğal sit alanının statüsünde değişikliğe gidildi. Tamamı “kesin korunacak hassas alan” statüsündeki 422 bin metrekarelik kampüs, “nitelikli koruma alanı” ve “sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanlarına” çevrildi. Bu karar ile kampüsün “nitelikli koruma alanına” çevrilen kısımlarında park ve rekreaktif faaliyetler için tesisler yapılabilecek, bu alanlar şehitlik veya mezarlığa dönüştürülebilecek. Sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanına çevrilen bölgeler ise “düşük yoğunluklu yerleşim yerleri” olarak planlanıyor. Bu alanlarda kültürel bakımdan uyumlu faaliyetlerin yanı sıra turizm tesislerine ve yerleşim bölgelerine izin veriliyor. Bu statü değişikliği ilgili harita aşağıda görülüyor.

Boğaziçi Üniversitesi ve mücavir alanında yapılan statü değişikliği ile ilgili uydu görüntüsü. Mavi ile gösterilen yer “nitelikli doğal koruma alanı”, – 205 bin metrekare. Yeşil alan “Sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanı” – 217 bin metrekare Kaynak: BBC Türkçe

Bu konuda kulislerde konuşulan senaryoya göre, Kuzey kampüs kütüphane karşısında bulunan ve özel mülkiyet altında olan bir arsanın kamulaştırılarak üniversiteye tahsis edilmesi karşılığında güney kampüsün önemli bir kısmını oluşturan ve şehitliğin de içinde bulunduğu yeşil alanın üniversitenin elinden alınmaktadır . Bir grup akademisyen, Boğaziçi Üniversitesi’nin sit alanı statüsünde yapılan değişikliğe karşı Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne itiraz dilekçesi verdi. Bu karara karşı yapılan itirazlarda güçlü gerekçeler olsa da bu el değiştirme sürecine karşı belki Hisarüstü mahallesini de içine alan sivil itaatsizlik eylemlerinin düzenlenmesi önemli görünüyor.

Kadrolaşma ve 1416 sayılı kanun ile gelenler

Türk-İslam faşizminin Boğaziçi Üniversitesini ele geçirerek dönüştürme projesinde kadrolaşmanın önemli bir ayak oluşturduğu biliniyordu. Ancak son günlerde yaşanan gelişmeler, kadrolaşma sürecinin beklenenden daha hızlı ilerleyebileceğini ortaya koydu.

Türk-İslam faşizmi Boğaziçi Üniversitesine iki yeni fakülte -Hukuk ve İletişim Fakülteleri- açarak kadrolaşma yoluyla dönüşüm yaratma yolunda önemli bir adım attığını düşünüyordu. Ancak bu iki fakültenin tamamen hukuksuz bir şekilde, Senato kararı olmadan yalnızca Melih Bulu’nun kişisel bir yazısı ile talep edilerek açıldığı ve yargı mekanizmasının normal hukuki işleyiş koşulları altında, açılan idari davalar sonucunda kapatılacağı öngörülüyor. Nitekim İletişim Fakültesi’ne bir dekan bulmakta bile zorlanıyorlar ve Hukuk Fakültesi’ne öğretim üyesi için çıkılan ilan sonucunda öğretim üyesi alınıp alınmadığı bilinmiyor.

Ancak 1416 sayılı kanunla yurtdışında lisansüstü öğrenim gören bazı akademisyenlerin Boğaziçi Üniversitesine öğretim üyesi olarak atanması süreci de başlamış bulunuyor. 1929 yılından beri yürürlükte olan bu kanun ile “kurumların talepleri doğrultusunda” gençlerin belli alanlarda yurtdışında ihtisaslaşması ve yurda dönmeleri ve başta üniversiteler olmak üzere talepte bulunan tüm kamu kurumlarında görevlendirilmeleri hedeflenmiştir. Bu kanun 2014’te yapılan bir dizi değişiklikle (en önemlisi kurumların talep şartının kaldırılması) Fettullahçıların kadrolaşma araçlarından birisi olmuş ve 2016 darbe girişiminden sonra yurtdışında doktora eğitimini tamamlamak için giden öğrencilerin pek çoğunun 675 sayılı KHK ile  ilişikleri kesilmiştir. Bu kanun kapsamında yurtdışına gönderilen öğrencilerin seçme ve değerlendirme süreçleri şeffaflıktan uzaktır. Üstelik 40 civarında öğrencinin Boğaziçi Üniversitesi’nin herhangi bir talebi olmadan bu burs ile yurtdışına gönderildiği bilinmektedir.

Bu öğrencilerden birisi ilgili bölüm görüşü alınmadan, bölümde herhangi bir akademik değerlendirmeye tabi tutulmadan ve ilgili fakültenin dekanının onayı olmadan, bir bölüme rektörlük kararı ile atanmıştır. Kanunda 3/6/2021 tarihinde yapılan bir değişikliğe göre “Yükseköğretim kurumları adına yurt dışına gönderilenlerden doktora öğrenimlerini başarıyla tamamlayanların, mecburi hizmet yükümlülüklerini ifa etmek üzere adına öğrenim gördükleri yükseköğretim kurumunun atama kriterlerini karşılamaları şartıyla doktor öğretim üyesi kadrolarına, atama kriterlerini sağlamamaları halinde ise öğretim görevlisi kadrolarına ataması yapılır.” Atanan kişinin bölümün kriterlerini kağıt üzerinde karşılayıp karşılamadığı dahi tartışmalı olmasına rağmen doktor öğretim üyesi kadrosuna ataması yapılmıştır.

Daha önceki yönetimler üniversitenin talebi olmadan üniversite adına yurtdışına doktora öğrencisi gönderilmesine itiraz etmişler ve kanunda şart koşulmasına rağmen “Yükseköğretim kurumları adına yurt dışına gönderilenlerin öğrenimlerini izlemek ve değerlendirmek üzere adına öğrenim gördükleri yükseköğretim kurumu tarafından danışman” ataması yapmamışlardır.

Buna rağmen bu kişilerden doktoralarını tamamlayanların Naci İnci tarafından atanacağı görülüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim üyesi kadrosunun giderek yaşlandığı ve genç öğretim üyelerinin oranının oldukça az olduğu göz önünde bulundurulursa, yeni gelen bu kadroların üniversitenin geleceği üzerinde ağırlığı olacağı öngörülebilir.

Bu mesele kanunla düzenlenmiş bir uygulama olduğu için hukuki yollardan mücadele etmek zor görünüyor. Ancak bölümlerin akademik liyakat, akademik özerklik, işe alma ve değerlendirme süreçlerinde benimsenen ilke ve kriterler üzerinden mücadele edip itirazlarını yükseltmeleri önem arz ediyor.

Muhalefet Cephesi

Tüm bu gelişmelerin kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleşiyor olması muhalefet cephesi açısından beklenmedik bir durumdu. Türk-İslam faşizminin Boğaziçi üzerindeki işgal ve dönüştürme planının daha uzun bir vadeye yayılacağı düşünülüyordu. Bu nedenle muhalefet cephesinde bir moral bozukluğunun baş göstermeye başladığı söylenebilir. Öğretim üyeleri açısından günlük sırt dönme eylemi, haftalık forumlar ve bültenler, kurul ve komisyonlarda yapılan itirazlar ve direniş artık gündelik hayatın sıradan bir parçası haline geldi. Başta fakültelerin açılması ve geçici görevlendirmeler olmak üzere tüm hukuksuz uygulamalara karşı açılan davaların da sıkı bir şekilde takip edildiği ve her yeni hukuksuzluğun bir dava konusu haline getirildiğini de söyleyebiliriz.

Ancak Türk-İslam faşizminin Naci İnci yönetimi vasıtasıyla Boğaziçi Üniversitesi’ni denetim altına alma çabasının giderek şiddetlenmesi, artık Senato ve Üniversite Yönetim Kurulu’nda istediği kararları çıkaramayacağını anlayan İnci’nin bu kurulları toplamamaya ve kararları kendi başına almaya başlaması, özellikle de direnişte önemli bir figür olan Can Candan’ın işine son verilmesi kararının geri aldırılamaması ve Can Candan’ın kampüse girişinin yönetim tarafından engellenmesi, öğretim üyeleri arasında epey moral bozukluğuna neden oldu. .

Öğrenci cephesinde ise disiplin soruşturmaları, gözaltılar, tutuklamalar, polis ve özel güvenlik şiddeti aktivist öğrencilerin moralini bozmuş ve öğrenci direnişini dağıtmış gibi görünüyor. Öğrenci cephesinde en önemli ve kronikleşen temel sorun ise direniş hareketinin geniş öğrenci kitleleri içinde yaygınlaşamaması ve sürekliliğinin sağlanamaması. Özellikle direniş çadırının kurulmasının yasaklanması ile birlikte öğrenciler önemli bir mevzi kaybettiklerini düşünüyorlar. Aslında öğrencilerin kampüs hayatının diğer alanlarında, örneğin bölümlerde, kulüplerde, sınıflarda kalıcı örgütlülükler kurmaları elzem görünüyor. Örneğin BÜLGBT kulübünün kapatılmasından sonra bu kulüp içinde faaliyet gösteren/göstermeyi düşünen öğrencilerin yönetim tarafından resmi olarak tanınmasalar da nasıl bir örgütlülük kuracakları ve kendilerine nasıl faaliyet alanları açacakları hala belli değil. Yakında yapılacak Öğrenci Temsilciler Kurulu seçimleri de öğrenciler açısından faşizme karşı bir söylem kurmak ve direnişin öğrenci ayağında bölümlere yayılan kalıcı örgütlenmeler yaratmak için iyi bir fırsat sunuyor, ancak bu fırsatın ne kadar kullanılacağı belli değil.

Her şeye rağmen Melih Bulu’nun direniş sayesinde görevden alındığı ve yerine atanan Naci İnci’nin de üniversite içinde yine direniş sayesinde rıza örgütleyemediği de bir gerçek. Her ne kadar öğrencilerin ve öğretim üyelerinin çoğu kendi işlerine, akademik çalışmalarına ve derslerine yoğunlaşmış görünüyor olsalar da kampüste bir normalleşme olduğu söylenemez. Çok büyük bir çoğunluk Naci İnci yönetimini kabul etmiyor. Naci İnci rektör olarak atanmadan önce Boğaziçi kamuoyuna pek çok vaatte bulunmuştu. Ancak, ateşten bir gömlek giydiğinin farkında değildi. Diğer üniversitelerde atanan rektörler gibi, kampüsün fiziki şartlarını iyileştirerek, öğretim üyelerinin araştırma fonlarını arttırarak, sanayiden yüksek bütçeli projeler çekerek, çok sayıda lojman inşa ederek rıza devşirebileceği bir dönemde göreve atanmadı. Türk-İslam faşizminin ülkeyi korkunç bir ekonomik kriz içine sürüklediği, devletin kasasının boşaldığı, muazzam bir devalüasyonla mevcut araştırma fonları ile temel araştırma girdilerinin bile satın alınamaz hale geldiği, en temel ihtiyaçların alımlarının bile yapılamadığı, kampüsün fiziki altyapısının bir çöküşün içinde olduğu bir dönemde bu göreve atandı. Dolayısıyla diğer üniversitelerdeki yandaş rektörlerin yapageldiği gibi rüşvetler dağıtarak rıza örgütlemesi de mümkün görünmüyor.

Moral üstünlük tabii ki direniş cephesinde. Belki de direniş cephesinin aslında İnci ve ekibine geri adım attıramayacağını kabul etmesi, ancak kendisini o makama yerleştiren siyasi iktidarın da ömrünün fazla uzun olmadığını aklında tutarak İnci yönetiminin üniversiteye daha fazla zarar vermesini engellemeye, zararı en aza indirgemeye çalışması, direnmeye, kanunsuzlukları deşifre edip yargıya taşımaya devam etmesi çok önemli. Bunun yanı sıra, daha yaratıcı ve kapsayıcı eylem biçimleri de geliştirilebilir. Örneğin 5 Kasım günü akademisyenler, öğrenciler, mezunlar ve ailelerin bir arada gerçekleştirdikleri buluşma umudu yükselten bir coşku yarattı.

Bu arada Naci İnci ve ekibi de muazzam bir sıkışmışlık yaşıyor. Bunu tavırlarının giderek saldırganlaşmasından anlamak mümkün. Rıza üretemediklerini ve üniversiteyi yönetemediklerini biliyorlar ve baskının dozunu arttırmaları çaresizliklerini gösteriyor.