Haziran ayı ile birlikte Türk-İslamcı rejimin Boğaziçi Üniversitesi’ne çökme ve üniversiteyi çökertme girişimlerine hız verdiği görülüyor. Özellikle akademik karar organı olan Senato’nun ve yürütme organı olan Üniversite Yönetim Kurulu’nun (ÜYK) sayısal çoğunluk sağlanarak ele geçirilmesi konusunda kararlı adımlar atıldı.

Bilindiği üzere, BÜ’de iki yeni fakültenin (Hukuk ve İletişim) açılmasının temel amacı, bu iki fakültenin dekanlarının hem Senato’da hem de ÜYK’da, temsilcilerinin de Senato’da yer alması suretiyle karar organlarında çoğunluğun ele geçirilmesiydi. Senato ve ÜYK üniversitelerde, özellikle de katılımcı yönetişim geleneği olan BÜ’de çok önemli iki yönetsel organ. Senato, bir anlamda üniversitenin yasama organı gibi işlev görüyor. Örneğin yeni fakültelerde müfredatın, öğretim dilinin, bu fakültelere alınacak öğretim üyelerinin atama yükseltme kriterlerinin neler olacağına Senato’da karar veriliyor. Bu organda sayısal üstünlüğü ele geçirmek, üniversiteye rejim yanlısı ve büyük olasılıkla da niteliksiz öğretim üyeleri alarak akademik kadronun sayısal bileşimini değiştirmeye, böylelikle üniversitenin özgürlükçü-demokratik ortamının bozulmasına hizmet edecek. Aynı şekilde ÜYK’da sayısal çoğunluğu ele geçirmek, öğretim üyelerinin atama-yükseltme kararlarından öğrencilerin, akademik ve idari kadroların disiplin kararlarına kadar pek çok yönetsel kararda belirleyici olmak anlamına geliyor.

Senato ve ÜYK’da rejim iki yolla sayısal üstünlük sağladı: Birincisi YÖK kararı bile olmadan, CB kararnamesi ile hukuksuz bir biçimde açılan iki yeni fakülteden biri olan Hukuk Fakültesi’ne, daha önce görev yaptığı Marmara Üniversitesi’nde Barış için Akademisyenler Bildirisi’ne imza attıkları için 34 akademisyenin KHK ile memurluktan çıkarılmasına zemin hazırlayan disiplin soruşturmasının altında imzası olan Selami Kuran Dekan olarak atandı. Daha sonra Kocaeli Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Muzaffer Eroğlu, hakkında ÜYK’dan herhangi bir görevlendirme kararı olmamasına rağmen hukuksuz bir biçimde Hukuk Fakültesi senato temsilcisi olarak senato toplantılarında zuhur etmeye başladı. İletişim Fakültesine önce rektör, ardından Rektör Yardımcısı Kumbaroğlu vekaleten dekan olarak atandı.

Rejimin, Senato ve ÜYK’da çoğunluğu ele geçirme taktiklerinden bir diğeri ise seçilmiş, ama YÖK tarafından atanmadığı için vekaleten bu görevi yürütmekte olan Mühendislik Fakültesi dekanının yerine bir rektör yardımcısını, seçilmiş Fen Bilimleri Enstitüsü (FBE) ve Sosyal Bilimler Enstitüsü (SBE) müdürlerinin yerine vekaleten yine rektör yardımcılarını, Senato üyesi Yabancı Diller Yüksek Okulu müdürünü ise istifa ettirerek yerine yandaş birisini atamak oldu. Böylelikle dekanlıklara ve enstitü müdürlüklerine vekaleten atanan rektör ve yardımcıları Senato toplantılarında vekaleten yürüttükleri Dekanlık, Enstitü Müdürlüğü gibi makamlar için de mükerrer oy kullanma yüzsüzlüğünü göstererek Senato üyeleri arasından ÜYK’ya bir temsilci seçti. Ayrıca yine son bir hamle ile bir rektör yardımcısı İletişim Fakültesine dekan vekili olarak atandı. Böylelikle ÜYK kompozisyonu da rejim lehine bozulmuş oldu (ÜYK’da rektör yardımcılarının oy hakkının bulunmadığını belirtelim). Önümüzdeki dönemde hukuksuz bir şekilde kurulmuş bulunan iki yeni fakültenin eğitim öğretim esaslarını ve bunlara alınacak öğretim üyelerinin atama yükseltme kriterlerini belirleyecek olan iki üst organın rejim tarafından ele geçirildiği söylenebilir.

Rektör ataması, iki fakültenin kuruluşu, iki fakülteye asaleten ve vekaleten dekan atamaları, dışardan görevlendirme yoluyla senato temsilcisi belirleme girişimlerinin tümüne karşı Boğaziçi öğretim elemanları tarafından açılmış olan idari davalar var. Boğaziçi Üniversitesi’nde onlarca makamın bir avuç kariyerist tarafından asaleten, vekaleten görevlendirmeler ve sandalye değiş tokuşu yoluyla yönetilmesi rejimin Boğaziçi’ne atayacak işbirlikçi bulmakta zorlandığı şüphesi uyandırıyor.

Rejimin saldırıları özellikle direnişe katılan emekli ve yarı-zamanlı hocaları da hedef aldı. Yaş haddinden emekli olan bir hocanın sözleşmesi YÖK tarafından uzatılmadı. Gözaltına alınan, haklarında davalar ve disiplin soruşturmaları açılan öğrencileri savunan yarı-zamanlı öğretim görevlisi Av. Feyzi Erçin hocanın yaz okulunda ders vermesi sudan bir bahane ile engellendi. Önümüzdeki dönemlerde emekli ve yarı-zamanlı akademisyenlerin ders vermeye devam edip etmeyeceği belirsizliğini koruyor. Öte yandan sözleşmeleri her yıl YÖK tarafından yenilenen yabancı uyruklu hocaların üzerinde de YÖK tarafından dolaylı bir baskı uygulanıyor.

Türk-İslamcı rejimin saldırgan bir tavırla dağıtmaya çalıştığı ikinci alan ise öğrenci muhalefeti oldu. Bu süreç içinde onlarca öğrenci tutuklandı, haklarında davalar ve disiplin soruşturmaları açıldı. BÜ LGBTİ+ kulübü kapatıldı, fotoğraf kulübünün onur yürüyüşü ile ilgili bir fotoğraf sergisine Öğrenci İşleri Dekanlığı tarafından “siyasi aktivizm içerikli” olduğu gerekçesi ile izin verilmedi. Kampüste sayıları aşırı derecede artan özel güvenlik görevlilerinin ve sivil polislerin öğrencilere yönelik tacizleri gündelik kampüs yaşantısının sıradan bir uygulaması haline geldi. Kampüs son derece gelişmiş, muhtemelen yüz tanıma sistemine de sahip bir kamera ağı ile donatıldı ve kampüs hayatı bir gözetim toplumu haline getirildi. Öğrencilere yönelik disiplin soruşturmalarında, hangi kitabı okuduklarına varacak kadar özel hayatın gizliliği ilkesini ihlal eden görüntüler kanıt olarak sunulmaya başlandı. Kampüsün mezunlara kapatılması ve öğrenciler ve öğretim üyeleri için hafta sonları kampüse girişlerin yasaklanması yoluyla kampüsün insansızlaştırılması girişimlerine hız verildi.

Rejimin bir diğer saldırısı da Toplumsal Cinsiyet eşitliği konusunda BÜ’deki kazanımları yok etmeye çalışmak oldu. Türkiye’de bir üniversite bünyesinde ilk defa kurulan Cinsel Tacizi Önleme Koordinatörlüğü’nü yürüten Cemre Baytok “radikal feminist” düşüncelere sahip olduğu gerekçesi ile ücretsiz izne çıkartıldı. Aslında pandemi döneminde yasak olmasına rağmen fiilen işten çıkartıldı. Türk-İslam faşizminin toplumsal cinsiyet ve kadına şiddet meselesine bakış açısını yansıtan ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi kararının bir uzantısı olan bu eylem, öğrencileri cinsel taciz ve şiddet karşısında korumasız bıraktı.

Rejimin BÜ’yü ele geçirme planının bir diğer adımı da Genel Sekreterliğe Sağlık Bilimleri Üniversitesi öğretim üyesi Nedim Malkoç’un getirilmesi idi. Osmanlı Eğitim Ocakları Kocaeli şube başkan vekilliği de yapmış Malkoç, tüm idari personelin amiri oldu. Bunun da idari personel arasında güçlü bir örgütlenmesi bulunan Eğitim-Sen’in etkisini kırmaya ve idari personel içinde faşizan bir kadrolaşmaya yönelik bir girişim olduğu söylenebilir.

Tüm bunlar olurken öğretim elemanlarının direniş cephesinde ise rektörlük önünde günlük sırt dönme nöbetleri, gelişmelerin değerlendirildiği ve eylemliliğe ilişkin yol haritasının tartışıldığı haftalık forum toplantıları ve gelişmeleri kamuyouna aktaran bülten çalışmaları, sosyal medya eylemleri ve diğer komisyon çalışmaları devam etti. Direniş cephesinin kararlı bir şekilde bütünlüğünü ve kapsayıcılığını korumaya devam ettiği söylenebilir. Ancak benimsenen pasif eylem tarzı Türk-İslam faşizminin BÜ’yü ele geçirme azmini kıramadı. Öğretim üyeleri pasif direnişin ötesine geçen bir eylemliliğe geçemediler. Örneğin yarı-zamanlı öğretim görevlisi Av. Feyzi Erçin hocanın yaz okulunda ders vermesi yönetim tarafından engellendiğinde, diğer öğretim üyeleri yaz okulunda zaten opsiyonel olarak açılan derslerini kapatmayı tercih etmediler. Bu fiiilen yaz okulunun boykot edilmesi anlamına gelecekti; ancak “öğrencilerin mağdur edilmemesi” gerekçesiyle bu öneri kabul görmedi.

Öğretim üyeleri, hukuksuz bir şekilde yeni fakültelerin açılması ve buralara yine hukuksuz bir şekilde atamalar yapılması ile ilgili açtıkları davaların kararlı bir şekilde takipçisi olmaya devam ediyorlar. Ancak Türkiye’de hukukun ne kadar yavaş işlediği düşünüldüğünde bu davaların sonuçlanmasının yıllar alacağı öngörülebilir.

Bu nedenlerle direniş cephesinde öğretim üyelerinin sivil itaatsizliğin dozunu arttıran yeni ve etkili eylemlilik biçimleri geliştirmeleri bir zorunluluk olarak kendisini dayatıyor. Öte yandan öğrenci muhalefeti yaz dönemi nedeniyle doğal olarak bir çekilme yaşarken, öğrenciler cephesinde de muhtemelen yüz yüze eğitimin başlayacağı sonbahar dönemi için bir strateji geliştirilmesi, eylemlilik biçimleri üzerinde uzlaşı sağlanması, yeni dönemde direnişi ve mücadeleyi yükseltmek için büyük önem arzediyor.

Tüm bunların yanı sıra eylemlilik biçimleri ve anlayışları konusunda aslında pek de anlaşamayan akademisyenler ile öğrencilerin bu direniş içinde nasıl yakınlaşacakları da ayrı bir sorun olarak ortada duruyor.

Direniş cephesinde eylem tarzında ve etkililiğinde bir değişim olmazsa kayyım ve ekibinin BÜ’yü ele geçirme yolunda aylar öncesinden ördükleri statejilerini adım adım ilerletecekleri öngörülebilir. Bu nedenle iş yavaşlatma, kısmi boykot, belli akademik faaliyetleri askıya alma türünden sivil itaatsizlik eylemlerini artık gündeme almak gerekiyor. Bu tür eylemlere “öğrencilerin zarar görmemesi” için öğretim üyeleri tarafınan bugüne dek pek sıcak bakılmadı. Bahar 2021 dönemi başında öğrencilerin örgütlemeye çalıştığı bir haftalık boykot da katılımcı bir örgütlenme ile kurgulanmadığı için yaygınlaşmadı, ancak yüz yüze eğitime geçilmesi ile birlikte geniş katılımlı bir öğrenci boykotu öğretim üyeleri için de teşvik edici olabilir. Olası bir boykota hazırlık için öğrenci-öğretim üyesi koordinasyonun sağlam bir şekilde örülmesi, kamuoyu desteğinin sağlanması için çalışma yapılması gerekecektir. Boykot, elbette kısa bir süreliğine eğitim-öğretimi aksatacaktır, fakat  böyle giderse ortada “Boğaziçi adına pek az şey kalacağı” iç ve dış kamouoyuna iyi bir şekilde anlatılırsa güçlü bir destek de bulabilir. Her durumda direnişin biçim değiştirmesi gerekliliği kendisini dayatıyor, zira direniş güçlenmezse zayıflama ve çözülme kaçınılmaz hale gelebilir.