12 Ekim-26 Ekim 2018 döneminde öne çıkan başlıklar Kaşıkçı cinayeti, ekonomik krizin derinleşmesi ve Cumhur ittifakı içindeki çatlakların iyice gün yüzüne çıkması oldu. Bir şekilde birbiriyle ilintili bu gelişmeler yeni Türkiye’de İslamcı Milliyetçiler ile Ulusalcı Milliyetçilerin “Türkiye’nin bekası” için kurdukları ittifakın da çatırdamaya başlamasına neden oluyor. Bu üç başlığı teker teker ele alıp birbirleriyle ilintilerini anlatmaya çalışalım.

Kaşıkçı Cinayeti

2 Ekim 2018 günü eşinden boşanma belgesi almak için Suudi Arabistan’ın (SA) İstanbul Başkonsolosluğu’na giden Adnan Kaçıkcı’dan haber alınamıyordu. Kaçıkçı, SA gizli servisinin şefi Turki Faisal Al-Saud’un medya danışmanı olarak görev yaptı ve Afganistan’da ABD, SA ve Pakistan tarafından desteklenen cihatçıların medyada görünürlüğünü arttırmak ve sempati kazanmalarını sağlamak için çalıştı. Afganistan ve Sudan’da Osama bin Laden ile yaptığı röportajlar yayınlandı. Arap Baharı sırasında ABD politikasına paralel bir şekilde Müslüman Kardeşleri destekledi. Ancak SA’nın Mursi’ye karşı gerçekleştirilen darbeye arka çıkması ile birlikte SA’dan ayrıldı ve ABD’ye yerleşti. ABD’de Washington Post gazetesinde köşe yazarlığı yapmaya başladı. Democracy for the Arab World Now (Arap Dünyası İçin Şimdi Demokrasi) adlı bir düşünce kuruluşu oluşturdu ve bu kuruluş siyasi İslam’ın Arap dünyasında demokrasinin gelişmesi için önemine vurgu yapan bir politikanın savunuculuğunu yapıyordu. ABD’de hem neoliberaller hem de neokonzervatifler arasında ılımlı İslam ve rejim değişikliğinin (Arap Baharı) savunuculuğunu yaptığı için popülerlik kazanmış ve medya ve politika dünyasında çok sayıda dost edinmişti. Bu nedenle hunharca katledilmesi ABD’de büyük tepki gördü ve Trump üzerinde SA’ya baskı ve ambargo uygulaması için ciddi baskı oluştu.

12 Ekim tarihinde 22 Amerikalı senatör Trump’a gönderdikleri mektupta, Cemal Kaşıkçı ile ilgili Küresel Magnitsky Yasası kapsamında resmi soruşturma başlatılmasını ve sorumlulara yaptırım uygulanmasını talep etmişlerdi. Magnitsky Yasası, ABD Başkanının “ifade özgürlüğü hakkını kullanan bir kişiye yönelik yargısız infaz, işkence ve diğer ağır insan hakları ihlalleri” şüphesinin bulunduğu durumlarda devreye sokuluyor. Ancak Ortadoğu siyasetini SA ve İsrail üzerine kuran Trump, SA’ya baskı uygulamayı göze alamadı. SA, hem 110 milyar dolarlık bir silah pazarı olarak, hem Suriye rejimine karşı isyancıların finansörü olarak, hem de İran’a karşı uygulanacak yaptırımlarda oluşacak petrol açığını, üretimini arttırarak kapatacak bir petrol üreticisi ülke olarak Trump için vazgeçilmezdi. Trump silah satışı sayesinde elde edilen gelirden ve yaratılan iş sahasından vazgeçemeyeceklerini söyledi.

13 Ekim 2018 tarihinde Trump yaptığı açıklamada Kaşıkçı’nın öldürüldüğü kesinleşirse, Suudilere yapılan silah satışları haricinde başka yaptırımlar uygulanacağını söylemişti, ancak ayrıntı vermedi. Suudi Arabistan yönetimi, Cemal Kaşıkçı’nın kaybolmasıyla ilgili başka devletlerin uygulayacağı olası ekonomik yaptırımlara karşılık vereceğini açıkladı. Açıklamada, “Suudi ekonomisi küresel ekonomi için hayati bir role sahiptir.” ifadesi yer aldı. Trump bunun üzerine SA prensi Muhammed bin Salman ile konuştuğunu, SA’nın Kaçıkçı’nın öldürülmesindeki sorumluluğunu kesin olarak reddettiğini, Kaşıkçı’nın “rouge killers” (eşkiya katiller) tarafından öldürülmüş olabileceğini söyledi.

Fehim Taştekin’e göre bu hesaplaşma son yıllarda iyice belirginleşen iki eksen arasında; ayrıştırıcı faktör ise Suudi Devleti’nin resmi mezhebi Vehhabilik ile İhvan’la özdeşleşen “siyasal İslam” arasındaki kan uyuşmazlığı.[1]

Bizim yorumumuza göre cinayet yerinin Türkiye olarak seçilmiş olması, SA ile Türkiye arasındaki Sunni İslam’ın liderliği ve Ortadoğu’daki liderlik konusundaki rekabette, SA’nın Türkiye’ye verdiği bir gözdağı olarak değerlendirilebilir. SA, Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği destekten ve bölgede alt emperyal bir güç olmaya çalışmasından rahatsız oluyordu. SA’nın bölgesel liderliği için ABD’nin verdiği büyük destek ve ABD’nin bölge politikalarını SA ve İsrail’e dayandırarak İran’ın gücünü dengelemeye çalışması, SA’nın elini güçlendiriyordu. Bu destek, SA’yı bu cinayeti işlemek için cürretlendirmiş olabilir.

Recep Tayyip Erdoğan bu krizi kendisine avantaj sağlamak için kullanıyor. Nerede ise her gün adı belirtilmeyen Türk yetkililerine dayandırılan ve cinayetin vahşetini biraz daha dramatik hale getirilen bir haber ABD basınına sızdırılıyor. Bu şekilde Recep Tayyip Erdoğan, Muhammed bin Salman’ı köşeye sıkıştırarak kendisine avantaj elde etmeye çalışıyor. Hem ABD’ye hem de SA’a verilen mesaj şu: “Başınızı belaya sokabiliriz, ama aynı zamanda size yardım da edebiliriz.” Yardımın karşılığında ne bekleniyor? Yanıtlar şöyle sıralanabilir: Dış borcun finansmanına destek; RTE’nin demokrasi ve hukuk düzeni havariliğine soyunarak otoriter uygulamaları ile dış dünyada kirlenen imajını düzeltmeye çalışması; Suriye’de hem ABD’nin hem SA’nın Kürtlere verdiği desteğin kesilmesi, SDG’nin Menbiç’ten çekilmesi, Müslüman Kardeşler ile somutlanan “siyasi İslam’ın” Vahabiliğe karşı prestijinin yeniden artması. RTE tüm bunlarla çok geniş bir fırsatlar yelpazesini hedefliyor, ama en azını alsa bile aldığı yanına kâr kalacak.

Türkiye bu cinayeti SA’yı köşeye sıkıştırmak için “Allah’ın lütfu” olarak kullanmak istiyor. Ancak SA da Türkiye’nin bu hamlesine karşı, cinayeti istihbarat teşkilatı içinde belli unsurların üzerine yıkıp sorumluluğunu inkar etmek istiyor.

Türkiye için bu cinayet aslında ABD ile yakınlaşmak için bir fırsat penceresi açıyor. Hem Suriye’de sıkışmışlığı, hem iktidar ortakları içinde İslamcı-Milliyetçilerle Ulusalcı-Milliyetçiler arasında gün yüzüne çıkan gerginlik, hem de ekonomik sıkışmışlık, RTE’yi ABD’ye yöneltiyor. RTE iktidarını sürdürebilmek için Batı’nın ve özelikle ABD’nin desteğine her zamandan fazla ihtiyaç duyuyor. Bu nedenlerle İslamcı-Milliyetçilerle Ulusalcı-Milliyetçiler arasında Türkiye’nin bekasına ilişkin büyük kaygı ve uzlaşı üzerine kurulmuş olan iktidarın içinde barındırdığı gerilim giderek artıyor. Türkiye Suriye’de ABD’nin ya da Rusya’nın izni olmadan hareket edemeyeceğini ve giderek inisiyatifi kaybettiğini görüyor. Ekonomik krizden de Batı’dan gelecek ve Türkiye’nin borçlarını çevirmesine yardım edecek finansman olmadan çıkılamayacağı az çok ortaya çıkıyor. Bu koşullar altında RTE etrafında kenetlenen İslamcı-milliyetçi kliğin, her önüne çıkan fırsatı ABD’ye yanaşmak için bir fırsat olarak kullanmaktan başka şansı kalmıyor.

Ekonomik Kriz

Tüm ekonomik göstergeler Türkiye’deki ekonomik krizin giderek derinleştiğini gösteriyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı 2018 yılı Temmuz ayı işgücü istatistiklerine göre işsizlik artıyor[2]. Hükümetin “ tasarruf ” söylemine karşın bütçe açık vermeye devam ediyor[3]. Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre, büyük ekonomiler sıralamasında 2017’de 17’nci olan Türkiye’nin bu yıl 19’uncu sıraya gerileyeceği kaydedildi[4]. Öte yandan emekçi kesimler üzerindeki baskı ve sömürü giderek derinleşiyor. AB’nin resmi istatistik ofisi Eurostat ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) verilerine göre Türkiye iş kazalarında en fazla insanın yaşamını yitirdiği ülkeler sıralamasında birinci sırada yer alıyor[5]. Uluslararası Ekonomi Peterson Enstitüsü uzmanlarından Jacob Kirkegaard Türkiye’de iflasların peşi sıra geleceğini, buna bankaların da dahil olduğunu söyledi[6]. Hükümet, tüm bu kötüye gidişe rağmen iktidar, kendi yandaşlarına rant dağıtma, böylece politik zeminini güçlendirme ile özetlenecek ekonomik politikalarında ısrar etmekten vazgeçmiyor. Ülke ekonomisinin herhangi bir denetime tabi tutulması yolunda Batı’dan gelen baskılara direniyor. Denetimi altında tuttuğu zenginlikleri genişletmek için İş Bankası’ndaki CHP hisselerine gözünü dikmiş durumda. CHP’li yetkililer, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İş Bankası’ndaki CHP hisselerinin Hazine’ye devri konusundaki ısrarının arkasında, bankayı Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devretme amacı olduğu görüşünde[7]. Öte yandan üçüncü havaalanı inşaatında çalışan işçilerin direnişinin şiddetle bastırılmasından sonra işçiler, cılız da olsa itirazlarını yükseltiyor. 23 Ekim’de Gebze Sendikalar Birliği’nin çağrısıyla binlerce işçi düzenlediği yürüyüşle krizin faturasının işçilere ödetilmek istenmesini protesto etti[8].

Ekonomik göstergeler sürekli kötüye gidiyor. İşçilerin çalışma koşullarının daha da kötüleceğini, işten çıkarmaların artacağını öngörmek zor değil. İşçi hareketlenmeleri de, devletin ne kadar sert karşılık verdiğiyle bağlantılı olarak devam edecektir. Emekçi kesimlerin ekonomik krizden somut olarak nasıl etkilendiği konusunda verilere dayalı çalışmalar mevcut değil. Ayrıca, alternatif bir dayanışmanın nasıl kurulabileceği konusunda da muhalefetin bir vizyonu bulunmuyor.

Ekonomik kriz bağlamında üzerinde çok fazla durulmayan bir konu da “savaş ekonomisi” alanı. Geçtiğimiz bütçe döneminde maliye izin verilenin üstünde borçlandığında muhalefetin itiraz etmiş, hükümet de bu artışın savunma harcamalarından kaynaklandığı yönünde açıklama yaparak muhalefeti susturmuştu. Temmuz 2015’ten itibaren Kürt illerinde yapılan operasyonların bütçeye yansımasını bilmiyoruz. Yine aynı şekilde, sınır dışında yürütülen operasyonların bütçesine dair de bilgi sahibi değiliz. Savaş harcamalarının ekonomik krize etkisi konusunda ciddi düzeyde bir bilgi eksikliği var.

Cumhur İttifakındaki çatlak büyüyor

12 Ekim-26 Ekim 2018 döneminde Cumhur İttifakı içindeki çatlakların iyice gün yüzüne çıktığına tanık olduk. AKP ve MHP arasındaki Cumhur İttifakı, Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla yerel seçimler için dağıldı. İki parti arasında af, ‘andımız’ ve emeklilikte yaşa takılanlar konularında derin görüş ayrılıkları olduğu biliniyor.

Tüm bu gelişmeler, devlet içinde iktidarı paylaşan kesimlerin aralarındaki gerilimin tırmandığını gösteriyor. Daha önceki analizimizde başkanlık sistemi ile kurulan iktidar yapısında milliyetçi-ulusalcılarla RTE etrafında kenetlenen dar bir milliyetçi İslamcı klikin iktidarı paylaştığını söylemiştik. Bu ittifakın gerilim üretmeye aday bir ittifak olduğunu belirtmiştik. Gerçekten de bu gerilim artık saklanamayacak bir hale gelmeye başlıyor.

Dr. Zafer Yörük’e göre[9] Bahçeli, Erdoğan’a “Sen değiştirilemeyecek bir şahıs değilsin, esas iktidar biziz” diyor. Bunun da sebebi Erdoğan’ın aşırı popülist politikaya yönelmiş olması. Yörük’ün aşırı popülist derken, Erdoğan’ın yalnızca, şahsi söylemleri, vaatleri ve şahsi ilişkileriyle iktidarda kalabileceği, örgütünün çözüldüğü bir konuma gelmiş olmasını kastediyor.

İslamcı-Milliyetçilerle Ulusalcı-Milliyetçiler arasında Türkiye’nin bekasına ilişkin büyük bir kaygı ve uzlaşı üzerine kurulmuş olan iktidarın önünde iki temel hedef olduğunu söylemiştik: FETÖ ile mücadele ve Kürtlerle mücadele. Genel seçimlerin ve başkanlık seçimlerinin öne alınmasının iki temel nedeni olduğunu öne sürmüştük: Ekonomik krizin geleceğini öngörmeleri ve Suriye’de savaşı ve işgali derinleştirmeyi planlamaları. Nitekim seçimlerden sonra ekonomik kriz derinleşti. Suriye’de Türkiye’nin Kürtlere karşı savaşı ve işgali derinleştirmesi Rusya’dan ve ABD’den yeşil ışık gelmediği için mümkün olmadı. Ancak ülke içinde Kürtlerin siyasi temsilcilerine karşı baskı giderek derinleşerek devam ediyor. Belediye seçimlerinin yaklaştığı bir dönemde Cumhur İttifakı’nın da özellikle Kürt illerinde tabanda devam edeceği öngörülebilir.

FETÖ ile mücadele konusunda da AKP tarafında bir gevşeme olduğu, sanıkların rüşvetle serbest bırakıldığı iddiaları ortaya atılıyor[10] ve FETÖ’ye yakın isimlerin bürokraside yeni atamalarla belli konumlara getirildiği görülüyor. Bu konunun da ittifakın çatırdamasına katkıda bulunduğu öne sürülebilir.

Türkiye’nin paradoksu şu: Türkiye, ABD-SA-İsrail’in bölgede güçlü bir Kürt Devleti kurulmasına yardımcı olmasına itiraz ediyor ve ABD’ye bölgedeki Sunnilerin lideliğini üstlenirse Şiiliği dengeleyebilecek aday bir güç olduğunu göstermeye çalışıyor. Ancak ABD-SA-İsrail’in Türkiye’ye karşı bir güvensiziliği olduğu  söylenebilir. Bu güvensizlik de büyük ölçüde İslamcı-Milliyetçilerle Ulusalcı-Milliyetçilerin kurduğu “beka” ittifakının Türkiye’yi Batı ekseninden uzaklaştırmasından kaynaklanıyor. Ancak Türkiye, Ortadoğu’daki dengeleri kendi lehine çevirebilecek ve arzuladığı gibi bölgesel bir emperyal güç olmasına yardım edecek görece bağımsız bir dış politika oluşturamadı ve Suriye’de sıkıştı ve bu sıkışmışlığı ekonomik ve siyasi kriz ile giderek pekişiyor. İktidar ortaklarından RTE’nin etrafında kenetlenen İslamcı-Milliyetçi kesimin tekrar ABD’ye yanaşması iktidar bloğunu nasıl etkileyecek? Türkiye’nin sorunlarına çare oluşturabilecek mi? Bunları önümüzdeki dönemdeki gelişmelerle hep birlikte izleyeceğiz.

[1] İlgili yazısı için: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-45859422

[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1111618/issizlik_rakamlari_aciklandi.html

[3] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1112429/Butce_son_surat_acik_veriyor.html

[4] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1115597/IMF_den_Turkiye_ekonomisi_icin_kotu_haber__Gerileyecek.html

[5] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1119897/Rakamlar_korkutuyor__isci_olumunun_en_fazla_yasandigi_ulke_Turkiye.html

[6] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1114702/Unlu_ekonomist_Kirkegaard__Turkiye_krizin_daha_basinda.html

[7] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1113366/is_Bankasi_hakkinda_Varlik_Fonu_iddiasi.html

[8] https://www.evrensel.net/haber/364187/faturayi-biz-odemeyecegiz-gebzede-firsatciliga-izin-vermeyecegiz

[9] https://www.evrensel.net/haber/362564/zafer-yoruk-mhp-esas-patronun-kim-oldugunu-hatirlatiyor

[10] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/samil-tayyardan-feto-borsasi-ifadesi-40792299