Diktatörlük mü, çözüm süreci mi?
Türkiye’de siyaset sahnesini yakından izleyenler arasında bir süredir bir kafa karışıklığının hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bu kafa karışıklığını bir cümlede ifade etmek mümkün: Ülkede giderek artan bir otoriterleşme varken, en güçlü muhalefet adayı içi boş gerekçelerle tutuklanır ve bir daha muhalefetin kazanabileceği seçimlerin yapılması şüpheli hale gelirken, Kürt siyasetinin en azından demokratik-siyasal alanı özgürce kullanmasını olanaklı kılacak bir “çözüm süreci” nasıl mümkün olabilir?
Bu soruya olumlu yanıt vermek hayli zordur. Aklın yolu, ya artan otoriterleşmenin bir diktatörlüğe, daha da tahkim edilmiş bir baskı rejimine geçiş çabası olduğunu söyleyecek, dolayısıyla Kürtlerin ülke siyasetinde kolektif kimlikleriyle temsiliyetine izin veren devlet kaynaklı bir açılımı pek mümkün görmeyecek; ya da 19 Mart’ta İBB Başkanı E. İmamoğlu’na karşı yapılan darbenin bir “yol kazası” olduğunu, devlet nezdinde asıl “çözüm sürecinin” önemsendiğini öne sürmemizi gerektirecektir.
“19 Mart darbesi iktidarın kısa vadeli hesaplarının sonucuydu”
Konuyla ilgili yorum ve analizlerin bir kısmında bu ikinci yaklaşımın egemen olduğunu görüyoruz. Belki de söz konusu yaklaşımı en net şekilde Cuma Çiçek “Erdoğan sürece adapte olamazsa devlet aktör değiştirebilir” başlıklı söyleşide dile getiriyor. Bu analizde, Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşen iktidarın kısa vadeli seçim hesapları ile devletin orta-uzun vadeli çıkarları arasında bir çatışma olduğu ve T. Erdoğan bu tutumunda ısrar ederse devletin alternatif bir figürü tercih edebileceği savunuluyor. Medyascope’ta düzenli olarak kendine yer bulan Mümtazer Türköne’nin de temelde aynı yaklaşımı savunduğunu biliyoruz. Türköne’ye göre, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların gayet iyi farkında olan, sürecin de “sahibi” hüviyetindeki Devlet Bahçeli muhalefete karşı alınan otoriter tutumu onaylamaz. Çözüm sürecinin de bir parçası olduğu “Yeni Yüzyıl, Yeni Türkiye” projesinin ancak hukukun egemen kılınmasıyla olanaklı olabileceğine inanır.
19 Mart darbesini devletin egemen politikasından bir sapma olarak nitelendiren, iktidar ortakları arasında Türkiye’nin nasıl yönetileceğine dair derin çatlaklar olduğunu iddia eden bu ikinci tür analizlerin, 7 Haziran (2015) seçimlerinden sonraki süreçte, asıl olarak da 15 Temmuz (2016) askeri kalkışmasını izleyen olağanüstü hal döneminde inşa edilen rejimin sürekliliğiyle ve bütünlüklü yapısıyla pek ilgilenmediği açıktır.
15 Temmuz’a giden süreçte Cemaat’in desteğinden yoksun kalan Tayyip Erdoğan-AKP’nin iktidarını sürdürebilmek için devlet içindeki Türkçü-güvenlikçi kanadın temsilcisi Devlet Bahçeli-MHP’yle ittifak yapmasıyla şekillenen bu rejim, eşine az rastlanan bir bütünlük ve süreklilik gösterdi. En azından temel iç ve dış politikalar açısından bakıldığında durum böyleydi. Özellikle “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle” kurumsallaşmaya başlayan söz konusu rejim, devlet iktidarının toplumla ilişkisini radikal şekilde değiştirdi. 12 Eylül’ün bile askerler sahneden çekildikten sonra gerçekleştiremediği şeyi gerçekleştirip yasama-yürütme-yargı birliğini büyük ölçüde sağladı. Ana muhalefet partisi, rejimi dolaylı yoldan ayakta tutan ve seçimden seçime varlık gösterebilen bir alana hapsedildi. Kürt siyasi partileri, dil/kültür kurumları ağır baskı altına alındı; belediyelerde kayyum rejimi devreye sokuldu, böylece Kürtler seçme/seçilme hakkından bile yoksun bırakıldı. Bu uygulamalara imza atan rejim, yerinde bir adlandırmayla birçokları tarafından “Türk-İslam faşizmi” olarak nitelendirildi.
Süreç içinde, temel devlet politikalarının saptanmasında bir parti olarak AKP’nin etkisi giderek azaldı.[i] Tayyip Erdoğan’ın önceki iktidar dönemlerinin aksine hak ve özgürlükleri tümüyle yok sayan, Kürt-karşıtı politikaların sözcüsü durumuna gelmesi, rejimin bileşenleri arasında oluşan yeni güç dengesinin sonucuydu. “Cumhur İttifakı” denilen iktidarın yürütmesinin, devletin “bekasını” ilgilendiren konularda, hiçbiri AKP’de siyaset geçmişine sahip olmayan dar bir güvenlik bürokrasinin elinde yoğunlaşması[ii] bu rejimin temel özelliklerinden biri haline geldi. Cumhur İttifakı’nın içeride son derece otoriter bir kimlik kazanması, dışarıda neo-İttihatçı, yayılmacı bir yönelim benimsemesiyle sıkı sıkıya bağlantılı olarak gelişti. Türkiye’nin gerek komşu ülkelerde Kürtlerin özerk bir konum kazanmasını önleme gerekse enerji kaynaklarından pay alma amaçlı bütün askeri operasyonları bu rejim döneminde gerçekleşti.[iii]
Toplumsal analizde öncelik, “devlete hâkim olan iktidar biçimi” veya “rejim” gibi yapıların temel özelliklerinin ortaya konması ve sürekliliklerin vurgulanmasıdır. “Çözüm sürecinin” muhalif-liberal medyada egemen olan yorumu, bölgedeki dramatik gelişmeler karşısında iktidarın Kürtleri kapsayacak uzlaşmacı bir tutum benimsediği yolundaki varsayımına dayanıyordu. Bu yaklaşımı benimseyen, Türkiye’nin bölgede yaşadığı sıkışıklık karşısında Kürtlerle ittifak yapmasının kaçınılmaz olduğunu düşünen bir “devlet aklını” neredeyse bir aksiyom gibi kabul eden yorumcular doğal olarak Türk-İslam faşizminin sürekliliğini önemsizleştirip 19 Mart darbesini T. Erdoğan-AKP’nin iktidarda kalmak uğruna yaptığı bir manevraya indirgediler.
Oysa 19 Mart darbesi, hedefleri açısından değerlendirildiğinde, Türk-İslam faşizmi dediğimiz rejimin bir üst aşamaya, açık bir diktatörlüğe geçiş hamlesiydi.
Diktatörlüğe geçiş kararı olarak 19 Mart darbesi
Alişan Akpınar’ın artizan’da yayımlanan yazısında gayet iyi açıkladığı gibi, muhalefetin en güçlü cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’nun tasfiyesini, ayrıca İBB’ye kayyum atanmasını ve Özgür Özel’in genel başkan seçildiği CHP kurultayının kayyum yönetiminde yeniden yapılmasını hedefleyen siyasi operasyon, Cumhur İttifakı’nın açık bir diktatörlüğe geçiş kararının sonucu olarak şekillendi.
19 Mart darbesi, Cumhur İttifakı’nda cisimleşen ulusal güvenlik devletinin bölgeye dönük hedefleri çerçevesinde daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle Devlet Bahçeli’nin sık sık vurguladığı gibi bu ittifakın, tek bir merkezden hızla karar alıp uygulamasının önünde bir ayak bağı olarak gördüğü parlamenter rejimden kurtulup başkanlık sistemine geçmesi, Türkiye’nin beka meseleleriyle etkin şekilde uğraşması açısından bir gereklilikti. Rejim, PKK’nin Irak’taki varlığını, Rojava’da özerk yönetim üzerindeki nüfuzunu ve Suriye Kürtlerinin özyönetime dayalı kazanımlarını Türkiye’ye dönük bir ulusal güvenlik tehdidi olarak değerlendiriyordu; temel stratejisini de bu tehditlerin bertaraf edilmesi üzerine kurdu. Bu açıdan bakıldığında, faşizan bir yönetim kurma çabasındaki bütün iktidarlar gibi, Cumhur İttifakı’nın da güvenlik bürokrasisi içindeki müttefikleriyle birlikte devlet iktidarını kaybetmesi, hatta başka siyasi aktörlerle paylaşması bile düşünülemezdi.
Türk-İslam faşizmine dayalı bu yapının öncelikli tercihi elbette seçimler yoluyla otoriter politikalarının toplum nezdinde onaylandığını göstermek oldu. Böylece, muhalefet açısından son derece dezavantajlı koşullarda yapılan seçimler yüzde 50’nin üzerinde oy alınabildiği sürece kullanışlı bir araç olageldi. Rejimin her ne pahasına olursa olsun iktidarını koruma kararlığıyla ülke ekonomisini içinden çıkılmaz duruma getirip geniş kesimleri yoksullaştırması oy dengelerini muhalefet adayları lehine değiştirene kadar bu böyle devam etti. 19 Mart darbesine giden süreçte E. İmamoğlu’nun Cumhur İttifakı’na meydan okuyan çıkışı ve yapılacak ilk seçimlerde büyük olasılıkla kazanacak olması, iktidarı yeni bir rejim tasarımı geliştirmek zorunda bıraktı.
Bu yeni rejim tasarımı, haliyle iktidar bloğunun karakteri ve kendine yüklediği beka misyonuyla uyum içinde şekillendi. Toplumsal hoşnutsuzlukların kendini ifade edebileceği tek araç olan seçim sandığı, bundan böyle ancak uygun görülen koşullarda halkın önüne konacaktı. Muhalefet, tabii en başta CHP, icazetli bir “iç muhalefete” dönüştürülecek, varlığıyla rejime meşruiyet sağlayan, fakat iktidarı tehdit edemeyecek ölçüde zayıflatılmış bir aktör haline getirilecekti. Muhalefetin güçlü adayı İmamoğlu’nu siyaset sahnesinin dışına sürmek için daha önce Kürt hareketine ve radikal sol gruplara uygulanan “gizli tanık” gibi hukuk dışı yöntemlerin devreye sokulması, İmamoğlu’nun çevresindeki iş insanlarının tutuklanarak finansal desteğin kesilmeye çalışılması diktatörlüğe geçiş sürecine özgü yöntemler olarak devreye sokuldu.
Hepimizin bildiği gibi, üniversite gençliğinin ateşleyici gücü olduğu, milyonlarca muhalif yurttaşın katıldığı ve CHP yönetimini iktidarın baskısına açıktan tavır almaya iten miting ve gösteriler, diktatörlük ilanı kapsamındaki hedeflerin ancak sınırlı şekilde uygulanabilmesini sağladı. Öte yandan, İBB operasyonlarının ve tutuklama furyasının dalgalar halinde devam etmesi, eylemlere katılan gençlere kötü muamele ve işkence yapılması, muhalif tutum alanların yargı süreci tüketilmeden tutuklanmasının kural haline gelmesi, görülmedik ölçüde artması, Ayşe Barım hakkında “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım” suçlamasıyla 30 yıla kadar hapis cezası istenmesi ve TÜSİAD temsilcileri hakkında zincirleme şekilde “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçlamasıyla” ikinci bir iddianame hazırlanması, ortada ciddi kanıt olmamasına karşın CHP kurultayının iptaliyle ilgili davaya devam edilmesi diktatörlüğe geçiş çabalarının devam ettiğini gösteriyor.
Öyleyse en baştaki sorumuza geri dönelim ve diktatörlük koşullarında belli ölçüde liberal bir açılım içeren bir “çözüm sürecinin” mümkün olup olamayacağını tekrar soralım. Yukarıda belirtmeye çalıştığım gibi, “çözüm süreci”nden Kürtlerin yasal alanda özgürce ve kolektif kimlik talepleriyle mücadele edebilmesinin önünün açılması kast ediliyorsa; başka bir ifadeyle beklenen, devletin bu yönde anlamlı reformlar yapmasıysa, seçimler yoluyla iktidara gelmeyi önüne koyan CHP’ye ve E. İmamoğlu’na savaş açan bir rejimin böyle bir esneklik göstermesinin birbirine paralel ve çelişkili iki ayrı iktidar evreni anlamına geleceği, dolayısıyla pek akla ve mantığa uygun olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca rejimin önünde , neden bölgedeki sıkışmışlığının üstesinden gelmek için kendisini zora sokacak, muhtemelen de çözülmesini hızlandıracak tavizkâr bir yolu tercih edeceği sorusu da sorulabilir ve bu sorunun yanıtı da olumsuz olacaktır.
Bu sonuçlara ulaşabilir ve tartışmayı burada kapatabiliriz. Ancak bu sonuçlar bizi pek ileriye götürmeyecektir. Önemli olan, Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı çağrıyla başlayan “süreci” eldeki verilerle analiz edebilmek, devletin nasıl bir süreç öngördüğü konusunda tahminlerde bulunmamıza olanak sağlayacak sonuçlara ulaşabilmektir. Elbette rejimin karakteri gereği süreç son derece dar bir alanda, şeffaflıktan uzak ilerlediği için ulaşılacak sonuçların geçerliliği eldeki verilerle sınırlı olacaktır. Fakat her şeye rağmen böyle bir çabaya girmek, gün gün gelişmelerin peşinden sürüklenmekten daha iyidir.
Diktatörlük ve çözüm süreci aynı rejim inşasının farklı veçheleri olarak görülebilir
Benim analizim, iktidarın CHP’ye dönük operasyonları ve İBB’ye kayyum atama politikası ile çözüm sürecinin gerçekte çelişmediği, yeni bir rejim inşasının farklı özelliklere ve zamansallıklara sahip iki veçhesini oluşturduğudur. Bu analiz doğruysa, çözüm süreci de bütünüyle yeni bir anlam kazanabilir.
Diktatörlüğe geçiş çabasında derinleşen yoksulluğun, bu nedenle iktidarı kaybetme kaygısının temel bir faktör olduğu doğrudur. Bununla birlikte, ben bölgedeki gelişmelerin de esaslı bir faktör olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa, Suriye’de Esad rejiminin yıkılması sonrası yaşanacağı öngörülen gelişmeler, ABD’nin Rojava’ya dönük politikası, özellikle İsrail’in potansiyel bir Kürt müttefiki olarak Suriye’de güç kazanma olasılığı Türkiye Devleti’ni “iç cepheyi tahkim etmeye” yönlendirdi. Bu dönemde “iç cephenin tahkim edilmesi” söylemine sıkça başvurulduğu da hatırlanacaktır. Türkiye’nin Esad-sonrası Rojava’yı ancak sınırlı olarak denetleyebilmesi ve Kürtlerin burada bir statüye sahip olma olasılığı, Cumhur İttifakı’nı öncelikle ülke içinde farklı bir düzenlemeye geçmeye zorladı. Bu yeni düzenin veya rejim inşasının bir ayağı ana muhalefetin dizayn edilmesiyse diğer ayağı da çözüm süreci çerçevesinde Kürtlerin Türklüğün bir alt-bileşeni olarak kapsanmasıydı. Bu konudaki adımlar, PKK’nin kendini feshetmesi ve silahlı mücadeleye son vermesinden sonra atılacaktı. Başka bir ifadeyle, Kürtlerin Rojava’da uluslararası güçlerin de tanıyacağı kalıcı bir statü elde etmesinin, sınırın bu tarafında, yani asıl büyük Kürdistan’da yaratacağı yankıları sınırlandırmak gerekiyordu.[iv] Dolayısıyla “kardeşlik projesi” çerçevesinde devlet, içeride Kürtleri tehdit edici bir kolektivite olmaktan çıkarmayı amaçladı.
Bu çerçevede, önce kısaca İsrail’in günümüzde Türkiye’nin Kürt politikası için nasıl ciddi bir tehdit haline geldiğine değineceğim. Ardından Devlet Bahçeli’nin çözüm süreciyle ilgili yazılarında Kürtlüğe nasıl bir statü öngördüğünü ele almaya çalışacağım. Ardından, yine kısaca, Rojava’ya dönük politikaların nasıl bu bölgeyi Türkiye’nin (ve Türklüğün) bir uzantısı haline getirmeyi amaçladığını tartışacağım. Son olarak, sürecin diğer tarafındaki, yani Kürt cephesindeki gelişmeleri, PKK’nin feshiyle ortaya çıkan olanakları ve kültürel çoğulculuğu savunmanın önemini ele almaya çalışacağım.
İsrail’in Suriye’de Türkiye’yi sınırlama çabaları ve Rojava Kürtleriyle ittifak yapma olasılığı
Hatırlanacak olursa henüz süreç resmi olarak başlamamışken Cumhur İttifakı liderleri İsrail’in Türkiye’ye yönelik ciddi bir tehdit olduğundan, “iç cephenin tahkim ve takviye edilmesi gerektiğinden” söz ediyorlardı. Henüz Esad rejimi devrilmeden İsrail’in yeni Dışişleri Bakanı Kürtlerin İsrail’in doğal müttefiki olduğunu ilan etti. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinden sonra ve Bahçeli’nin başlattığı süreç devam ederken İsrail medyasında Kürt-İsrail ittifakının Türkiye ve İran’ın ihtiraslarını dengeleyebileceği ve bölgesel ittifakı geliştirebileceği tartışılıyordu. Gerçekten de Rojava’da seküler bir yapıya sahip olan özerk yönetimle ilişkilerini güçlendirmesi İsrail’e avantaj sağlayabilirdi.
Esad rejimi devrildikten sonra İsrail Suriye’nin güneyine hızla yerleşti ve yönetiminin ülkenin güneyinde asker ve teçhizat bulunduramayacağını duyurdu. Esad döneminden kalan birçok askeri tesis İsrail tarafından yok edildi. Daha sonra önemli bir gelişme yaşandı: İsrail, Türkiye’nin Suriye yönetiminden devralmaya hazırlandığı T4 askeri üssünü vurdu. Uluslararası medyada, Türkiye’nin üsse hava savunma sistemleri ve İHA’lar konuşlandıracağı iddia edildi. İsrail tarafı, Türkiye’nin Suriye’de askeri üs kurmasına karşı çıkıyor ve havadaki operasyonel özgürlüğünü korumaya kararlı olduğunu öne sürüyordu. İsrail-Türkiye arasında Azerbaycan’da yapılan görüşmeler sırasında ise yine İsrail medyasından, İsrail’in “bölünmüş bir Suriye” istediğini okuyorduk.
Sonuç olarak, İsrail Türkiye’nin aksine, HTŞ’nin kontrolünde merkezi bir yönetime ve toprak bütünlüğüne sahip bir Suriye istemiyor. Bu nedenle Dürziler gibi azınlıkları himayesine alıyor. Muhtemelen sürekli kargaşa içinde, rahatlıkla müdahale edebileceği bir Suriye’yi tercih ediyor. Türkiye’nin Suriye’yi, dolayısıyla Rojava’yı tamamen kontrolü altına alabileceği şekilde bir egemenlik kurmasına karşı çıkıyor.
Suriye’de Kürtlere yer açmaya kararlı görünen ABD’nin yanı sıra artık Türkiye’nin komşusu durumuna gelmiş, yayılmacı ve Kürtlere potansiyel müttefik gözüyle bakan İsrail’in çözüm sürecinin başlatılmasında çok temel bir faktör olduğuna kuşku yok. ABD’nin tersine asla bölgeyi terk etmeyecek olan İsrail’in Suriye’deki varlığı ve örneğin, Türkiye’nin topyekûn bir saldırısına karşı Kürtlerin ittifak yapabileceği yegâne güç olarak konumlanması Türkiye için son derece ciddi bir “beka” sorunu oluşturuyor. Bu nedenle, bu beka meselesiyle uğraşırken Cumhur İttifakı’nın elinin rahat olması, iktidara meydan okuyabilecek -CHP ve İmamoğlu da dahil- muhalif güçlerin denetim altına alınması gerekiyordu.
Bahçeli çözüm sürecinin hedefi olarak nasıl bir Kürtlük öngörüyor: Türkçülük reloaded
Sürecin mimarı konumundaki Devlet Bahçeli Türkgünü’nde yayımlanan Yeni bir toplumsal hayat ve yeni bir Türkiye için: Tarihi çağrı başlıklı yazı dizisinde, sürecin hedefine ulaşması durumunda Kürtlere ve Kürtlerin siyasal yapılarına nasıl bir yer açılacağına dair görüşlerini özetlemişti. Bu görüşlerin, çözüm sürecinin dayandığı ideolojik çerçeveyi açığa vurması açısından ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bahçeli yazılarında önce genel bir çerçeve çizer. Buna göre, Türkiye’nin önündeki engellerin aşılması “millî mutabakatla hareket etmekten, iç cephemizi güçlendirmekten geçmektedir”. Bunun için Türkçü bir ideolojiyle, yani “Türk milletinin tarih ve kültür potasında erittiği değerler bütününü esas alan” bir anlayışla hareket edilmelidir. Bahçeli bunları belirttikten sonra “millî mutabakatın” sağlanması için her partinin “Türkiye partisi” olması gerektiğini önemle vurgular. Türkiye partisi olmak ne demektir? Bahçeli bu koşulları da madde madde ele alır: Her parti, “ortak tarih, kültür ve medeniyete, gelecek tasavvuruna, birlikte yaşama iradesine” sahip olmalı, “tasada ve kıvançta bir olma yönünde bir duygudaşlık” taşımalıdır. “Türkiye’nin birliği, bekası ortak geleceği” için çaba sarf etmeli ve “devlet karşıtı politika ve söyleme son vermelidir”.
“Türkiye partisi”nden beklenen bu özellikler, yazıların akışında da anlaşılacağı gibi, bir yandan PKK’nin kendini feshetmesinden sonra yasal Kürt partisinin (mevcut durumda DEM Parti) sahip olması gereken vasıfları tarif eder. Öte yandan, ortaya konulan perspektif bununla sınırlı değildir. “Terörsüz Türkiye ve Türkiye Yüzyılı”nda aslında her partinin şu veya bu ölçüde MHP’nin veya Cumhur İttifakı’nın farklı versiyonlarına dönüşmesi de istenmektedir.
Bahçeli son olarak Türkiye’nin kültürel yapısına değinir. Farklı kültürler ve farklı etnik kimliklerin “toplumsal barış ve huzurun” sağlanması için katkısı ne olmalıdır? Bahçeli bu konuda “genel bir uzlaşma” çağrısı yapar; söz konusu uzlaşı, “yerel ve yöresel farklılıkları Türk kültürünün zenginliği içinde ve onun tamamlayıcı renkleri olarak gören” bir anlayışa dayanmalıdır. Kardeşlik söyleminin dayanağı da aynı anlayıştır: “Kökeni, yöresi, mezhebi ve anasının dili ne olursa olsun milli ve manevi değerlerin ortak paydasında yerini alan her insanımız bizim kardeşimiz, Türk milletinin özbeöz evladıdır” (italikler bana ait).
Böylece yazı dizisinin son makalesinde “DEM parti ve benzeri partilerin yaptıkları” kimlik siyaseti mahkûm edilir; “her bir ferdin yerel kimliği ne olursa olsun müşterek hislerde buluşmasının” milli birlik için bir zorunluluk olduğu belirtilir.[v]
Değerli bir Kürt entelektüeli olan Fırat Aydınkaya’nın da belirttiği gibi, Ziya Gökalp’in “Kürdü kardeş kabul eden formülasyonun” yeniden egemen kılınmasını içeren bu ideolojik çerçevenin çözüm sürecinin de fikrî ve uygulamaya ilişkin temelini oluşturduğunu söylenebilir. Açık ki arzu edilen kolektif hakları için mücadele eden bir toplum değil, “Türklüğün özerk bir şubesi olarak” hareket eden, bazı bireysel hak ve özgürlüklere layık görülen, Türk milletinin ortak kaygılarını benimsediği ölçüde siyasi arenada kendisine yasal bir alan bulacak olan Kürtlerdir.
Bahçeli’nin çağrısı üzerine TBMM’de kurulacak komisyonlarında ele alınacak yasal düzenlemelerin çerçevesini, benim “Türkçülük reloaded” veya “Türkçülük 2.0” olarak tanımladığım, Kürtlere koşullu bir alt-evren tanıyan bu anlayışın oluşturacağını düşünüyorum. Elbette süreç, bu tahminin doğruluğunu sınayacak.
Rojava’da Türk-(Selefi) Arap ittifakı
Gelinen aşamada çözüm süreciyle ilgili bütünlüklü bir analiz yapılacaksa Türkiye’nin sürecin başından bu yana Rojava’daki Özerk Yönetim’e ilişkin politikası da dikkate alınmalıdır.
Aslında, Bahçeli’nin çerçevesini çizdiği eşit bir kimlik olarak değil Türklüğün bir bileşeni olarak Kürtlük anlayışının Rojava politikalarına damgasını vurduğu söylenebilir. Bu zaman dilimi boyunca Türkiye doğrudan veya dolaylı olarak Rojava’yı işgal etmeye, denetlemeye, dolayısıyla kendi uzantısı haline getirmeye çalıştı. Özerk bir Kürt varlığı kabul edilemez bulundu; Türkiye tarafından kabul edilebilir biricik formül kendisinin veya himayesindeki güçlerin kontrolü altındaki bir Kürt nüfusuydu.
Bu tarihlerde Türkiye’nin Rojava politikası iki dönem halinde evrim geçirdi. İlki, Trump’ın henüz resmi olarak Başkan olmadığı ya da yeni yönetimin Suriye’deki Kürtlere dönük politikasının netleşmediği dönemdi. Bu dönemde Türkiye’nin desteklediği SMO (Suriye Milli Ordusu) Tişrin Barajı ve Karakozak Köprüsü çevresinde birçok kez SDG (Suriye Demokratik Güçleri) güçlerine saldırdı. Bu saldırılar sırasında ağır insan hakları ihlalleri gerçekleşti. Tişrin Barajı’nda saldırıları önlemek amacıyla canlı kalkan eylemi yapan siviller ve sahadan haber geçen gazeteciler saldırıya uğradı, birçoğu yaşamını yitirdi. Bu saldırılardan biri, İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) tarafından “savaş suçu” olarak nitelendirildi.
İkinci dönemin kabaca HTŞ ile SGD arasında 10 Mart’ta yapılan anlaşmayla başladığı söylenebilir. İkinci dönemde Türkiye’nin Rojava’ya yönelik baskıları daha çok diplomatik kanallarla gerçekleşti. 10 Mart anlaşmasının temelini oluşturan entegrasyon anlayışı, Türkiye tarafından ısrarla YPG’nin silahsızlanarak yeni Suriye ordusu içinde erimesi şeklinde yorumlandı. Türk yetkililer, Suriye Kürtlerinin HTŞ yönetimiyle eşitlikçi bir temelde anlaşmasını engellemek için her aşamada çaba gösterdi. Bunun son örneği, Rojavalı Kürt partilerinin ortak taleplerini belirlemek için düzenlediği Kürt Ulusal Konferansı’nın ardından yaşandı. Kürtler için federasyon, kültürel, idari ve siyasi haklar isteyen konferans kararları Türkiye’nin şiddetli tepkisine yol açtı. Bahçeli de konferansta “Suriye’nin toprak bütünlüğünün hilafına taleplerin dillendirildiğini” öne sürdü, Kürtlerin taleplerini reddeden HTŞ yönetiminin “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin birliğini” (italikler bana ait) savunduğunu söyledi. Bahçeli DEM Parti’ye de çağrı yaparak Türkiye partisi olmasının gereklerini yapmasını istedi: “Türkiye partisi olma istikametinde azim ve sabırla mesafe alan DEM Parti’nin Kamışlı’da oynanan oyuna tepki göstermesi tutarlılık gereğidir.”
Sonuç: Kürt cephesi, muhalif toplumsal dinamikler ve kültürel çoğulculuğun savunusu
Bu yazıda bir devlet projesi olarak çözüm sürecini analiz etmeye çalıştım. Bunu yapmamın nedeni, sürecin başından bu yana muhalif cenahta devletin nasıl bir proje uygulamaya çalıştığının derli toplu analiz edilmemiş olması ve bundan doğan kafa karışıklığı idi. Umarım bu yazının bu yönde pozitif bir katkısı olur. Devletin çeşitli unsurlardan oluşan böyle bir projeye sahip olması, bu projenin sorunsuz şekilde işleyeceği anlamına gelmiyor. Farklı alanlara ilişkin gelişmeler ve oluşan mücadele imkânları iktidarın işinin o kadar kolay olmadığını gösteriyor.
En önemli mücadele potansiyeli, devletin projesine karşı Kürt cephesinin yaptığı hamleyle ortaya çıktı. A. Öcalan 27 Şubat tarihli açıklamasında âdeta “PKK’nin silah bırakmasını mı istiyorsunuz, tabii neden olmasın? Bizim de uzun süredir sivil alanda farklı bir mücadeleye geçmemiz gerekiyordu” diyordu. Ardından PKK kongresi toplanarak silahlı mücadeleye son verdiğini ve kendini feshettiğini duyurdu.
PKK’nin silah bırakarak kendini feshetmesinin Kürt halk mücadelesi ve genel olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından sağlayacağı avantajların başında, iktidarın artık her demokratik çıkışı, Kürtlerin her hak talebini “terör retoriğine” başvurarak kriminalize edemeyecek olması geliyor. Hatta daha şimdiden, “madem ki terör örgütü kendini feshetti, hapishanelerde terör suçlamasıyla yatan on binlerce insan da serbest kalmalıdır, suçlamaların yasal dayanağı kalmamıştır” denilerek hukukçuların da katıldığı çok geniş bir sivil inisiyatif için alan açıldığı söylenebilir. Devletin kurguladığı sürecin iç mantığının gereği olarak Kürt siyasi yapılarına açmak zorunda kalacağı alan pekâlâ Kürt sorunun meşruluğunun, Kürtlerin anadil ve kültürel haklarının kabulüne yönelik çabalarla genişletilebilir; böylece devletin çizeceği sınırların ötesinde alternatif mücadele alanları oluşabilir.
Diğer yandan, Kürt cephesiyle ilgili biraz daha derine inebilir, bir silahlı örgüt olarak PKK’nin kendini feshetmesinin sağlayacağı asıl büyük imkânlara kısaca değinebiliriz. Biz kısaca değinelim, fakat konunun özellikle Kürdî toplumun içinden, Kürt aydınları ve aktivistleri tarafından çok daha etraflıca tartışılması gerektiğini de belirtelim.
Bilindiği gibi Kürt hareketi uzun süredir tabanıyla arasında oluşan güven sorunları nedeniyle bir kriz yaşıyor. Genel olarak ele alacak olursak, bu krizin temelde hareketin yönetim tarzından kaynaklandığı söylenebilir. 2000’li yılların başından beri Kürt hareketinin “kongre” tarzı bir model etrafında örgütlenmesi gerektiği bizzat Öcalan tarafından dile getirildi. Milyonlarca insana hitap eden bir hareketin, ancak bütün bileşenlerinin eşit ve katılımcı bir zeminde temsil edileceği esnek ve kapsayıcı bir yapıyla Kürt halkının enerjisini açığa çıkarabileceği bir sır değildi. Silahlı mücadelenin giderek tekrara dönüştüğü bu dönem boyunca kongre tarzı örgütlenme denemeleri amacına ulaşamadı. Bunun nedeni, doğası gereği dar ve Leninist tarzda örgütlenmiş olan PKK’nin bir tür üst-akıl gibi varlığını koruması ve hareketin bütün bileşenlerini yukarıdan aşağıya denetleme ve yönetme stratejisini terk etmemesiydi. Bu yönetim tarzının, örneğin siyasal alandaki yansıması şöyle oldu: Kandil merkezli yapı asıl mücadeleyi yürüten, dolayısıyla sonunda devletin muhatap alacağı aktör olarak kendini öne çıkardı; HDP ve DEM Parti giderek tabanıyla ilişkileri zayıflamış yüksek siyaset ve seçim partilerine dönüştüler. Bu partilerde legalist alışkanlıkları çok güçlü bir yüksek siyaset sınıfı oluştu. Sanki bu partilerden beklenen, müzakere koşulları oluştuğunda, iki taraf arasında aracılık yapmaktan ibaret hale geldi. Gençlik, kadın, mahalle meclisleriyle toplum tabanında örgütlenmesi beklenen HDK de bu yüksek siyaset ikliminde dar bir yapı olarak kaldı.
Yeni dönem, Kürt cephesinde yeni örgütlenme modelleri etrafında bir araya gelecek farklı yapıların, inisiyatiflerin oluşması için verimli bir zemin sunuyor. Elbette PKK kadrolarının silahsız yeni örgütlenmeler kurarak belirleyici konumlarını sürdürmek isteyeceği tahmin edilebilir. Buna karşın, Kürt hareketiyle şu veya bu ölçüde temas etmiş, fakat baskı-şiddet politikaları ve Kürt hareketinin krizi nedeniyle aktif siyasetin dışında konumlanan, politize olmuş çok geniş bir Kürt kitlesinin varlığı, Kürt halkının birçok kez ispatladığı sivil mücadele enerjisinin açığa çıkmasını sağlayacak yeni örgütlenmeler için bir umut kaynağı durumunda. Bu alanda ortaya çıkabilecek yeni örgütlenme denemeleri ve arayışlarını yakından izlemek gerekiyor.
Türkiye tarafında, ağırlıklı olarak Türkî toplumdaki mücadele dinamiklerine gelince, öncelikle iktidarın diktatörlüğe geçiş çabasına karşı 19 Mart sonrası oluşan ve CHP’yi bile de harekete geçmeye zorlayan kitlesel seferberlik önemli bir muhalif dinamik oluşturuyor. Üniversitelerde eylemlerin devam etmesiyle, üniversite gençliği arasındaki kitlesel hoşnutsuzlukla ve CHP mitinglerine yoğun katılımla kendini gösteren bu dinamik, silahların terk edildiği yeni dönemde, eskiden olduğu gibi militarist bir seferberlik konjonktürüyle kolayca pasivize edilemeyecek. İBB’ye yönelik süregiden baskılar iktidarın başka bir planıyla İBB’yi teslim almaya dönüştüğünde, bu dinamiğin yeniden sahneye çıkacağı öngörülebilir. O zaman neler olacağını, iktidarın oluşacak hareketliliği bastırmakta nasıl zorlanacağını görebileceğiz.
Daha geniş ölçekte bakıldığında ise asıl belirleyici husus, CHP tabanında ve üniversite gençliği içinde ortaya çıkan bu toplumsal dinamiğin, Kürtlerin bundan sonra gelişeceğini tahmin edebileceğimiz sivil mücadelesiyle buluşup buluşamayacağı olacak.
Böyle bir buluşmanın kısa vadede, hele yüksek siyasetteki karşılıklı jestler, gönül almalar vs. marifetiyle gerçekleşmesini beklemek pek gerçekçi olmaz. Fakat halklar arasında şimdiden kurulmaya başlanacak köprüler gelecekte demokratikleşmeye ve gerçek bir barışın tesis edilmesine önemli katkı sağlayabilir. Bu noktada Türkiye’deki bütün etnik/inanç temelli kimliklerin eşitliğine vurgu yapan bir kültürel çoğulculuk mücadelesi, Türkiye’nin batısındaki muhalif öznelerin temel mücadele alanlarından biri olacak ve kritik bir rol üstlenecek.
Yine bu bağlamda iktidarın Kürtlere “kardeşlik çağrısı” adı altında bir tür alt-evrende yaşama ve siyasi faaliyetlerde bulunma “özgürlüğü” tanıyacak olması, daha incelikli kimlik ve kültür politikalarını zorunlu kılacak. Bu alt-evreninin, yani kolektif haklar talebini kamusal alana taşımayan, gözü Ankara’daki yüksek siyaset manevralarına çevrili, yasal alanda tanınma karşılığında Kürtlüğün statüsünü ve komşu ülkelerdeki Kürtlerin durumunu sorunsallaştırmayan bir kimliğin alıcıları olacak mı? Olacaksa, gerek Kürtler gerekse kimliklerin eşitliğini ve kültürel çoğulculuğu savunan Türkî muhalif özneler nasıl bir alternatif strateji geliştirecekler?
Yeni dönemde ortaya çıkacak bütün bu mücadele imkânlarını, yeni örgütlenme girişimlerini, gençlik ve CHP tabanındaki toplumsal dinamiğin gidişatını ve elbette esnetilmiş Türkçülük ve alt-kültürel evren önerileri karşısında kültürel çoğulculuğun savunusunun alabileceği biçimleri başka yazılarda daha ayrıntılı şekilde tartışmak dileğiyle…
Dipnotlar:
[i] Devlet politikalarının belirlenmesinde AKP’nin rolünün eskiye oranla iyice azalması birçok örnekte gözlenebilir. Örneğin, belirli bir icraatı eleştirerek AKP’nin eski, görece daha kapsayıcı politikalarını savunan yaşlı başlı “AKP kurmaylarının” Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un sert eleştirileri karşısında sus pus olması önemli bir göstergedir.
[ii] Bugün Türkiye’nin bölgedeki politikalarının, İbrahim Kalın’ın başında bulunduğu MİT, eski Genelkurmay Başkanı olan Milli Savuma Bakanı Yaşar Güler ve eski MİT Başkanı olan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan eliyle yürütülmesi bu konuda yeterli fikir vermektedir.
[iii] Bu askeri operasyonların tarihleri şöyledir: Afrin operasyonu, 2018 (resmi adıyla “Zeytin Dalı Harekatı”); Rojava’da Tel Abyad-Serakaniye arasındaki bölgenin ele geçirilmesi, 2019 (“Barış Pınarı Harekatı”); Libya’nın Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Türkiye arasında imzalanan münhasır ekonomik bölge anlaşmasıyla (2019) Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmesi, (“Mavi Vatan”); İdlip’te TSK’nın kontrolü sağlaması, 2020 (“Bahar Kalkanı Operasyonu”); Türkiye’nin Azerbaycan’ın askeri kapasitesini artırarak Dağlık Karabağ Savaşı’nı kazanmasında önemli bir rol üstlenmesi, 2020; Kuzey Irak’ta TSK’nın yüzlerce karakol ve üs kurarak buradaki belirli bölgeleri pratikte ilhak etmesi ve PKK’yi Kandil’e doğru sıkıştırması yine bu rejim döneminde gerçekleşti.
[iv] Yakın tarihe baktığımızda Rojava’daki gelişmelerin Türkiye’deki Kürt toplumunu doğrudan etkilediğini görebiliriz. Örneğin, 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin elde ettiği başarıyla (yüzde 13,1) ilgili analizlere bakıldığında, Batı’daki CHP seçmenlerinin katkısının o sıralar abartıldığı kadar belirleyici olmadığı görülebilir. HDP’nin bu kadar yüksek oy almasında Rojava Kürtlerinin özerk yönetsel bölgeler kurması ve Kobane direnişinin (Eylül 2014) payı çok daha fazlaydı. Türkiyeli Kürtler arasında yaşanan ulusal bilinç yükselişi HDP’nin daha önce oldukça düşük oy aldığı birçok yerde çok daha yüksek oy almasını sağlamıştı.
[v] Rejimin söylemini belirleyen kişilerden biri olarak Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da benzer bir görüşü savunmaktadır. Ona göre de Kürtler, Türki milletinin bir bileşenidir. M. Uçum PKK’nin fesih ve silahları bırakma kongresinden sonra X hesabında şu açıklamayı yapmıştı: “Kürtler, Türk Milletinin asli kurucu bileşenidir. Kürtler, Türk Milletinin ayrılmaz parçası sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve daimi sahibidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kürtlerin de Milli Devleti’dir. Türkiye Yüzyılı; Türk ve Kürt yüzyılıdır.” Uçum PKK kongresindeki açıklamaları kast ederek şöyle devam etmişti: “Ayrıca bu açıklamalar Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti ile bütünleşmesinin tarihsel teyidi ve ilanıdır.