Türkiye’de siyasi iktidarın kadın erkek eşitliğine karşı çıkan, kadını aile içinde tanımlayan söylem ve politikaları İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline kadar ilerledi. Diğer hukuki kazanımların da hedefte olduğu biliniyor. Sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok ülkesinde, hatta gelişmiş Batı’da da cinsiyet özgürlüğü ve cinsel özgürlük taleplerine yönelik saldırılarla karşı karşıyayız. Tüm bunlar siyasal, kültürel, ekonomik ve ekolojik dönüşümlerin getirdiği krizlerle birlikte küresel bir sağlık kaosunun ortasında yaşanıyor. Eşitlikçi ve özgürlükçü dünya kurma mücadeleleri sistemin krizleriyle birlikte kendi krizlerini yaşıyor; yeni yöntemler, örgütlenme modelleri arıyor ve mücadele hattı yeniden biçimleniyor. Şüphesiz ki böyle bir dönemde eşitlik ve özgürlük talebinde bulunan grupların bir araya gelerek sistemik baskılara karşı  dayanışma kültürü geliştirmesi daha da önem kazanıyor. Diğer yandan bu diyalog ihtiyacı “biz” değil “ben” olmanın özendirildiği, feminizmin bir etiket olarak pazarlandığı neoliberal dünyada yaşanıyor. Sosyal medya uzun zamandır önemli bir iletişim ve aktivizm alanına dönüştü. Özellikle pandemiyle birlikte digital iletişimin önemi daha da arttı. Diğer yandan sosyal medya bizimle aynı düşünen insanları takip ettiğimiz, karşıt görüşleri cancel ettiğimiz bir alana dönüşürken düşünce biçimimizi de şekillendiriyor. Doğrudan siyasete müdahale ettiğimiz algısı hakikat, adalet anlayışımızı tahrip ediyor. Bir tıkla toplumsal mücadeleye katıldığımızı sanıyor; söylemlerini beğenmediğimiz birisini ifşa edip geri adım attırdığımızda zafer kazanmışız yanılsamasını yaşıyoruz. Kalıcı ve köklü dönüşümler için toplumsal mücadele yerini anlık zaferlerin rahatlamasına bırakabiliyor. Hayatımızı şekillendiren kurumları bir kenara bırakıp bireylerle, hatta birbirimizle uğraşır hale gelebiliyoruz.

Kadın hareketleri de bu kültürel politik krizlerin içinde yeniden şekilleniyor. Eşitlik talebine karşı çıkan söylem ve politikalar karşısında kadınların var olan haklarını koruma ısrarını görüyoruz. Bunun yanında kadınların hak taleplerine karşı çıkan söylem ve politikalar sadece devlet iktidarından gelmiyor. Muhalif hareketler içinde eskiden beri var olan bu yaklaşımlara yenileri de ekleniyor. Özellikle kadınlara açık örgütlenmeler, kadınlara açık kamusal alanlar sadece resmi iktidarın değil muhalif yapıların da hedefinde. Modernist ve sol yapılar içinde bağımsız kadın örgütlenmesine karşı çıkan geçmişten gelen eğilimler devam ederken cinsel özgürlük hareketleri içinde de sadece kadınlara açık örgütlenmeler hedef tahtasına oturtulabiliyor.

Bu ortamın özellikle feminizmle, kadın hareketleriyle ilişki kurmaya çalışan genç kuşaklar üzerinde çok fazla olumsuz etki yarattığını gözlemliyorum. Bu yazı bağımsız kadın örgütlenmesine yönelik klasik karşı çıkışları ve bu konudaki yeni tartışmaları kişisel deneyimlerim etrafında ele alma çabası olarak okunabilir. Siyasi iktidarın her türlü hak talebini boğmaya giriştiği bir ortamda nelerle, nasıl yöntemlerle uğraştığımızı herkesin kendi kişisel, kurumsal tarihi etrafında gözden geçirmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu yazı bu tartışmalara ancak kişisel bir katkı sunabilir.

Kadın örgütlenmesi klasik karşı çıkışlar

Kadınların hak talepleri ve bu talep etrafındaki örgütlenmeleri eskiden de pek çok karşı tepkiye neden olmuştu. Kadın kadına örgütlenme, kadınlara açık kamusal alanlar yaratma sol içinden, modernizmi savunan geniş kesimlerden muhafazakar çevrelere kadar Türkiye’de de tepkiyle karşılaşmıştı. Feminizm, Türkiye’de hayat bulmaya başladığında kadınlara açık örgütlenmeler modernist çevrelerde bir geri adım olarak algılandı. Kimileri kadınlara açık örgütlenmelerin haremlik-selamlık pratiğini yeniden ürettiğini iddia ederek bu örgütlenmeleri cumhuriyet kazanımlarına ihanetle suçladı. Toplumsal alanda kadın erkek el ele mücadeleyi savunan kesimler kadınlara açık örgütlenmeleri gerici bir hareket olarak tanımladı. Kadın örgütlenmesine ilham veren feminizmin erkekleri dışladığını, kadınların erkek düşmanlığı yaptığını iddia etti. Sınıf mücadelesini merkeze alan örgütlenmeler feminizmi burjuva ideolojisi olarak görerek kadınlara açık örgütlenmeleri devrimci mücadeleyi bölmekle itham etti. Muhafazakar çevreler kadın erkek ayrı ortamları savunsa da feminizmden ilham alan kadınlara açık örgütlenmelerin sapkın olduğunu söyledi.

Kişisel tarihimde kadınlık durumunu sorgulamam feminizmi kılavuz edinen kadınlara açık ortamlarda gerçekleşti. Öğrencilik yıllarımda kadınlara açık etkinlikler organize etmek istediğimizde İslamcı diskura güç verdiğimiz, küçük burjuva olmakla suçlandığımız pek çok örnekle karşılaştık. Kendi çalışmalarımızı örgütlerken bu söylem ve pratiklerle mücadele ettikçe ortamın dönüşebildiğini de gördük; sekter ve suçlayıcı eğilimlerin devam ettiğini de.

Birkaç örnek vermek gerekirse… İstanbul’da 2000’li yıllarda 8 Mart mitinglerini organize ederken mitinglerin sadece kadınlara açık olması temel bir tartışma konusuydu. Platformlar içinde kadınlara açık mitinglerin dışlayıcı olduğunu söyleyen kadın grupları da vardı; mitinglerin erkeklere açılması gerektiğini savunuyorlardı. İçinde yer aldığım gruplarda kadınlara açık ortamları erkekleri dışlamak üzerinden tanımlamadığımızı belirtmek isterim. Özellikle kadın hareketinin 8 Mart, 25 Kasım gibi simgesel günlerinde kadınların kendi taleplerini, kendi öz örgütlenmelerini ortaya koymasının değerine inandık. Buradaki mesele erkeklerle ilgili değildi, kadınların bağımsız örgütlenmesiyle ilgiliydi. Ancak uzun yıllar bu mitingler erkek karşıtı ortamlarmış gibi lanse edildi.

Kişisel olarak toplumsal dönüşümde kadın-erkek el ele mücadeleye inanan insanların bu çerçevede çalışmalar ve eylemler örgütlemesine karşı çıkmadım. Bunu o grupların örgütlenme özgürlüğü olarak gördüm. Eylemler, çalışmalar birbirinin önünü kesmediği, birbirini rakip olarak görüp diğerinin çalışmasını engellemediği sürece ortada sorunlu bir durum yoktu. Herkesin kendi örgütlenme çizgisinde taleplerini ifade edebilmesi gerektiğini savundum. Kadınlara açık kamusal alanlar söz konusu olduğunda örgütlenme özgürlüğüne saygılı yaklaşımlar yerine bunu engellemeye, sabote etmeye dönük çok fazla örnekle karşılaştık. Kadınlara açık mitinglere gelen erkek gruplarının “8 Mart kızıldır, kızıl kalacak” sloganlarıyla kadınları taciz ettiği de oldu, eylemlere gelip kendi gövde gösterilerini yaptığı da, alandaki kadınlara fiziksel şiddet uyguladığı da. Pek çok kadın gibi karma bir 8 Mart mitingini basma düşüncesini aklımızdan bile geçirmezken kadınlara açık kamusal ortamlar söz konusu  olduğunda kadınların örgütlenme özgürlüğüne aynı saygının gösterilmediği çok fazla örneğe tanıklık ettik. Bu, pek çok kadının ortamlardan uzaklaşmasına da neden oldu. Bugün sol gruplarda kadın mitinglerini basma, kadınlara açık çalışmalara karşı çıkma eğilimlerinin eskisi kadar güçlü olmaması hem bağımsız kadın hareketlerinin hem de o kurumlarda çalışan kadınların mücadelesiyle ilgili. Yine de çoğu yerde kadınlara açık örgütlenmelerle hâlâ saygılı bir ilişkinin kurulduğu söylenemez.

Kadınlar haklarını elde etmek, haklarını korumak için mücadele vermeye devam ediyor. Erkek egemen toplumsal yapıyı, sistemin ataerkiyle kurduğu ilişkiyi derinlikli bir şekilde analiz eden feminizm kadınların kendi ataerkil düşünce ve pratikleriyle yüzleşmelerine, bunları dönüştürmelerine her daim rehberlik etti. Tüm kurumlarıyla örgütlü ataerkil sisteme kadınların ancak örgütlenerek karşı koyabileceklerini gösterdi. Çalışma yaşamında, siyaset alanında, eğitim alanında… bir yüzyıl öncesine göre müthiş kazanımlar elde edilse de kadınların işi hâlâ hiç kolay değil. Sadece siyasi iktidar değil bizzat kadınların içinde yer aldığı ve kendini ilerici, devrimci, demokrat olarak tanımlayan pek çok kurum kadınların temsiliyetine, karar alma süreçlerine dahiliyetine karşı bugün de büyük bir direnç içinde. Günümüz Türkiyesi’nde siyasi iktidar kadın erkek eşitliği alanındaki kazanımları saldırgan bir biçimde bir bir geri alma hattında son hızla ilerliyor. Aile içinde kadınların kendi hayatlarını tayin etme hakkı gerek ebeveynleri, akrabaları gerek partnerleri tarafından engelleniyor. Boşanmak, kendine yeni bir hayat kurmak isteyen pek çok kadın bu uğurda hayatını kaybediyor. Sayıları her gün artan kadın cinayetlerinin nedenlerine baktığımızda durumun vahametini görüyoruz. Sistem tüm kurumlarıyla kadınların nasıl davranması gerektiğini söylemeye, kadınlığın ne olduğunu tanımlamaya ve erkeğe tabi bir kadın modelini dayatarak eşitlik taleplerine karşı çıkmaya, kadınların özerkliğini reddetmeye devam ediyor. Bu siyasi iklimde kadınların kendi güçlerini ortaya koyacakları kadınlara açık örgütlenmelerin büyük bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Diğer yandan son yıllarda kadınlara açık ortamlara dair başka bir dışlayıcılık tartışması şekillendi. Kadınlara açık ortamların dışlayıcı olduğu söylemi LGBTİ+ çevreler içinde de yükseldi. Trans kadınların kimi yerde eylemlere, kadın kurumlarına alınmadığı örnekleri düşündüğümüzde eleştirilerin son derece haklı yönleri var. Toplumsal cinsiyet alanındaki tartışmaların çeşitlenmesi, erkeklik araştırmalarının, LGBTİ+ hareketlerinin katkısı, interseks bedenler üzerine yapılan çalışmaların artması, interseks bireylerinin aktivizmi ile ikili cinsiyet sisteminin sorgulanması, kendini kadın-erkek ikiliği içinde tanımlamayan nonbinary bireylerin sahneye çıkmasıyla birlikte cinsiyet özgürlüğü talepleri de çeşitlendi. Kadın hareketlerinin LGBTİ+ gündemini kapsayamaması bir eleştiri konusu oluyor. Kadınlara açık ortamlar artık sadece erkekleri değil LGBTİ+’ları kapsamadığı için de eleştiriliyor. Bugün kadınlara açık kamusal alanlar ihtiyacını savunurken bu tartışmaları gündeme almak gerektiği açık.

Kadın kime denir? 

Kimlerin kadın olduğu ve kadınlara açık eylemlerde yer alacağı tartışması bu eylemlerin örgütlenmesine aktif olarak dahil olduğum dönemde tartışılan konular arasında değildi. Bugün sıklıkla özelikle de sosyal medyada karşımıza çıkan “trans kadınlar kadın mıdır, değil midir” tartışmasını o dönem yürütmedik. Benim şansım trans kadınların zaten kadın olduğunu kabullendiğimiz feminist örgütlenmeler içinde yer almam, trans kadınların da olduğu platformlarda onlarla birlikte çalışma şansına sahip olmamdı. Ancak her yerde durum bu kadar toz pembe değildi. Feminist Kadın Çevresi içinde Kadınların Tiyatrosu formunu geliştirirken ilk sahnelediğimiz profesyonel oyunun adı 7 Kadın’dı. Gökkuşağının yeni rengi esprisinden hareket eden bu oyun, kadınların farklılıklarına rağmen ortak bir sorun karşısında yan yana durabileceğini savunuyordu. Oyunda milliyetçi, Kürt, trans, eğitimli, muhafazakar, bireysel özgürlükçü… birbirinden farklı hayat deneyimlerine sahip kadınların çelişkilerinin altını çizerek onların aynılaşmadan ve birbirlerini dışlamadan karşılıklı konuşmasının, birlikte çıkış yolu bulmasının olanaklarını arıyorduk. Bugün kadın hareketlerini de şekillendiren kutuplaştırıcı ve birbirini dışlayıcı tartışmaları gördükçe bu oyunun ve örgütlenme sürecinin değerini daha iyi anlıyorum.

Evrenselci öğretinin savunduğu gibi tek bir kadınlık durumu olmadığını, kadınlığın kültür, ırk, sınıf, etnisite gibi farklı kategorilerle çeşitli şekillerde biçimlendiğini 2000’li yıllarda çokça tartışmıştık. Kadın nedir sorusunu sadece anatomiye, bedene indirgeyerek yanıtlamadık. Günümüzde kültürel politik belirleyenleri geri planda tutarak kadınlığı beden, cinsellik üzerinden tanımlamak popüler hale geldi. Şüphesiz ki anatomi/beden cinsiyeti belirleyen, tanımlayan bir faktör ancak tek faktör değil. Anatominin yanında kişilerin kendisini nasıl hissettiği ve tanımladığı da cinsiyeti belirleyen bir etken. Dolayısıyla kendisine kadın diyen bir kadının anatomisine bakarak kadın olmadığını söyleme hadsizliğini kendimizde görmedik. Anatominin, beyanın yanında kadınlığı tanımlayan diğer bir etken ise bize nasıl kadınlar olmamız gerektiğini öğreten kurumlardı: Aile, okul, tıp, bilim, siyaset, din, medya… sistem tüm kurumlarıyla kadınlığı, kadınlık rollerini ataerkil bir biçimde örgütlerken, bizim kendimizi ve birbirimizi görme biçimlerimizi de bu yönde şekillendirirken asıl mücadelemiz bu rollerin cinsiyetçi olmayan bir biçimde dönüştürülmesine yönelikti. Hâlâ da böyle düşünüyorum.

Bugün cinsiyet tartışmalarının, özelde kadınlık tartışmalarının yürütülüş biçiminin diyalog zeminini değil kutuplaşmaları kışkırtan bir biçimde, korku atmosferi içinden ilerlediğini düşünüyorum. Özelikle sosyal medyanın bu tartışmalarda devreye girmesiyle birlikte ortak bir hukuk, ilkesel bir zemin yaratmaktansa birini hedef göstermenin, yok saymanın ve iptal etmenin daha kolay tercih edildiğini gözlemliyorum. Örneğin sosyal medya üzerinden ilerleyen trans dışlayıcı radikal feminizm tartışmalarında didişme ve birbirini iptal etme eğilimi öne çıkıyor. Sosyal medyanın sunduğu konforla, trans olmayanlar, transların, trans kadınların hakları, yaşamları üzerine atıp tutuyor. Bundan rahatsız olanlar arasında onları her alandan dışlama, cezalandırarak terbiye etme eğilimi öne çıkabiliyor. Bu tartışma biçiminin transların önceliklerini ve hak taleplerini görme konusunda ne kadar etkili olduğu şüpheli. Benim gördüğüm trans hakları konusunda bilinçlenmek için daha kat edilecek çok fazla yol olduğu ve bu konuda aydınlanmacı çalışmalara ihtiyaç olduğu. Yürütülen tartışmalarda fikirlerini beğenmediğimiz ya da absürd görüşler ifade eden birini trans dışlayıcılıkla suçlamak, onun dışlayıcılığına başka bir dışlayıcılıkla yanıt vermek ya da transların hak mücadelesi içinden şekillenen uyarıları dikkate almadan bildiğini okumak bu aydınlanma ihtiyacına yanıt vermiyor.

Feminizmin öznesi kim?

Feminizmin öznesinin kim olduğu sorusu akademi içinde, kadın hareketleri, LGBTİ+ hareketleri içinde bir dönem sıkça tartışıldı; hâlâ da popüler bir konu. Açıkçası fazlasıyla soyut bulduğum ve feminizmin kimsenin tekelinde olmadığını düşündüğüm için bu tartışma pek ilgimi çekmemişti. İlk çıktığı dönemde bu konunun bu kadar yaygınlık kazanacağını da tahmin etmemiştim. Bu konu teorik, soyut bir zeminde tartıştığımızda da karşılaştığımız pratikler üzerinden düşündüğümüzde de kafa karıştırıcı olmaya devam ediyor. Kadın hareketlerine dahil olduğum dönemde feminizmin kadınlara ait olduğu, erkeklerin feminist olmayacağı düşüncesini benimsemiştim. Bu konuda daha fazla okuyup tartıştıkça feminizmin herkes için, tüm toplum için olduğu fikrini sahiplendim. Çünkü ataerki, cinsiyetçi düşünce ve pratik kadın, erkek ve kendini bu iki kategori içinde tanımlamayan herkesi şekillendiriyor. Cinsiyetçi baskıyı farklı şekillerde yaşayan cinsel yönelim, cinsiyet kimliği çeşitliliğini merkeze alan gruplar için de feminizm yol gösterici olduğu gibi kendi cinsiyetçi düşünce ve pratiklerinden kurtulmak isteyen herkese ilham verebilir. Kendilerini kadın katiline, iflah olmaz maçolara dönüştüren bu sistemden kurtulmak için erkeklerin de feminizme ihtiyacı var. Türkiye’de feminist erkeklik hareketlerin oluştuğunu söyleyemesek de erkeklik araştırmaları/çalışmaları feminizmden besleniyor.[1] Feminizmin herkes için olduğu fikri kadınlara açık örgütlenmelerin ortadan kaldırılması sonucunu doğurmuyor. Tam tersine cinsiyetçi düşünce ve pratiğin tartışıldığı platformların genişlemesine, çeşitlenmesine zemin sağlıyor.

Bunun karşısında şu soruları duyabiliriz: Feminizm tüm toplum içinse kadınlar neden kadınlara açık ortamlarda örgütlenmeyi tercih ediyor? Kadınlara açık ortamlar kadınlık beyanı talep ediyor. Peki cinsiyet beyanında bulunmak istemiyorsak bu alanlara giremeyecek miyiz? Bu ortamlar erkekleri, kendini ikili cinsiyet sistemi içinde tanımlamayanları neden kapsamıyor? Ardından da şu yorum gelebilir: İşte bakın, kadınlara açık ortamlar dışlayıcı. Bu yorumlar konunun anlaşılmadığını, kadınların örgütlenme tercihleriyle saygılı bir ilişki kurulmadığını gösterir.

Örgütlenme sürecinden katılımına kadar her aşamasında kadınların sorumluluk aldığı çalışmalar kurmak, eylemler örgütlemek kadın hareketleri içinde politik bir tercihtir. Bu politik tercih kadın olmayanları dışlamak, insanları cinsiyet beyanına zorlamak anlamına gelmez. Bu alanlar kadınların kendini, kadınlık durumlarını tanıması ve değiştirmesi, kendi öz gücünü keşfetmesi ve haklarına, yaşamlarına birlikte sahip çıkması açısından özyönetim alanları olarak değerlendirilmelidir. Ataerkil, sınıfçı, milliyetçi, militarist, dini baskılar, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği etrafında kurulan baskılar, mesleki alanlarda karşılaşılan zorluklar kadınları farklı biçimlerde etkiliyor, yaşam alanlarını şekillendiriyor. Çalışan kadınların, yoksul kadınların, Kürt, Ermeni, Hıristiyan, Müslüman, ateist, lezbiyen, trans kadınların… sistemden farklı biçimlerde etkilendiği, yaşamlarının farklı biçimlerde şekillendiği bir gerçek. Kadınların kendi çeşitlilikleri içinde ve kendi önceliklerini merkeze alarak özgül, özerk örgütlenmelerini kurmaları şüphesiz ki bir ihtiyaç.

Ayrıca tek bir feminizm anlayışı olmadığı gibi kadınlara açık örgütlenmeler de cinsiyetçiliğe karşı mücadele için tek örgütlenme modeli değil. Kadınlara açık örgütlenmelerin de sorunsuz işlemediğini, kendi içinde çeşitli iktidar alanları oluşturduğunu biliyoruz.[2] Toplumsal, kültürel dönüşümde karma örgütlenmelerin tercih edilmesi de saygı duyulması gereken başka bir politik tercih. İsteyen istediği çalışmayı istediği kesimlere açabilir. LGBTİ+’ların kendi gündemleri etrafında LGBTİ+’lara açık ortamlar kurma, erkeklerin cinsiyetçilik tartışmalarını sadece erkeklere açık ortamlarda yürütme hakları vardır. “Kadınların, kadınlara açık çalışmalar kurmaya hakları var mıdır?” sorusuna “Hayır” yanıtı veriyorsak özgürlüklere saygıyla ilgili düşüncelerimizi gözden geçirmemiz gerekir. Kendi öz örgütlenmelerimizi kurarken hangi koşullarda, nasıl bir iç hukuk ve ilkesel zemin üzerinden bir araya geleceğimiz ise siyasi bir tartışma konusu.

Dayanışmayı kurabilmek

Kadınlara açık ortamları hedef alan tartışmaların nasıl bir siyasi konjoktürde geliştiğini, kadın hakları ve dayanışma kültürü açısından nasıl sonuçlar ürettiğini göz önüne almak gerekir. Türkiye’de siyasi baskılar pek çok kesimi kıskacına almış durumda. İktidar hak talep eden grupları ya yok etmek ya da iyi ihtimalle kendi çevrelerinde debelendikleri altkültür ortamlarına hapsetmek istiyor ve hak talep eden grupların  yan yana gelmemesi için her yolu deniyor. Kadın örgütlenmesi özelinde siyasi baskı ortamı pek çok kadının sokağa çıkıp haklarını savunmasını tetiklerken pek çok kadının da evlere kapanmasına neden oluyor; kadınların temel haklarını kullanmasını ve savunması zorlaştırıyor. Eğitim hakkını, çalışma hakkını kullanamayan, istemedikleri evliliklere zorlanan, mutsuz oldukları ilişkileri sonlandıramayan, haksızlığa uğradığında adalete ulaşamayan, sadece kadın olduğu için yaşam hakkına son verilen sayısız kadın var. Bu nedenle kadınlara açık örgütlenmelerin korunması bu dönemde daha da önemli hale geliyor.

İktidarın her türlü hak talebini boğma girişimleri karşısında ittifak ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Oysa dayanışma içinde hareket etmek yerine insanların birbirinin üstünü çizip kendi ideolojileri adına despotizm örgütleme eğilimi güçleniyor. Kadın mücadelesi özelinde bu durumun pek çok kadını, özellikle de genç kadınları feminist mücadeleden uzaklaştırdığını görmek gerekir. Kadın gruplarının sınıf meselesini, milliyetçiliği, LGBTİ+ haklarını, erkeklerin ataerkil sistemden yaşadığı sorunları daha fazla gündemine almasını istemek başka bir şey, kadınlara açık ortamları hedef almak başka. İlki haklı bir tartışma konusu ve bunun yolu dayanışma içinde birlikte uzun soluklu çalışmalar örgütlemekten geçiyor. İktidar kadın kurumlarını nasıl kapatacağının yolunu fellik fellik ararken kadınların kendi güçlerini bulmasına zemin sunan kadınlara açık ortamları hedef almaksa kadın örgütlenmesine zarar veriyor. Bunun tam da siyasi iktidarın elde etmek istediği sonucu yarattığını görmek zor değil.

Sistemin bizi hapsetmek istediği altkültür alanlarında kalmak yerine kendi öz örgütlenmelerimizi yaratmamız, birbirimizle didişmeyi, birbirimizi suçlamayı bırakıp dayanışma kültürü içinde hareket edebilmemiz gerekir. Yaşadığımız kriz birbirimizin hak taleplerini anlayıp tam da bu dayanışma kültürünü inşa edecek asgari müşterekleri belirleyememekle ilgili. Bunun için çeşitliliğimizi koruyarak aynılaşmadan farklı hak taleplerimizi anlayacağımız rasyonel tartışma zeminleri kurmamız hayati önem kazanıyor.

 

 

[1]Başka bir yazının konusu olmakla birlikte dünyada gelişen erkeklik hareketlerinin, erkeklik çalışmalarının iki eksende ilerlediği söylenebilir. Biri feminizmle ilişki içinde cinsiyetçi olmayan, ataerkil sistemin erkekler üzerinde kurduğu baskıyı tartışan çalışmalar. Diğeri ise ataerkil kültürle sıkı bir ilişki içinde ilerliyor ve erkek mağduriyetlerin nedenini kadın haklarında elde edilen kazanımlarda görüyor. Kadın sorunlarının görünür ve tartışılır olmasının erkek haklarını gölgede bıraktığını söylüyor. Bu her coğrafyada farklı şekillerde zemin buluyor. İkinci eğilim kadın düşmanlığı, homofobi üzerinden ilerlerken ataerkinin restore edilmesini savunuyor ve siyasi iktidarlar üzerinde bu yönde baskı kuruyor.

[2]  Bu yazıda tartışmaya çalıştığım konu kadınlara açık kamusal alanlar yaratmaya yönelik çabanın değersiz görülüp buna karşı çıkılmasıyla ilgili. Tabi ki kadınlara açık örgütlenmelerde de diğer yapılarda olduğu gibi pek çok siyasi, kültürel, kişisel, etik tartışma, çatışma, kavgalar yaşanıyor. Bazı sorunlar çözülürken bazıları ayrışmalara neden oluyor. Kimi meseleler kadınların, kadın hareketinden soğuyup uzaklaşmasına da neden oluyor. Bu, örgütlenmelerin kendi iç hukuklarını, özyönetimlerini oluşturmakta zorlanmasıyla ilgili bir mesele. Kadınlara açık ortamlara karşı çıkılmasının gerekçesi olarak gösterilemez.