Geniş anlamda LGBTİ+, üreme, erotizm ve aile örgütlenmesinin kadın-erkek ilişkisi üzerine bina edilmiş bir korelasyon içinde yaşanmasını zorunlu bir seçenek olarak görmeyen insanların özgürleşmesini savunan bir ağ örgütlenmesine işaret eder. İnsan doğasının kadın-erkek ilişkisi üzerine bina edilen üreme, erotizm ve aile örgütlenmesini otomatik olarak birbirine bağlamıyor olması, bu üç unsurun çeşitli biçimlerde birleştirilmesi ya da ayrıştırılması yönünde şartlanma ve alışkanlıkların üretilebilmesi, toplumsal hayatta cinsiyet pratiklerinin nasıl disipline edilmesi gerektiği meselesini karmaşık hale getirir. Dolayısıyla, LGBTİ+ şemsiyesi altında buluşan insanların türsel olarak anormal, sapkın, suçlu, hasta vs. ilan edilmesinin basitçe insan doğasıyla açıklanamayacağını, sindirilmeyi ve belki yok edilmeyi hak eden bir azınlık üretme siyasetinin sonucu olduğunu iddia etmek zor değildir.

18. yüzyıl sonunda, Fransız devriminin insanlığa vaat ettiği ve endüstriyel modernleşmeye damgasını vuran “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı, zaman içinde LGBTİ+ haklarının savunusu için de güçlü bir tarihsel zemin oluşturmuştur. Batı dünyasında, sivil haklar hareketinin yaygın ve kitlesel bir karakter kazandığı 1968 sonrasında, LGBTİ+ şemsiyesi altında toplanacak insanlar da sahneye çıkacaktır. Sadece hoş görülmesi gereken zararsız bir altkültür topluluğu ya da cinsel azınlık hareketi olmanın sınırları zorlanacak; eşit yurttaşlık talepleri ile ortaya çıkan, modernleşmenin demokrasi ve özgürlük vaadine uygun olarak, kamusal görünürlüğünü normalleştirmek isteyen ayrımcılık karşıtı bir hareket inşa edilecektir.

Türkiye’de bu yönde güçlü bir hareketlenmenin meydana gelebileceği, 2000’lerde, Batı’da tarihi daha eskiye dayanan Onur Yürüyüşlerinin düzenlenmeye başlamasıyla fark edildi. Fakat 2010 sonrasında, aynı zamanda LGBTİ+ karşıtlığı üzerinden kurgulanmış Türk-İslam ideolojisi, daha önce AB’ye endeksli bir demokratikleşme programını hayata geçiren AKP hükümetinin belirgin bir karakteristiği haline gelmeye başlayacaktır. AKP hükümeti AB ile bütünleşme hedefini terk etmeye başladığında, İslamcı siyaset hızla liberal eğilimden arındırılma işlemine tabi tutulacaktır. 2015 yılında, daha önce izin verilen Onur Yürüyüşlerinin yasaklanması, bu sürecin doygunluğa ulaştığını gösteren gelişmelerden bir tanesidir.

15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasının ardından içine girilen OHAL sürecinde, AKP-MHP koalisyonu Türk-İslam ideolojisinin egemenliğini ilan edecek ve LGBTİ+’yı hedef tahtası haline getirecektir. Mesele sadece Onur Yürüyüşleri düzenlemeye varan bir kamusal görünürlüğe izin verilip verilmemesi değildir. LGBTİ+ şemsiyesi altında toplanan insanlar yer altına itilmeli, düzenli tehdit altında bir altkültür evrenine hapsedilmelidir.

2021 Ocak ayında başlayan Boğaziçi direnişinde, yer yer LGBTİ+ simge ve bayraklarının kullanılmasına dikkat çeken yandaş medya, direnişin ahlâksız ve din karşıtı olduğunu kanıtladığını düşünüyordu. Hâlihazırda, Boğaziçi direnişini İstanbul’un meydanlarına taşırmak isteyen öğrenci gruplarının yanı sıra, Batı’daki 1968 sonrası sivil haklar hareketinden esinlenerek “Her yerdeyiz!” diyen ve bayrak gösteren LGBTİ+ aktivistleri üzerinde özel bir baskı uygulanıyor. Belli ki hükümet, kamuoyundan geniş destek gören Boğaziçi direnişinin çözülüp dağılmasını sağlamak için, hem anlayış bakımından hem de karşılaştıkları özel baskı nedeniyle genel öğrenci kitlesi ile arasındaki mesafeyi büyütme eğilimi örgütleyebilen bu grupların son derece kullanışlı olduklarını düşünüyor. Bu noktada hükümetin yaşadığı en önemli problem, gözaltı ve tutuklamalar sırasında polis gücünün orantısız şiddetle de açıklanamayacak tek taraflı şiddetin öznesi haline gelmesi ve kamuoyu vicdanında mahkûm olması.

Yine, kadınlara dönük şiddetin ve ayrımcılığın engellenmesi yönünde önemli bir kazanım olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek için düğmeye basıldığında, sözleşmenin LGBTİ+ etkisi hatta komplosuyla şekillendiği iddia edildi. Meğerse İstanbul Sözleşmesi’nin asıl derdi; kadın hakları değil, başta LGBTİ+ olmak üzere toplum ahlâkını ve aile düzenini tehdit eden sapkınlığa çanak tutmakmış. Hükümet yandaş medya aracılığıyla bu tartışmayı alevlendirirken, hiç kuşkusuz toplumun büyük çoğunluğunun LGBTİ+ karşıtı pozisyon alacağını, meseleye insan hakları ve eşit yurttaşlık temelinde yaklaşmayacağını, diktatörlük rejiminin kolaylıkla onay görecek ve kadın hareketini de sindirecek bir baskı alanı inşa edebileceğini varsaymaktadır.

İstanbul Sözleşmesi okunduğunda, esas olarak kadınlara dönük ve ev içinde yaşanan şiddet ve ayrımcılığı sorun olarak kabul ettiği, LGBTİ+ hakları adına özel ve dolaysız bir güvence sunmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Sözgelimi, muhalefet bölgesinde Türk-İslam ideolojisinin daha ılımlı bir versiyonunu temsil etmek isteyen İyi Parti’nin Genel Başkanı Meral Akşener eşcinselliğin teşvik edilmesini doğru bulmadığını, ama baskı ve şiddet için gerekçe haline getirilmesine karşı çıktığını söylediğinde, İstanbul Sözleşmesi’ni savunma tavrı ile çelişkiye düştüğü söylenemez. Aslında AKP’nin daha önce savunduğu, Türk-İslam ideolojisine daha fazla sarıldığı ölçüde uzaklaşmaya başladığı ve yakın zaman önce bir gece ansızın terk etmiş olduğu bir pozisyonu savunmaktadır.

Türk devletinin İstanbul Sözleşmesi’nden imzasını geri çekmesini savunan Türk-İslam ideologları, sözleşmede geçen “toplumsal cinsiyet” (“gender”) teriminin LGBTİ+ şemsiyesi altında yer alan kimliklerin normalleştirilmesini teşvik ettiğini iddia etmektedir. Bu iddia temelsizdir ve dolaysız bir çıkarıma dayandırılamaz. Fakat cinselliği kadın-erkek ikiliği olarak tanımlayan ve bu tanımın dışına taşan ilişkileri topluma zararlı ve cezalandırılması gereken sapkınlıklar olarak gören ideolojik varsayımın, bu varsayımı desteklemekten kendini muaf tutan “toplumsal cinsiyet” teriminden rahatsızlık duyması, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek için gerekçe haline getirmesi şaşırtıcı değildir.

Diktatörlük karşıtı muhalefet cephesinde, LGBTİ+ çevrelerini günah keçisi haline getirmeyi hedefleyen cinsiyet ayrımcılığına karşı nasıl mücadele edileceği belirsizliğini korumaktadır. Bunun nedeni, muhalefetin husumetten uzak tutulması gereken çeşitliliğini ve geliştirilmesi gereken dayanışma kültürünü göz önüne alarak asgari müşterekler kümesini oluşturmakta ve buna uygun olarak nasıl hareket edeceğine karar vermekte zorlanmasıdır. Yüksek siyaset düzeyinde çok belirgin olarak gözlemlenebilen bu belirsizlik, sahada kafa karıştırıcı ve paralize edici sonuçlar doğurmaktadır. Seçimlere nasıl bir asgari programla girileceğini, partili cumhurbaşkanlığı sisteminden üzerinde mutabık kalınmış görünen güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişte hangi kadroların görev alacağını dahi netleştirmemekte ısrar eden muhalif yüksek siyasetin, toplum tabanında birikmeye ve yayılmaya devam eden diktatörlük karşıtı tepkiye örgütlü bir çerçeve kazandırma yeteneği geliştiremediğini tespit etmek zor değildir. Bundan daha da önemlisi, yüksek siyaseti kuşatacak ve ona yön verecek, siyasetin toplumsallaşmasını ve katılımcı biçimler almasını sağlayacak yaygın ve örgütlü bir sivil toplum hareketinin oluşamadığını da tespit etmek gerekir. Böylece, örneğin cinsiyet ayrımcılığının kendi içinde ve diğer ayrımcı uygulamalarla ilişki içinde nasıl değerlendirileceğine ilişkin kışkırtılan kafa karışıklığı, sadece hükümetin değil aynı zamanda muhalefetin eseri haline gelmektedir.

Diktatörlük karşıtı demokratik ve özgürlükçü bir asgari müşterekler kümesi oluşturur ve cinsiyet siyasetinin hangi biçimler alabileceğini tartışırken, bu tartışmaya yön veren arka plan bilgisi ve ideolojik güdülenmelerin oynadığı rol son derece önemlidir. Cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili literatüre kabaca bakıldığında, Batılı akademik dünyada sırasıyla kadın araştırmaları, toplumsal cinsiyet araştırmaları ve queer teorisinin dolaşıma girdiği görülür. Toplumsal cinsiyet araştırmaları, feministlerin teşvik ettiği ve öncü pozisyon aldığı kadın araştırmalarından farklı olarak kadın cinsiyetiyle sınırlı olmayan teorik vaatler içerir. Bununla birlikte, postmodernist ya da postyapısalcı söylemlerin etkisi altına girdiği ölçüde, bilimsel olarak ne vaat ettiği pek anlaşılamayan ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadeleye bilimsel veri oluşturma özelliği tartışmalı (bu satırların yazarına göre, akademik gevezeliğe dönüşme eğiliminde) bir disiplin haline gelmeye başlamıştır.

Toplumsal cinsiyet araştırmaları içinden doğan queer teorisi toplumsal cinsiyet araştırmalarının postmodernist ya da postyapısalcı yönelim edindiği hâlidir denilebilir. Queer teoriden yola çıkan özgürlükçü bir cinsiyet siyaseti şunu savunacaktır: Kadın ve erkek kimliklerini sabit kabul eden ikili (binary) cinsiyet işbölümünün doğal bir zorunluluk olduğunun reddedilmesi, özgürleştikçe ve kısıtlamalardan kurtuldukça ikili cinsiyet işbölümüne dayalı olmak zorunda kalmayan (non binary) cinsiyet pratiklerinin üretilmesi. Asıl sorun, mesela erkek karşısında kadının eşit bir konuma yerleşmesi değil, kendi aralarında bir konsensüs meydana gelmemiş olsa bile LGBTİ+ çevrelerinde ve örneğin kadın eşcinselliğine meşruiyet atfettiğinde kısmen feminist çevrelerde ortaya çıkan, erkek-kadın ikiliğini sabitlemekten kendini alıkoyan cinsiyet pratiklerine meşruiyet kazandırılmasıdır.

Sahada, akademik düşünce alıştırmalarından ziyade demokrasi ve özgürlük mücadelesinin asgari müştereklerinin neler olacağı ve LGBTİ+ haklarının bu asgari müşterekler kümesinin içinde nasıl yer alacağı kritik bir meseledir. LGBTİ+ hakları söz konusu olduğunda, uzlaşma noktasının örneğin queer teorisi ve bu teoriden esinlenerek önerilebilecek cinsiyet pratiklerinin savunusu olmayacağı çok açıktır. Buna karşılık, mesele insan hakları bağlamına taşındığında, LGBTİ+ şemsiyesi altında yer alan insanların baskı altında tutulmasına, şiddete maruz kalmasına ve kriminalize edilmesine karşı çıkılması geniş bir toplumsal uzlaşmanın konusu olacaktır.

Diktatörlük rejiminin ataerkil düzeni pekiştirme ve dayatma siyasetine karşı muhalefetin cinsiyet özgürlüğünün hangi biçimleri alması gerektiğine ilişkin bir uzlaşma içinde olmasını beklemek yanlış olur. Dönemsel olarak asıl sorun cinsiyet özgürlüğünün alabileceği biçimlerin rasyonel ve insan doğasına uygun bir şekilde ele alınmasının, soruların doğru bir şekilde sorulmasının, sorulara verilebilecek yanıtların üretilmesinin giderek imkânsız hale getirilmesidir. Muhalefet tam da bu imkânı yaratma ve olabildiği kadarıyla demokrasi ve özgürlük kültürünü geliştirecek ilişki ve söylemleri geliştirme başarısı gösterdiğinde gelecek vaat edebilir.

LGBTİ+ hakları demokrasi ve özgürlük mücadelesinin bir parçasıdır, ama ona indirgenemez. Örneğin “Hepimiz Lubunyayız!” demek ya da düzenli olarak LGBTİ+ bayrağını göstermeye çalışmak, amaçlananın aksine indirgemeci, dolayısıyla irrasyonel bir yalanın tahkim edilmesine hizmet edebilir. Bağımsız kadın örgütlenmesini bir gereksizlik olarak değerlendiren sosyalist çevreleri sınıf indirgemeci ve cinsiyet ayrımcılığını derinlemesine kavrayamamış olmakla eleştirip cinsiyet indirgemeci bir yönelime girmek, genelleme eğiliminde özdeşleşmeci sloganlar ve etkinlikler üretmek, ayrıştırıcı bir indirgemecilikler yarışına girmenin ötesine geçmez. Fakat cinsiyet ayrımcılığına karşı, insan haysiyetine ve dayanışmaya vurgu yapan slogan ve söylemlerin üretilmesi, diktatörlük rejiminin toplumsal suç ortaklığını teşvik ederek ezilesi azınlıklar üretme siyasetine karşı direnişi tahkim edebilir. Bu, LGBTİ+ aktivistlerinin genel direniş çatısı altında nasıl yer alacağı, bu çatı altında taleplerini nasıl dillendireceği ve dayanışma düzeyinde direnişin diğer bileşenleri ile ortaklaştıkları noktaların netleştirilmesi ile ilgili bir meseledir.

Direnişin çatısı organize edilemediğinde, muhalif çeşitlenmenin bir zaaf gibi görünmesine, birey ve topluluk narsisizmlerinin kendilerini dayatma eğilimi içine girmelerine ve irili ufaklı arızaların meydana gelmesine şaşırmamak gerekir. Örneğin Amed (Diyarbakır) Newroz alanında LGBTİ+ bayrağının vurgulanması ve bundan bir kesim katılımcının rahatsızlık duyması sonucu meydana gelen saldırganlık, öncelikle mitingin asgari müşterekler düzeyinde birleştirici konseptinin netleştirilmesi ve teknik organizasyonuyla ilgili önemli bir arızaya işaret eder. Aynı zamanda, LGBTİ+ aktivistlerinin Onur Yürüyüşü konseptini kolaylıkla diktatörlük karşıtı direniş alanlarına, bu vakada Amed Newroz alanına monte edebilecekleri yanılsamasına işaret eder.

Türkiye’de Kürt hareketi, kadın hareketi ve feminizmin güçlenmesinde destekleyici bir rol oynamış, eş zamanlı olarak LGBTİ+ haklarının savunusu adına manevra sahasının genişlemesine hizmet etmiştir. Öte yandan HDP’nin kapsayıcı olma iddiasındaki popülist bazı söylemlerine bakıp yanılsamaya kapılmamak gerekir. Ağır basan eğilim itibariyle Kürt hareketinin cinsel özgürlüğe yaklaşımı mesafelidir; Kürt toplumu için devrim niteliğinde kadın sosyalleşmesi ve siyasallaşması cinsel özgürlüğü teğet geçecek şekilde teşvik edilir. Cinsiyet özgürlüğü cinsel özgürlükle sıkı bir ilişki içinde yorumlanmaz, öyle ki cinsiyet özgürlüğü adına cinsel özgürlüğün öne çıkarılması ayıplanır. Amed Newrozu’nda LGBTİ+ bayrağının öne çıkarılmasına sempatiyle bakılmaması, hatta küçük de olsa bir grubun saldırgan tepkisine yol açması bu siyasi kültürün doğrudan bir sonucu değildir. Fakat cinsel özgürlük söylemlerine mesafeli bu siyasi kültürle de bağlantılıdır.

Demokrasi ve özgürlük kültürünü geliştirme eğiliminde, çatışma ve ayrışma tehlikesini ortadan kaldırma yeteneğine sahip diktatörlük karşıtı ortak bir çatının inşası hayati bir ihtiyaç olarak hissedilmekle birlikte, bu noktada Türkiye’deki siyasi kültürün pek de iç açıcı olmadığını kabul etmek gerekir. Bu, güncel olarak örneğin Boğaziçi direnişinde de ortaya çıkan bir sorundur. Muhalif çeşitlilik içinde asgari müşterek oluşturma (demokratik ve özerk üniversite talebi doğrultusunda bir gece ansızın atanan rektörün istifasını talep etme) noktasında son derece başarılı olan Boğaziçi direnişi, mesele gelip direnişin ortak çatısının inşasına ve çeşitliliğin koordinasyonuna dayandığında parçalı ve belirsiz bir görünüm sergilemektedir. Sahadaki LGBTİ+ aktivizmi ve geliştirilen dayanışma biçimlerinin özdeşleşmeci gruplaşmaları yüceltmesi, hatta çatı işlevi görmesi beklenen yapılardan bile bunun beklenmesi, çeşitliliği içinde nasıl bir muhalefet etiğinin geliştirilmesi gerektiği konusunu oldukça önemli hale getirir ve bu sorun çözüme kavuşturulamadığı sürece, baskının göğüslenmesi ve dayanışma adına kırılganlığı arttıran bir rol oynar.

Özdeşleşme talep eden siyaset tarzına yönelim, LGBTİ+ aktivizminin sıra dışı ve ona özgü karakteristiği değildir. Türkiye’de asgari müştereklere dayalı demokrasi ve özgürlük çatısının inşasını zora sokan son derece güçlü bir siyasi geleneğe işaret eder. Öyle ki, bu yönde hareket etmek istemeyenler dahi bu eğilime kendisini kaptırmadan nasıl etkin olunabileceğini bilemez hâle gelir. Bu anlamda, barışçıl sivil itaatsizlik ve direniş adına çok zengin bir kitle deneyimine sahne olan 2013 Gezi direnişinin bıraktığı, güncel olarak örneğin Boğaziçi direnişinin devralabileceği güçlü bir miras yoktur. Çoğulluğun yönetimi, hâlihazırda çözülmeyi bekleyen, mevcut siyasi yapıların yol gösterme yeteneğini geliştiremediği kritik bir sorun olmayı sürdürmektedir.

Dönemsel olarak hükümetin toplum tabanında rıza üretme yeteneği körelme eğiliminde olduğu için, bu zaafın muhalefetin hayati bir yenilgisine neden olacağını iddia etmek yanlış olur. Mesele adım adım süreci kazanmak, son derece ağır problemlerle yüzleşmenin kaçınılmaz olduğu diktatörlük sonrasına daha iyi hazırlanmakla ilgilidir. Direniş gevşek bir toplam oluşturma perspektifiyle değil, çoğulcu ve dayanışmacı bir asgari müşterekler hareketi olarak inşa edildiğinde sonuç alıcı olacaktır.