Bu yazı 1-14 Ağustos 2021 tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

İÇ POLİTİKA

Yangın ve sel felaketleri üzerine

Geçtiğimiz iki hafta Türkiye yangınlar ve taşkınların sebep olduğu, iklim kaynaklı felaketlerle boğuştu. Güneyde Manavgat’ta başlayıp, ardından Bodrum ve Marmaris’te de tetiklenen orman yangınlarından toplam 120 bin hektar orman arazisinin etkilendiği bildirildi. Manavgat yangını, Türkiye’de tarihin en büyük orman yangını olarak tarihe geçti. Yangınların bir hafta ardından Sinop, Kastamonu ve Bartın’da yaşanan sel felaketleri büyük mal ve can kaybına neden oldu. Kastamonu’nun Bozkurt ilçesindeki can kayıpları gün be gün artarak 77’ye yükseldi.

Sıcaklık, kuraklık, taşkın gibi doğa olayları iklim kaynaklı olmakla birlikte bunların felakete dönüşmesinde insani sorumluluk inkâr edilemez. Her felaketin insan kaynaklı olduğu, oluşumu ve yarattığı hasarların dağılımı itibariyle de politik olduğu söylenebilir. Dolayısıyla yaşanan felaketleri Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi atmosferi, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya yeminli baskıcı otoriter siyasi rejimini dikkate alarak yorumlamak gerekiyor.

Manavgat yangını başladığı andan itibaren uzunca bir süre havadan müdahalenin yapılamadığı görüldü. Orman Bakanlığı’nın her yıl yaptığı yangın söndürme ihalesini elinde yangın söndürme uçakları bulunan Türk Hava Kurumu’nun kaybettiği, bu uçakların atıl ve bakımsız olarak terk edildiği anlaşıldı. Politik cenahta konu yangın söndürme faaliyetini özelleştirmiş bulunan Orman Bakanlığı ve Cumhuriyet rejiminin önemli miraslarından biri olan THK’nın varlığı arasındaki çelişkiye odaklandı. Orman Bakanlığı yangın söndürme işini özelleştirerek, ihale yoluyla kendi tercih ettiği şirketlerle iş yaparken, THK’nın gelirleri yıllar içerisinde kesilmiş, kurum bir kayyum eliyle çürümeye terk edilmişti. Bunun toplam sonucu, bırakın Bakanlık’ın yangın söndürme kapasitesini yeni iklim normallerine göre geliştirmeyi, mevcut kapasiteyi bile çürümeye terk edişiydi.

İktidarın yangınlar karşısında acilen sığındığı bir argüman, “terörist saldırı” oldu. İçişleri Bakanı tarafından köpürtülen bu argüman ulusalcı çevreler tarafından da benimsendi. Yegâne delil olarak “ateşin çocukları” adlı twitter hesabından yapılan paylaşımlar gösterildi. Ortada muteber bir delil yokken bu iddianın öne çıkarılması, sonrasında ormanlar cayır cayır yanarken konunun “ormanları iklim değişikliği mi yaktı, yoksa PKK mı yaktı” şeklinde bir absürtlüğe saptırılması nasıl açıklanabilir? Her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya yeminli mevcut koalisyonun, her daim ülkeyi hain düşmanlarla sarılı göstermeyi, kendisini bir savaş hükümeti olarak tanımlamayı bir avantaj olarak gördüğü söylenebilir. Fakat bu aynı zamanda, “ormanları dahi PKK’ya karşı koruyamıyorsunuz” şeklinde bir güvenlik zafiyeti ve beceriksizlik olarak da yorumlanamaz mı? İkinci olarak, özellikle felaketlerin ilk safhalarında, “iklim değişikliği” argümanından kaçınıldığını gördük. Bu kaçınma zaman içinde bir inkârcılığa varamadan reddedilse de bu tavrın hükümetin afet yönetimindeki zafiyetinin ve sorumluluğunun üstünü örtme gayretinden kaynaklandığı söylenebilir. Özetle, iklim değişikliği dikkate alındığında “beklenir” nitelikte olan bu afetler karşısında afallayan hükümet yetkililerinin, tasarlanmış bir söylem dahi tutturamadıkları, kendi başarısızlıklarıyla yüzleşmek yerine can havliyle tutarsız argümanlara sarıldıkları söylenebilir.

Yangınlar karşısında sivil toplum ve hükümet arasında da bir kutuplaşma yaşandığına tanık olduk. “Help Turkey” kampanyası başlatan sosyal medya aktivistleri vatan hainliğiyle suçlanırken, yangın bölgelerinde belediyeler, afet yardım gönüllüleri ve hükümet yetkilileri arasında kutuplaşmalara tanık olduk. Uluslararası yardım çağrısı yapan aktivistlerin hain ilan edilmesinin mantığı nedir? Küresel dayanışma gerektiren küresel bir felaketle karşı karıya bulunduğumuz bir çağda, sınırlara duvarlar ören ve meselelerini içe kapanarak, iç ajitasyon yoluyla aşmaya çalışan siyasi iktidar sivil toplumun aklı selimiyle arasında onarılmaz bir çelişki görmüş olabilir. Afet gönüllülerini koordine etmek yerine onları devre dışında tutmaya çalışan bir AFAD yönetimi iş başında. Afet yönetimi toplantılarına CHP’li belediyeleri davet etmeyen, diğer taraftan orman alanlarında yangın söndürme sorumluluğunu belediyelere yükleyen bir anlayış iktidarda. Uluslararası dayanışmayı reddeden ama afet yaralarını sarmak için IBAN verip halkından yardım dilenen bir zihniyet görevde.

1999 depreminin altında kalan dönemin iktidarı büyük bir seçim yenilgisiyle görevden uzaklaşmıştı. Mevcut iktidar 2021 felaketlerinin altında kalmış olsa da, Türkiye’nin yaşadığı yirmi yıllık değişim sonrasında benzer bir siyasi tablo beklenmiyor. Yine de bu felaketler iktidarı sarsıyor ve olası bir seçim yenilgisinin zeminini hazırlıyor. Bu tablo karşısında neye uğradığını şaşırmış, kurumlarıyla çökmüş bir iktidarın esas meseleye (iklim değişikliği ve bunun gerektirdiği kamu politikaları) odaklanmak yerine kendi yarattığı düşmanlara saldırdığını, bu şaşkınlığın arkasında tutarlı bir mantık aramanın güç olduğunu söyleyebiliriz. Belki de bu şaşkınlığı en iyi anlatan film karesi, Erdoğan’ın yangın felaketiyle sarsılan Marmaris’te halkın tepesine otobüsten çay paketleri fırlatmasıdır.

Göçmenler sorunu ve Ankara, Altındağ pogromu

10 Ağustos akşamı Altındağ’da bir parkta çıkan bir kavgada bir vatandaş bıçaklanarak öldürüldü. Kavgada ölen kişi Türk, öldüren ise Suriyeli bir göçmendi. Bu olayın ardından ilçenin Önder mahallesinde Suriyelilere ait ev ve işyerleri taşlanmaya, dükkanları yağmalanmaya başladı. Olayların ardından Ankara emniyeti müdahale edildiğini ve olayların yatıştırıldığını duyurdu. Fakat Önder ve Battalgazi mahallelerindeki gösteriler dışarıdan gelen milliyetçi grupların katılımıyla ertesi gün de devam etti. İki gece devam eden yağma olayları sonucunda Suriyeli göçmenler mahalleyi terk etmeye başladılar.

Altındağ pogromu, AKP’nin göçmen siyaseti ışığında nasıl yorumlanabilir? AKP, Suriye savaşı başladığından beri Türkiye’ye göçmen akışını çeşitli nedenlerle teşvik etti. Hepsi sadece kısa vadeye, AKP açısından günü kurtarmaya odaklı bu nedenleri şöyle özetlemek mümkün olabilir: Birincisi, bazı göçmenler Suriye savaşında Türkiye’nin diaspora üzerinden baskı kurmasına yardımcı olacak, siyasi ve askeri bir yapılanma kurması için elverişliydi. Daha da ileri gidilerek, bunlara sınırlı da olsa vatandaşlık ve oy hakkı tanınmasında çok acele edildi, AKP açısından bir oy deposu olarak da görüldü. Tabii bu hem Suriye savaşına müdahale açısından, o ülkenin dengelerini altüst eden, hem de Türkiye’nin hassas İslamcı-seküler dengelerini kaşıyan son derece sakıncalı bir politikaydı. İkinci olarak Suriye’den denetimsiz göç, Batı’ya karşı bir şantaj ve rüşvet malzemesi olarak kullanıldı. Göçmenlerin gerektiğinde Edirne’de sınır kapılarına kadar sürüklendiği, acımasız bir göçmen siyasetine tanık olduk. Üçüncüsü göçmenler, büyük bir işsizler ordusu yaratmak pahasına, Türkiye’nin düşük katma değerli ekonomisini ucuz işgücüyle ayakta tutmak, enformaliteyi teşvik etmek üzere kullanıldı. Bu gerçek geçenlerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay tarafından ağzından açıkça ifade edildi.

Özetle AKP’nin göçmen siyaseti sınır savaşlarında siyasi el yükseltme, içerde oy devşirme, Batı’dan rüşvet koparma, ekonomide enformaliteyi teşvik etme gibi her biri iktidarın günün kurtarmaya odaklı kötücül amaçlara dayanıyordu. Bunun için sınır güvenliği önlemleri kaldırıldığı gibi insan kaçakçılığı gibi gayrı insani uygulamalara da göz yumuldu, belki teşvik edildi.

Bu politikanın toplumun demografik yapısını bozarak, ekonomik ve siyasi bir bunalım anında bombanın fitilini ateşleyebilecek bir potansiyel barındırdığı biliniyordu. Nitekim son yıllarda artan göçmen karşıtlığı ekonomik nedenlerden besleniyor. Altındağ pogromu göçmen karşıtlığının tehlikeli bir tezahürü ve ülke genelinde benzer olayların yaşanmasını engelleyecek herhangi bir politika uygulanmıyor, önlem alınmıyor.

Altındağ’da özellikle ikinci gece, dışarıdan giren yağma gruplarına izin verilmesiyle yaşananlar, siyasi odaklar tarafından yönlendirilen kasıtlı bir hamle olabilir mi? Daha açık bir soruyla, Türkiye’nin haddini aşan bir göçmenler ülkesine dönüşmesini teşvik eden AKP, şimdi içinde bulunduğu koalisyonla birlikte, göçmen karşıtı sokak olaylarını kışkırtarak OHAL’e zemin hazırlayacak bir kargaşanın peşinde olabilir mi? Maalesef, beklenen seçimler öncesi, her seçimde olduğu gibi dış ve iç ajitasyona başvurmayı alışkanlık halinde getirmiş bir siyasi gücün, ülke sınırları dışında askeri olanaklarının kısıtlı olduğu dış politika koşullarında iç ajitasyona yönelme, bunun için terör ve baskı yöntemlerine başvurma ihtimali yok denemez. OHAL’in bir seçenek olarak düşünüldüğü, bunun için Kürtler yerine göçmenlerin hedef tahtasına oturtulmasının daha kullanışlı olduğu yönünde bir spekülasyon mümkün görünüyor.

Bu arada ana muhalefetin göçmen politikasına da bir iki cümleyle değinebiliriz. CHP çevresinde göçmen sorununa karşı, hemen mi gönderelim yoksa ülkeleriyle anlaşarak mı gönderelim şeklinde bir tartışmanın yürüdüğü anlaşılıyor. Bolu Belediye Başkanı örneğinde görüldüğü şekilde açık ırkçı çıkışlar yapılabildiği gibi bu eğilimlerin üstü genel merkez açıklamalarıyla örtülmeye çalışılıyor. CHP’nin seküler kesimle birlikte toplum geneline yayılmış olan göçmen karşıtlığını oya havale etmeye çalışacağı öngörülebilir. Gerçek şu ki Türkiye artık bir göçmenler ülkesi ve önümüzdeki on yılları bu gerçeği dikkate alarak planlamak durumunda. Bunun en temel ayağı ırkçılığa karşı sistemli bir mücadeleden geçiyor. Tartışılması gereken esas konu, ırkçılığa karşı mücadelenin, “hepimiz kardeşiz, hepimiz göçmeniz” gibi kolay söylemlerin ötesine geçerek, ekonomi politik anlamda nasıl yürütüleceği olmalı.

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları

YAŞ kararları sonucunda, 15 Temmuz darbe girişiminde Erdoğan’ı bizzat koruyan Avrasyacı komutan Ümit Dündar emekli edildi. YAŞ öncesi yüzlerce Ergenekoncu subayın tasfiye edileceği yönündeki beklenti gerçekleşmedi.  Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Küçükakyüz ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Adnan Özbal’ın görev süresi 1 yıl uzatıldı. 44 general ve amiralin görev süreleri 1 yıl, 320 albayın görev süreleri ise 2 yıl süreyle uzatıldı. 17 general ve amiral bir üst rütbeye, 56 albay ise general ve amiralliğe yükseltildi. 30 general ve amiral kadrosuzluk nedeniyle emekliliğe sevk edildi. Akar ve Ergenekoncu kesimlerin belli bir noktada uzlaştığı söylenebilir. TSK’nın Avrasyacı (Ergenekoncu) – Atlantikçi (Fethullahçıları da içine alacak şekilde) belli bir grubun hakimiyetinde olmadığı, diğer taraftan darbe yapma kapasitesine sahip çeşitli odaklardan teşekkül ettiği anlaşılıyor. Sürekli darbe tehlikesine karşı, bu kapasiteye sahip karizmatik generallerin tasfiye edilerek daha düşük profilli subayların yükseltilmesi Erdoğan ve Akar tarafından tercih ediliyor.

Kadın Cinayetleri

Yangın, sel felaketleri, Kürtlere ve göçmenlere yönelik saldırıların gündeme damgasını vurduğu bu iki hafta içinde kadına yönelik şiddet, kadın cinayetlerinde de şok edici gelişmeler yaşadık.  Aleyna Çakır cinayetinin baş şüphelisi Ümitcan Uygun serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra başka bir kadının, Esra Hankulu’nun ölümüyle gündeme geldi. Hatırlanacağı gibi Aleyna Çakır’ın ölümü, şüpheli ölüm olarak kayda geçmiş, Ümitcan Uygun dosyada ‘tanık’ sıfatıyla yer almış ve davada deliller kendisine yönelik şüpheleri işaret etse de tahliye edilmişti. Uygun daha sonra uyuşturucuyla ilgili başka bir suçtan dolayı tutuklanmıştı. Bu olay bile adalet sisteminin kadın cinayetlerine yaklaşımını ortaya koyuyor. Pek çok kadın cinayeti “şüpheli ölüm” olarak kayda geçiyor ve olayın izi sürülmüyor. Ankara’da Eda Nur tecavüze uğradı ve şikayetçi olduğu saldırganların serbest bırakılması üzerine intihar etti. Ölümü, intihar diye geçiştirildi. Antalya’da kendisinden bir süredir haber alınamayan Azra Gülendam Haytaoğlu’nun bedeni parçalara ayrılmış bir şekilde bulundu.

Esra Hankulu’nun ölümünün ardından Sedat Peker, Ümitcan Uygun’un serbest bırakılmasını sağlayan devlet yetkilileriyle ilişkilerini deşifre etti. Bu olayda kamuoyu tepkisi olmasa ve Sedat Peker, Uygun ailesinin devletle ilişkilerini deşifre etmese Ümitcan Uygun tutuklanır mıydı bilmiyoruz. Kadın cinayetlerinin sayısının arttığı gibi cinayetlerin işlenişindeki şiddet ve vahşet de çeşitlenip artıyor. Cezasızlık sistemi katilleri, failleri teşvik ediyor. Fail, bizzat devlet yetkilisi veya devlet yetkilileriyle yakın ilişkili biri olduğunda cezasızlık zırhına bürünebiliyor ve bu kişilerin de sayısı gittikçe artıyor. Kadının kimliğine, hayatına değer veren politikalarsa hayata geçirilmiyor. Türkiye geçtiğimiz ay İstanbul Sözleşmesi’nden resmen çıkmışken önümüzdeki günlerde kadınların diğer kazanılmış haklarının geri alınmak istediğini biliyoruz.

EKONOMİ

Enflasyon, işsizlik rakamları açıklamaları

TÜİK, Temmuz ayı enflasyon rakamlarını açıkladı. Haziran’da yüzde 17,53 olan yıllık tüketici enflasyonu, Temmuz’da beklentileri aşarak yüzde 18,95’e yükseldi. Bu oranlar son 18 yılın en yüksek Temmuz enflasyonu olarak kayda geçti. Yıllık enflasyon da son 26 ayın en yüksek düzeyine ulaştı. Üretici enflasyonu ise Temmuz ayında yüzde 45’e yaklaştı. Bu oran önümüzdeki dönemde tüketici enflasyonunun daha da artacağına işaret. Tüketici enflasyonu ile üretici enflasyonu arasındaki farkın bu kadar büyük olması da oldukça dikkat çekici. Açıklanan enflasyon rakamları sonrası Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Piyasa Katılımcıları Anketi’ne göre, yıl sonu Tüketici Fiyat Endeksi beklentisi yüzde 16.30 oldu. ENAGrup’un yayınladığı rakamlara göre ise Tüketici Fiyat Endeksi (E-TÜFE) Temmuz ayında %4.89 arttı. Ocak-Temmuz 2021 döneminde ise enflasyon oranı ise %25.14 olarak gerçekleşti, yıllık enflasyon yüzde 50’ye dayandı

Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) göre Haziran’da işsizlik oranı 2,5 puan azalarak yüzde 10,6 oldu. Mayıs ayı işsizlik oranı yüzde 13,2 olarak gerçekleşmişti. Ancak bazı uzmanlar verilerin hazırlanmasındaki yöntemin sorunlu olabileceğini belirtiyor. DİSK-AR da TÜİK’in Haziran işsizlik ve istihdam verilerinin pandemi dönemi düzenlemelerini dikkate almadığı için soru işaretleriyle dolu olduğunu belirterek, “TÜİK verilerinin gerçeklerle bağlantısı kopmuştur” dedi.

Merkez bankası faiz kararı ve rezervler, erken seçim gündemi

Merkez Bankası faizleri aynı seviyede tutma kararı açıkladı. Bu karar, Kavcıoğlu’nun göreve geldikten sonra 5’inci kez faiz indirim kararı alamaması anlamına geliyor. Manipüle edildiği idda edilen enflasyon rakamları da %19’a yaklaşırken piyasaları faiz artırımı Erdoğan ise düşüşü beklerken faizin aynı kalması piyasaları fazla rahatsız etmedi. Ancak önümüzdeki dönem enflasyonun etkisiyle faiz artırımı baskısının artması kaçınılmaz görünüyor. Buna rağmen dövizde ciddi bir yükseliş olmaması 2021’de gerçekleşen ciddi miktarlardaki (9,6 Milyar dolar) “kaynağı belirsiz” olarak tanımlanan ve önemli bir kısmının “kara para” veya uyuşturucu parası olabileceği iddia edilen döviz girişlerine ve Güney Kore ile yapılan SWAP anlaşmasına bağlanabilir. Öte yandan IMF’nin üye ülkelerin merkez bankalarına toplamda 650 milyar dolarlık (Türkiye’nin payı 6,4 6ilyar dolar) IMF parası (SDR-özel çekme hakları) aktarmasına dönük teklif onay aldı. Bu rakamın 23 Ağustos’ta geleceği açıklandı. Dövizin yükselmemesinin nedelerinden birinin bu gelişme olabileceği de söylenebilir. Bu beklentiye rağmen MB rezervlerinde artış olmaması ise dikkat çekici. Swap anlaşmasından elde edilen dövizin kuru tutmak için kullanıldığını tahmin edebiliriz.
Öte yandan, bu dönem kamu işçilerinin alacağı zam oranı belli oldu. Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde sağlanan anlaşmaya göre, taban ücretleri 4 bin 100 liraya yükseltilen kamu işçilerinin ücretlerine 2021-2022’nin ilk 6 ayı için yüzde 12, diğer 6 aylar için yüzde 5 artı enflasyon farkı oranında zam yapıldı. En düşük maaş alan kamu işçilerine de 500 TL düzeltme yapıldı. Reel enflasyonun altında olmasına karşın bu oranlara ciddi bir toplumsal tepkinin gelişmemesi dikkat çekici. Hatta beklentilere yakın bir oran gibi göründüğü söylenebilir.

Olumsuz ekonomik koşullara rağmen kamu işçilerine yetersiz de olsa ilk teklifin üzerinde bir zam yapılması, Erdoğan’ın “faiz oranlarında düşüşe geçiyoruz” açıklaması, bazı otomobil sınıflarında ÖTV matrah oranlarında indirime gidilmesi, gibi uygulamalar, hala çok güçlü bir olasılık gibi görünmese de erken seçim için bir hazırlık olabileceğini düşündürüyor.

DIŞ POLİTİKA

ABD çekilir, Afganistan’ı Taliban’a bırakırken

Bu dönemde dış politikada yaşanan en önemli gelişme Taliban’ın sonunda Kabil kapılarına dayanmasıyla sonuçlanan hızlı ilerleyişi oldu. ABD ile Taliban arasında imzalanan Doha anlaşmasına göre, NATO güçlerinin son çekilme tarihi olan 11 Eylül 2021’den önce vilayet merkezlerine saldırmayacağını ilan eden Taliban, ABD hava saldırılarını gerekçe göstererek vilayet merkezlerine yöneldi. 9 Ağustos’ta 6 vilayet merkezini ele geçirdi ve önemli şehirlerden Mezar-ı Şerif’i de çevreledi. Taliban’ın hızlı ilerleyişi, Türkiye’nin Kâbil Havaalanı’nın güvenliğini sağlama ve işletme planlarını da riske soktu. Bu amaçla Ankara-Washington arasında yapılan diplomatik ve askeri müzakerelerden ses çıkmazken Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Türkiye muharip güç olmayacak” açıklamasında bulundu. Hulusi Akar aynı zamanda Afganistan’daki son gelişmeleri ele almak üzere Pakistan’a gitti.

12 Ağustos’a gelindiğinde Taliban’ın ele geçirdiği vilayet merkezi 10’a yükselmişti. Afganistan Milli Uzlaşı Yüksek Konseyi Başkanı Abdullah Abdullah, Afganistan’daki duruma çözüm bulunması amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’ni acil toplantıya çağırdı. ABD’nin Afganistan Büyükelçiliği, bir güvenlik uyarısı yayımlayarak ABD vatandaşlarını Afganistan’ı derhal terk etmeye çağırdı. Sonunda Taliban, Başkent Kabil’in kapılarına dayandı. Katar Dışişleri Bakanı Şeyh Muhammed bin Abdulrahman Al-Thani’nin Taliban’a ateşkes çağrısı yapması ise karşılık bulmadı. Yaşanan insani kriz Afganistan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu’na göre son dört ayda yaklaşık 1 milyon sivilin evini terk etmesiyle sonuçlandı.

ABD’nin donattığı 300 bin kişilik bir ordunun sayıca ve donanım olarak daha zayıf durumdaki Taliban karşısında neredeyse çökmesi ve birçok eyalet merkezini çatışmadan Taliban’a terk etmesi açıklanmaya muhtaç. Askeri konularda uzman Metin Gürcan birkaç farklı boyuta değiniyor. Birincisi, Afgan ordusunun lojistik, teknik ve kurmay yönetimi olarak NATO’ya bağımlı olması. ABD ve NATO güçlerinin apar topar çekilmesi, orduyu işlemez hale getiriyor. Böylece 20 yılda kurulmaya çalışılan bir sistem çöküyor. İkinci ve daha belirleyici neden ise, ABD’nin inşa ettiği hükümetin hiçbir zaman halk desteğini kazanamamış olması ve politikacılarla birlikte ordu komutanlarının da yolsuzluğa bulaşmış olması.

Afgan göçmenler konusu

Bu arada Türkiye’nin, Suriyeli mültecilere ev sahipliği yaparak AB karşısında “mülteci kozunu” elinde bulundurma politikasının kapsamını Afgan mültecileri de kapsayacak şekilde genişletebileceği tartışılıyor. AB tarafı, Afganistan krizinde Türkiye’ye böyle bir rol biçme yanlısı görünüyor. Nitekim Belçika İltica ve Göçten Sorumlu Devlet Bakanı Sami Mehdi, AB ile “Türkiye Anlaşması”nın Afganları da kapsayacak şekilde genişletilmesi çağrısında bulundu. Mehdi, “Türkiye’yi Afganlar için güvenli bir üçüncü ülke haline getirmek, göç akışlarını yönetmemize yardımcı olacaktır” dedi.

ABD’nin çekilmesinin uluslararası sonuçları

Sonuç olarak ABD, Şubat 2020’de Doha’da Afgan hükümetinin dahil olmadığı ikili bir anlaşmayla hem Taliban’ı meşrulaştırmış hem de iktidarı teslim etmeye hazır olduğu mesajı vermişti. Uluslararası sonuçları bakımından ABD’nin çekilmesi farklı yorumlara konu oluyor. Örneğin Fehim Taştekin, ABD’nin çekilerek Afganistan’ın kalıcı bir istikrarsızlık kaynağı olabileceğine, dolayısıyla Rusya, Çin ve İran’ın kucağına bırakılmış bir tür bomba olabileceğine dikkat çekiyor. Nitekim her üç ülke de belirli güvenceler karşılığında Taliban’la görüşerek bölgede göreli bir istikrarı güvenceye almaya çalışıyor.