Bu değerlendirme 13-26 Ağustos tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır. Aşağıdaki başlıklara tıklayarak yazının ilgili bölümlerine ulaşabilir, bölüm sonlarından tekrar başa dönebilirsiniz.

İç Politika: Meclis “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun çalışmaları yavaş ilerliyor. Amed’de Demokratik Toplum Yürüyüşü Düzenlendi. İBB opreasyonları hukuk tanımaz şekilde devam ediyor.

Ekonomi: Yoksulluk artarak devam ederken makroekonomik göstergeler çöküş sinyalleri veriyor.

Dış politika: Suriye’de düğüm derinleşirken Rusya Ukrayna savaşında barış umutları sonuç vermiyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları tüm acımasızlığıyla devam ediyor.

İÇ POLİTİKA

Çözüm süreci

“Çözüm süreci”nde beklenen somut gelişmeler henüz gerçekleşmezken en önemli adımlardan biri olan “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun çalışmalarının da oldukça yavaş ilerleyeceği görülüyor. Komisyonun önce sivil toplum örgütlerini dinleyeceği, sonra yasal düzenlemelere geçeceği belirtildi. Bu çerçevede komisyon İHD, Kayıp yakınları, Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri ile görüştü. Barış Anneleri’nin Kürtçe konuşmak istemesi üzerine tartışma çıkması ve buna dönük bir iletişim veya ön hazırlığın (profesyonel çevirmen görevlendirmesi gibi) yapılmamış olması dikkat çekti. Komisyon çalışmalarının halen silahsızlanma, yasal çerçeve gibi acil gündemlere eğilmemesi ve yoğun görüşme trafiğine girmesi, komisyonun sürecin yavaşlamasına hizmet edebileceği endişelerine yol açabilir.

Çeşitli kesimlerden, komisyonun Öcalan’la görüşmesi gerektiği yönünde talepler dile getirilmesine karşın (Babacan, Duran Kalkan, DEM Parti), DEM Parti İmralı heyetinin dahi bir aydır görüşme yapamamış olması süreçteki yavaşlama ve sürüncemenin en önemli göstergesi olarak görünürken Ağustos ayının son haftası ziyaretin gerçekleşeceği açıklandı.

Öte yandan “sürecin” sürüncemeye girmesinin asıl nedeninin Suriye’deki durum olduğunu da vurgulamamız gerekiyor. Hakan Fidan’ın “oyunbozan” olmakla suçladığı SDG’ye sert mesajlar vermesi bu durumun en yeni örneği sayılabilir. Türkiye’nin, PKK’nin silah bırakmasının yanı sıra, YPG’nin de silah bırakıp Suriye hükümetine “tam entegre” olmasını şart koştuğu anlaşılıyor. Bunun ise Rojava’daki Kürtler için “cihatçılara teslim olmak” anlamına geldiği ve kabul edilemez olduğu açık. “Sürecin” bu noktada “tıkanmış” olabileceği söylenebilir.

Siyaset ve toplum

Yüksek siyasette ise sürecin işliyormuş gibi gösterildiği açıklamaların devam ettiği görülüyor. Mehmet Uçum’un “Terörsüz Türkiye’ye geçiş sürecine özel bir kanun çıkarılmalı” açıklaması aslında çok önemli olsa da somut bir karşılığa sahip olmaktan uzak görünüyor. Bu yönde ne bir tartışma ne de bir tasarı/hazırlık söz konusu. Komisyonun da aslında hukuki bir dayanağı olmadığı, TBMM Başkanı’nın inisiyatifine bağlı olduğunu unutmamak gerekiyor.

Muhalefet cephesinde CHP’nin süreci sahiplenen tavrını devam ettirmesi de önemli bir nokta. Özgür Özel bir konuşmasında Kürtlerin temsil hakkına dikkat çekerek “kent uzlaşısı”na sahip çıkması dikkat çekti. Bahçeli de ‘Terörsüz Türkiye’ mesajlarına devam ediyor: “Altın fırsat heba edilmemeli, kardeşlik hissiyat ve hususiyeti zedelenmemelidir”. Erdoğan’ın Malazgirt’in yıldönümünde yaptığı genel olarak olumlu görülebilecek konuşmasında “Suriye’de Kürtlerin de güvenliğinin teminatı Türkiye’dir. Yönünü Ankara ve Şam’a dönenler kazanacak. Kıblesini şaşıranlar ise kaybedecektir. Kılıç kınından çıkarsa kaleme ve kelama yer kalmaz” demesi ise Kürtlere yönelik (özellikle de Suriye Kürtlerine) açık bir tehdit niteliği taşıyor.

Toplumsal planda ise yerel düzeyde küçük de olsa bazı önemli gelişmeler gözlemleniyor. 14 Ağustos’ta Demokratik Kurumlar Platformu, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Gençlik Meclisi öncülüğünde, Amed’de “Öncüleşen gençlikle demokratik toplum şöleni” şiarıyla “Barış ve Demokratik Toplum Yürüyüşü düzenlendi. Barış İçin Toplumsal Girişim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) başta olmak üzere CHP’li belediyelere dönük operasyonlara ilişkin yazılı açıklama yaptı. Operasyonların Meclis’te süreçle ilgili kurulan “Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”na zarar verdiği belirtilen açıklamada, ortak tutum çağrısı yapıldı. Diyarbakır’ın Bağlar Belediyesi, “Katılımcı Bütçe Bağlar Modeli” kapsamında yurttaşların belediye bütçesine doğrudan katılımını öngören yeni bir uygulama başlattı. “Senin kentin, senin bütçen, senin kararın” sloganıyla duyurduğu girişim çerçevesinde, Bağcılar ve Kaynartepe mahallelerinde pilot uygulama programı başlatıldı. Bu kapsamda belediye bütçesinden yüzde 10’luk bir pay, halkın karar alacağı projelere tahsis edildi. DEM Parti, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ve Özgür Kadın Hareketi (TJA) Van’da Barış ve Demokratik Toplum Buluşmaları kapsamında “Tecrit değil, özgürlük kazanacak” mitingi düzenledi.

Öcalan’ın silah bırakma kararının sadece taktiksel değil, “mücadele tarzını değiştirme” anlamına geldiği ve bu yeni demokratik siyaset tarzının kalıcı kurumlarla desteklenmesi gerektiği hatırlanacak olursa bu tür çalışmaların geliştirilmesi daha da önem kazanıyor. ”Süreç” akamete uğrasa bile, barış ve demokrasi mücadelesinin devam etmesi gerektiği ortada.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) operasyonları

Operasyonların hızla devam ettiği görülüyor. İBB’ye yönelik yürütülen reklam ihalesi soruşturması kapsamında gözaltına alınarak 12 Ağustos’ta adliyeye sevk edilen 13 kişinin savcılık ifadeleri tamamlandı. 8 kişi tutuklama talebiyle, 5 kişi ise adli kontrol talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildi. 7 kişi hakkında adli kontrol kararı verilirken, 6 kişi tutuklandı. 15 Ağustos’ta da aralarında Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney’in de olduğu 44 kişi gözaltına alındı. 4 gün sonra da Beyoğlu Belediye Başkanı ile birlikte 17 kişi tutuklandı. Öte yandan Beyoğlu Belediyesi başkan vekilliğine Sefer Karaahmetoğlu seçildi. 15 Ağustos’ta Antalya Büyükşehir Belediyesi operasyonunda 8 kişi tutuklandı. Beşiktaş Belediyesi iddianamesi kabul edildi. İmamoğlu ve eşinin avukatı Nusret Yılmaz gözaltına alındı.

Murat Çalık ve Kalender Özdemir örneğinde olduğu gibi, “eziyet politikası”nın sürdüğü, herhangi bir esneme olmadığı görülüyor.

CHP’nin, tüm operasyonlara rağmen çözüm süreci yanındaki duruşunu sürdürdüğü, Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun sürece ilişkin pozitif söylemlerinin devam ettiği görülüyor.

Öte yandan Özgür Özel’in ” Mücahit Birinci, Murat Kapki’ye “İftira at, kurtul” demiş, 2 milyon dolar istemiş” şeklindeki ifşası sonrası Birinci’nin AKP’den istifası olayın skandala dönüştürülmeden kapatılacağına işaret ediyor.

CHP bu dönemde de kalabalık mitinglerine devam ediyor. Adana’dan Silivri’ye “Özgürlük Yürüyüşü” devam ederken, Bayrampaşa, Trabzon, Aydın ve Sivas’ta kitlesel mitingler düzenlendi. Bu süreçte diğer siyasi partilerden ve toplumsal muhalefetten yeterli desteğin gelmemesi dikkat çekiyor. Bunun sadece bir “CHP meselesi” değil, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve otoriterleşmenin derinleşmesiyle ilgili ve “çözüm sürecini” de olumsuz etkileyebilecek bir mesele olduğunun unutulmaması gerekiyor.

Cumhur İttifakı’nda çatlak mı var?

MHP lideri Bahçeli’nin “dava arkadaşımdır” dediği ve birçok davada ifade veren Selahattin Yılmaz’ın 9 kişi ile birlikte, İBB soruşturmaları itirafçısı Aziz İhsan Aktaş’a suikast planı iddiasıyla tutuklanan Selahattin Yılmaz ve Eski Makine ve Kimya Endüstrisi’nin (MKE) Yönetim Kurulu Başkanı Avukat İsmet Sayhan’ın endüstriyel casusluk iddiasıyla tutuklanması (ve iki olayın ilişkili olduğu iddiaları) önemli bir gündem oluşturdu. Bu tutuklamaların iktidar içindeki para paylaşım çatışmalarının ve gruplar arası hesaplaşmaların bir yansıması olabileceği düşünülebilir. Ancak, bu çatışmaların, birbirlerine mecbur olduklarını değerlendirdiğimiz Cumhur İttifakı’nı dağıtacak boyutta olmadığı, tıpkı Sinan Ateş olayında olduğu gibi “yönetileceği” öngörülebilir. İttifakta bir “sürtüşme” veya “çatlak” olabilir ancak bunun şu an için “dağılma” anlamına gelmediği de çok açık görünüyor.

Diğer gündemler

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son zamanlardaki hutbe ve fetvaları bu dönemde de tartışma konusu olmaya devam etti. CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, kadınlara mirastan erkeğin aldığı payın yarısına razı olunmasını tavsiye eden hutbeye sert tepki gösterdi. EŞİK de yaptığı açıklamada Medeni Yasa’nın getirdiği mirasta eşitlik ilkesinin yok sayıldığını vurguladı. Kadınlar Birlikte Güçlü (KBG), Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hutbelerinde kadınlara dönük söylemlerine karşı Kadıköy’de bulunan Süreyya Operası önünde açıklama yaptı. Tepkilere rağmen TBMM Başkanvekili Bekir Bozdağ ve Diyanet Başkanı Ali Erbaş’ın hutbeleri savunması dikkat çekici. Tam da bu dönemde MEB’den yeni eğitim öğretim yılı için yayımlanan genelgede “aile yapısının güçlendirilmesi”, “yerli ve milli mesajlaşma” gibi temalar ile öğrencilere “Aile Yılı” propagandası yapılmasını telkin etmesi tesadüf olmasa gerek. Yine tam da bu sıralarda “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” başlığıyla sunulan ve “İdeolojik, bilimdışı ve cinsiyetçi” olduğu eleştirilerine uğrayan yeni müfredatın kamuoyuna sunulması ayrıca dikkat çekiyor. Bu konulardaki gelişmelerin önümüzdeki dönemlerde yakından takip edilmesi gerekiyor.

Yazının başına dönebilirsiniz

EKONOMİ

Yoksullaşan Halk, Zenginleşen Azınlık: Memur Zammından Vergi Rekortmenlerine Türkiye’nin Ekonomik Gerçeği

Türkiye’de ekonomik kriz derinleşirken, geniş halk kesimleri için yoksulluk artık istisna değil, norm haline geldi. Memurlar, emekliler, işçiler ve üreticiler geçim savaşı verirken, sermaye gruplarına, yandaş şirketlere ve büyük zenginlere kaynak aktarma politikaları hız kesmeden devam ediyor. Hükümetin kamu çalışanlarına sunduğu toplu sözleşme teklifinden tasarruf genelgesindeki çifte standarda, vergi rekortmenlerinin gizlenen isimlerinden şehir hastanelerine kadar birçok başlık, bugünkü tabloyu daha da netleştiriyor.

Memur Zammı: Sefaletin Resmileşmesi

2026 yılı için ilk 6 ay yüzde 11, ikinci 6 ay yüzde 7; 2027 içinse yüzde 5+4 şeklinde sunulan zam teklifleri memur ve emekliler açısından “sefaletin kurumsallaşması” anlamına geliyor. Hükümetin dayattığı bu teklif karşısında anlaşma sağlanamayınca süreç, Hakem Kurulu’na taşındı. Ancak bu kurulun 11 üyesinden 6’sının Cumhurbaşkanı tarafından atanması ve geçmişte alınan üç kararın da hükümet lehine olması, tarafsızlık iddiasını baştan çürütüyor. Nitekim kurul, hükümetin teklifini neredeyse aynen onayladı.

Aziz Çelik’in dikkat çektiği gibi, kurulun toplanabilmesi için 8 üyenin katılımı şartken, Memur-Sen ve Kamu-Sen yöneticilerinin katılıp karar yeter sayısını sağladıktan sonra çekilmeleri, bu sürecin bir formaliteden ibaret olduğunu ve sendikal ihanetin boyutlarını da gözler önüne serdi.

Vergi Rekortmenleri: Gizlenen İsimler, Açık Servet Transferi

Gelir vergisi rekortmenleri listesinde Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar ve ağabeyi Haluk Bayraktar’ın ilk iki sırada yer almaları sürpriz olmadı. Ancak asıl dikkat çeken nokta, ilk 100’deki 79 ismin açıklanmak istememesi oldu. İlk 20’de yalnızca 5 ismin kamuoyuyla paylaşılması, şeffaflık ilkesinin nasıl ayaklar altına alındığını ve kimlere ne kadar ayrıcalık tanındığını ortaya koyuyor. Bayraktar ile Koç ailesi arasındaki üç kattan fazla vergi farkı ise, “kim daha fazla kazandı?” sorusunun cevabını net şekilde veriyor. Bu tablo, Türkiye’deki büyük bir servet transferinin, kamudan sermayeye kaynak aktarımının çarpıcı bir göstergesi.

Ekonomik Göstergeler: Çöküş Alarm Veriyor

Türkiye ekonomisi sadece masa başında değil, sokakta da çöküyor. 2025’in ilk 8 ayında konkordato başvurularının %73 artması, özellikle inşaat sektöründeki daralma, iş dünyasında iflas dalgasının başladığını gösteriyor. Öte yandan şehir hastanelerine aktarılan 70 milyar TL’lik kaynak, kamu hizmetlerinde değil, özel sermayeye destek olarak karşımıza çıkıyor.

İşsizlik oranlarına bakıldığında, resmi istihdamın %49,2 olmasına rağmen tam zamanlı ve kayıtlı çalışanların oranı sadece %33,9. Bu, Türkiye’deki geniş tanımlı işsizliğin Avrupa Birliği ortalamasının üç katı olduğunu gösteriyor. Emekçilerin büyük bölümü ya güvencesiz çalışıyor ya da hiç çalışamıyor.

Yoksulluk Suç, Zenginlik Ödül

Yozgat’ta ücretsiz patates dağıtan bir çiftçiye ve destek veren CHP’li ilçe başkanına soruşturma açılması, yoksulluğun değil, yoksula destek olmanın cezalandırıldığı bir sistemle karşı karşıya olduğumuzu kanıtlıyor. Bu olay, artık halktan yana en küçük bir jestin bile sistem tarafından tehdit olarak algılandığını gösteriyor.

Kur Korumalı Mevduat ve Kamu İsrafı: Halktan Al, Sermayeye Ver

Merkez Bankası’nın duyurusuyla Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemi sonlandırıldı. Ekonomist Mahfi Eğilmez’in ifadesiyle KKM, Türkiye’yi 60 milyar dolar zarara uğrattı. Bu sistemle dövize endeksli mevduat sahipleri korunurken, tüm yük halkın sırtına yıkıldı. Şimdi ise carry trade’e, yani dış yatırımcının kısa vadeli kâr elde etmesi için uygun zemin hazırlanıyor.

Tüm bu tabloda hükümet, bir yandan “bütçede para yok” diyerek memur ve emekliye %11 zam teklif ediyor; diğer yandan da sözde tasarruf genelgesine rağmen kamu harcamalarında %280’e varan artışlar yaşanıyor. Makam araçları azaltılacağı yerde 30 bin yeni araç alınması, tasarruf söyleminin yalnızca göz boyamadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyor.

Zorlu Grubu: Sermaye Bile Daralıyor

Ekonomik daralma artık sadece küçük esnafı ya da çiftçiyi değil, büyük holdingleri de etkiliyor. Zorlu Grubu’nun 4.5-6 milyar dolar borçla Zorlu Center’ı satışa çıkarması ve Vestel’de 2000 kişinin işten çıkarılması, sanayi ve üretim alanındaki krizin geldiği noktayı gösteriyor.

Genel Değerlendirme: Bıçak Kemiğe Dayandı

Ortada artık sürdürülebilir bir ekonomik sistem değil, sadece bir azınlığın çıkarını korumaya çalışan, yoksulları bastırmakla meşgul bir yapı var. Memur, işçi, çiftçi, küçük esnaf sistematik olarak yoksullaştırılırken; büyük şirketler, yandaş müteahhitler, döviz sahipleri, kamu kaynaklarıyla daha da zenginleştiriliyor.

Bu çöküş tablosuna karşı direnişler hâlâ dağınık ve zayıf. Sendikaların büyük bölümü ya etkisiz ya da iktidarın arka bahçesi haline gelmiş durumda. Hükümetin, bu ekonomik krizi daha uzun süre yönetebilmek adına yeni bir “kaos ve savaş” ortamı yaratabileceği endişesi, siyaset sahnesinde sıkça dile getiriliyor.

Devlet artık sadece yönetim değil; sivil toplum, medya, sendika ve ticaret dünyasında da kendi paralel yapılarını kurarak halkın tepkilerini soğurmaya çalışıyor. Bu büyük sistemsel kriz, bir yandan ülkenin sosyal dokusunu tahrip ederken diğer yandan da “gerçek bir toplumsal dönüşüm” ihtiyacını gün yüzüne çıkarıyor.

Yazının başına dönebilirsiniz

DIŞ POLİTİKA

Suriye’de Düğüm Derinleşiyor

Suriye sahasında son aylarda yaşanan gelişmeler, ülkenin yalnızca bir iç savaş değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası çıkarların çarpıştığı bir jeopolitik satranç tahtası haline geldiğini bir kez daha gösteriyor. Rejim kontrolündeki Şam yönetiminin seçim ilanı, Dürzi ve Kürt bölgelerinde artan baskılar, DAİŞ’in yeniden örgütlenme hamleleri, ABD’nin politika değişikliği sinyalleri ve Türkiye’nin askeri müdahale söylemleri… Tüm bu gelişmeler, Suriye’de kırılgan barış ihtimalinin giderek daha da uzaklaştığını ortaya koyuyor.

Geçici Hükümet, sürpriz bir şekilde gelecek ay seçim yapılacağını duyurdu. Ancak bu seçim, daha çok otoriter bir formalitenin yeniden sahnelenmesi olarak değerlendiriliyor. 210 sandalyenin 76’sının doğrudan Colani tarafından atanacağı, özellikle Kürt ve Dürzi bölgelerinde seçimlerin iptal edildiği belirtildi. Bu karar, sadece “katılımı sınırlama” değil, aynı zamanda “temsil hakkını gasp etme” olarak yorumlanıyor.

Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, bu adımı sert bir şekilde kınayarak, “Suriye devriminin amaçlarını boşa çıkaran girişimler” olarak niteledi. Aynı şekilde Dürzi toplumu da seçim kararına karşı çıkıyor. Ruhani lider Hikmet el Hicrî, güvenliğin ancak bağımsız bir bölge ile sağlanabileceğini vurgularken, bu çıkışın, Kürtlerin özerklik talebinin bile ötesine geçtiği görülüyor.

Dürzilerin yoğun olarak yaşadığı Süveyda, rejim güçlerinin sistematik saldırılarına sahne oluyor. Son raporlara göre sadece son birkaç haftada 28 sivil infaz edildi. Toplamda bin 653 kişi yaşamını yitirirken, BM uzmanlarının hazırladığı rapor, 105 kadın ve kız çocuğunun kaçırıldığını, 763 kişinin akıbetinin bilinmediğini, 196 kişinin ise yargısız infazla öldürüldüğünü ortaya koydu.

Şam’a bağlı silahlı gruplar, köylere yönelik saldırılarını sürdürürken, bu sistematik şiddet karşısında Dürzi toplumu ordulaşma yoluna gitti. Süveyda’da silahlı direniş grupları birleşti; bu gelişme, artık sadece direniş değil, bir alternatif otorite oluşturma çabasına işaret ediyor.

Suriye’deki istikrarsızlık ortamı, DAİŞ’in yeniden örgütlenmesi için uygun zemin oluşturuyor. Lübnan merkezli Daraj’a göre örgüt, Suriye’yi lojistik bir üs haline getirerek “üçüncü dirilişe” hazırlanıyor. Deir ez-Zor Askeri Meclisi, yalnızca bu yıl içinde 150 DAİŞ saldırısının gerçekleştiğini açıkladı.

Bir diğer dikkat çekici gelişme ise, Şam yönetiminin selefi ve radikal gruplarla yaptığı ittifaklar oldu. Savunma Bakanlığı’nın verilerine göre, 130 cihatçı grup, rejimin kurmaya çalıştığı yeni “Suriye Ordusu”na katıldı. HTŞ, El Kaide, DAİŞ bağlantılı yapılar, eski Suriye ordusunun komuta yapısı içinde yeniden yapılandırılıyor. Bu durum, sahada rejim güdümünde yeni bir radikal blok oluştuğu şeklinde yorumlanıyor.

HTŞ lideri Ebu Muhammed el Colani, SDG, Türkiye ve ABD arasında sivil ve askeri entegrasyonu kapsayan dörtlü bir mutabakat zemini oluştuğunu iddia etti. Bu iddia doğrulanmamış olsa da, sahadaki karmaşık dengeler göz önünde bulundurulduğunda tamamen yabana atılacak gibi değil.

Öte yandan HTŞ’nin haber ajansı SANA’nın Kürtçe yayınlara başlaması, Kürtlerle ilişkileri yeniden şekillendirme niyetinin bir işareti olarak görülüyor.

ABD’nin Politikası Değişiyor mu?

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın “merkezi bir devletten ziyade, herkesin kendi kültürünü koruyabileceği bir yapı” önerisi, Washington’un politika değişikliğine gittiğinin işareti olabilir. Daha önce “Suriye’nin üniter yapısı” vurgusunu yapan ABD, şimdi kültürel çoğulculuk ve yerinden yönetim modellerini tartışıyor.

Bu çerçevede ABD’li senatörler ve heyet, Amman’da SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi ve Özerk Yönetim Eşbaşkanı İlham Ahmed ile bir araya geldi. Görüşmede, 10 Mart Anlaşması’nın ilerletilmesi ve SDG’ye destek konuları ele alındı. Aynı heyet, Şam’daki Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’yla da görüştü. ABD böylece her iki tarafla da temas kurarak denge politikası izlemeye çalışıyor.

Türkiye: Oyun Kurucu mu, Oyun Bozucu mu?

Ankara’nın “tek devlet, tek millet” doktrini, Suriye sahasında giderek daha da izole bir yaklaşım halini aldı. Hakan Fidan’ın açıklamaları, Erdoğan’ın Malazgirt konuşmaları ve Kobanî sınır hattında 15 yaşındaki bir çocuğun Türk askerleri tarafından vurulması, Türkiye’nin askeri müdahale tehditlerini yeniden gündeme getirdi. Ancak Türkiye’nin bu hamleleri, sahadaki değişen gerçekliklerle uyuşmuyor. ABD’nin yeni yaklaşımı, Kürtlerin artan meşruiyeti ve Şam rejiminin cihatçı unsurlarla kurduğu iş birliği, Türkiye’yi yalnızlaştıran gelişmeler olarak öne çıkıyor. Uzmanlara göre, Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisini düzeltip “ağabeylik” rolü üstlenmesi mümkünken, bunun yerine rasyonel olmayan bir düşmanlık siyaseti tercih edilmesi, Türkiye’yi hem içeride hem de dış politikada zora sokuyor.

Bu tabloya Paris’te Suriye ve İsrail yetkilileri arasında yapılan gizli görüşmeler de eklendi. ABD’nin arabuluculuk ettiği bu görüşmeler, İran etkisini kırmak isteyen İsrail’in, Şam rejimiyle kontrollü bir denge kurmak istediğine işaret ediyor. Bu da bölgesel diplomaside yeni bir açılım anlamına gelebilir.

Suriye’de Yeni Bir Sayfa mı, Eski Defterlerin Tekrarı mı?

Suriye’de gelinen noktada tekçi, merkeziyetçi bir devletin yeniden inşası neredeyse imkânsız. Dürziler, Kürtler, Aleviler ve Arap aşiretleri kendi öz savunma yapılarını ve siyasi taleplerini inşa ediyor. ABD’nin sahadaki aktörlerle daha pragmatik ilişkiler kurması, Colani rejiminin otoriter girişimlerine rağmen çoğulcu ve âdem-i merkeziyetçi bir modelin şekillenmeye başladığını gösteriyor.

Ancak bu geçiş süreci, yeni çatışmaları da beraberinde getirebilir. Seçimler, askeri operasyonlar, etnik gerilimler ve bölgesel rekabet, Suriye’nin geleceğini hâlâ belirsizlik içinde tutuyor. Fakat bir gerçek var ki, artık eski Suriye yok. Ve bu yeni Suriye, ne Türkiye’nin hayal ettiği gibi üniter, ne de Colani’nin dayattığı gibi mutlak otoriter bir rejim olacak.

Rusya Ukrayna Savaşı

Ukrayna Savaşı Sona mı Yaklaşıyor? Trump, Putin ve Yeni Denklem

Yıllardır süren ve on binlerce insanın ölümüne yol açan Ukrayna-Rusya savaşı, ilk kez bu kadar yüksek sesle sona erebilir mi sorusunu gündeme taşıdı. ABD Başkanı Donald Trump’ın yeniden göreve gelmesiyle birlikte dünya sahnesine dönüşü, bu kanlı savaşta çözüm arayışlarını hızlandırdı. Ancak bu çözüm girişimi, beraberinde pek çok tartışmalı öneri ve yeni dengeleri de getiriyor.

Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 7 yıl aradan sonra Alaska’da yüz yüze bir araya geldi. Görüşme, savaşın geleceği açısından büyük önem taşırken, her iki liderin de pozitif açıklamalar yapmasına rağmen, somut bir anlaşma henüz sağlanamadı. Trump, “Bu savaş kesinlikle bitecek. İnsanların ölmesini istemiyoruz” diyerek diplomatik zemine dönüş sinyali verirken, görüşmenin satır aralarında asıl pazarlık konuları da netleşti.

Trump’ın, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’ye “Kırım artık gündemde değil, NATO üyeliği de söz konusu olmayacak” mesajı vermesi, Putin’in temel taleplerinden ikisini fiilen kabul ettiği şeklinde yorumlandı. Bu, Kiev için büyük bir geri adım anlamına gelirken, Moskova için ciddi bir diplomatik zafer olabilir. Trump’ın bu açıklaması, ABD’nin Ukrayna’ya verdiği koşulsuz desteğin değiştiğini gösteren en açık işaret olarak değerlendiriliyor.

Putin ise pozisyonunu netleştirmiş durumda: “Ya şartlarımız kabul edilir ya savaş devam eder.” Donetsk’te iki yeni yerleşim yerinin Rusya tarafından ele geçirildiği duyurusu, Moskova’nın askeri üstünlüğünü pekiştirme stratejisini sürdürdüğünü gösteriyor. Aynı zamanda yapılan esir takası (84 Rus ve 84 Ukraynalı asker) ise, diplomatik kanalların tamamen kapanmadığını ortaya koyuyor.

NATO’dan Barış Gücü Hamlesi: Rusya Karşı

Avrupa ülkeleri, savaşı durdurmak için NATO barış gücü fikrini yeniden gündeme getirdi. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Japonya ve Avustralya’nın da dahil olduğu 30 ülkenin Ukrayna için güvenlik garantisi üzerinde çalıştığını açıkladı. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio da Avrupa’yla birlikte bu garantilerin sağlanması için çalıştıklarını ifade etti. Ancak Rusya, NATO askerlerinin Ukrayna topraklarına girmesine kesin olarak karşı olduğunu duyurdu. Medvedev’in açıklamaları, böyle bir gelişmenin savaşı büyüteceği uyarısını içeriyor.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron ise İngiltere, Fransa, Almanya ve Türkiye’nin Ukrayna’da “güvence operasyonlarına” hazır olmaları gerektiğini belirterek, Türkiye’nin bu denklemin bir parçası olarak görüldüğünü ima etti.

Trump’ın Avrupa liderlerine yönelik soğuk ve sert tutumu, kıtanın savaşa dair politikalarını da zorluyor. Avrupa’nın enerji, güvenlik ve ekonomik krizlerle boğuştuğu bir dönemde, Trump’ın “ABD artık her şeyi finanse etmeyecek” mesajı, Brüksel’de yankı bulmuş durumda. Buna karşın Almanya, NATO’nun Ukrayna’ya destek programına 500 milyon dolarlık katkı yapacağını açıkladı.

Tüm bu gelişmeler, savaşın sona ermesi olasılığını geçmişe göre daha güçlü kılıyor. Ancak çözümün nasıl olacağı konusunda ciddi belirsizlikler var. Trump’ın Kırım ve NATO konusundaki çıkışı, Putin’in pozisyonuna yaklaşma olarak algılanırken, Donetsk ve Luhansk gibi bölgelerdeki toprak taleplerinin nasıl çözüleceği hâlâ net değil.

Genel kanaat, çözüm ihtimalinin geçmişe göre daha fazla konuşulduğu, ama aynı zamanda savaşın yeniden alevlenmesine de çok açık bir ortamın bulunduğu yönünde.

Barış Görüşmeleri mi, Jeopolitik Satranç mı?

Trump, Putin ve Zelenskiy üçgeninde dönen bu yeni diplomatik süreç, savaşın sona ermesi için bir fırsat mı, yoksa yalnızca bir jeopolitik satranç hamlesi mi, bunu zaman gösterecek. Kesin olan şu ki, bu savaşın kaderi artık sadece Kiev ile Moskova arasında değil; Washington, Brüksel, Ankara ve Pekin gibi aktörlerin pozisyonlarına da bağlı.

Barış umutları ile yeni çatışma riskleri iç içe geçmiş durumda. Savaş bitebilir, ama hangi bedeller karşılığında?

İsrail’in Filistin İşgali

Gazze’deki insani kriz her geçen gün derinleşirken, İsrail’in işgal planı ve saldırıları uluslararası kamuoyunun yoğun tepkisini çekmeye devam ediyor. Gazze Şeridi’nde İsrail ordusunun saldırıları sürerken, son günlerde yalnızca bir aileden yedi kişinin de aralarında bulunduğu 25 Filistinli hayatını kaybetti. İsrail ordusunun düzenlediği başka saldırılarda ise 15’i insani yardım bekleyen 53 kişi yaşamını yitirdi. Bu tablo, Birleşmiş Milletler tarafından resmen “kıtlık” ilan edilmesine yol açtı. Açlıktan ölenlerin sayısı 300’e yükselirken, bu kayıpların 114’ünü çocuklar oluşturuyor. Sağlık yetkilileri durumun “vahim” olduğunu vurgularken, Gazze’nin 1,2 milyon insan için ölüm ve zorunlu sürgün anlamına gelen bir işgalle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.

İsrail’in saldırılarında yalnızca siviller değil, gazeteciler de doğrudan hedef alınmaya devam ediyor. Son dönemde iki ayrı saldırıda 10 gazeteci öldürüldü; böylece savaşın başından bu yana yaşamını yitiren gazetecilerin sayısı 238’e çıktı. Bunlardan dördü, İsrail’in Nasır Hastanesi’ne düzenlediği saldırıda hayatını kaybetti. Ölenler arasında Reuters ve Al Jazeera çalışanları da bulunuyor. Gazetecilerin özellikle yardıma giden noktalarda pusularla hedef alınması, “Gazze’de basının kasıtlı olarak susturulduğu” iddialarını güçlendiriyor.

Bu durum dünyanın farklı bölgelerinde protestoları tetikledi. Paris’te Filistin destekçileri öldürülen gazeteciler için adalet çağrısı yaparken, Tel Aviv’de gazeteciler meslektaşlarının öldürülmesini protesto ederek İsrail hükümetine “ifade özgürlüğünü koruyun” çağrısı yaptı. ABD’de ise İsrail’in gazetecileri hedef alması geniş katılımlı gösterilerle kınandı. Kanada’da Toronto sokaklarında yüzlerce kişi aynı gerekçeyle yürüdü. Batı Şeria’da da Ramallah ve Tubas kentlerinde Filistin halkıyla dayanışma eylemleri düzenlendi.

İsrail içinde ise artan baskı dikkat çekiyor. Netanyahu hükümetinin Gazze’yi tamamen işgal kararına karşı 500 bin kişinin katıldığı genel grev düzenlendi. Tel Aviv’de yarım milyona yakın insan, ateşkes ve esir takası talebiyle sokağa çıktı. Aynı zamanda Gazze saldırılarına katılan bazı İsrailli askerler arasında intihar vakalarının yaşandığı bildiriliyor.

Uluslararası alanda da tepkiler büyüyor. Hollanda’da bazı bakanlar, İsrail’e ek yaptırım talebinin reddedilmesinin ardından istifa etti. Hamas bu kararı “cesur ve ahlaki” bir duruş olarak nitelendirdi. Almanya’da İsrail’e silah ambargosu tartışmaları başladı; İngiltere ve Fransa, Eylül ayında Filistin devletini tanıyacaklarını açıkladı. Ancak Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “Niye Eylül’ü bekliyorsunuz? O tarihe kadar ortada tanıyacak bir devlet kalmamasını mı bekliyorsunuz?” sözleriyle Batı’ya sert eleştiriler yöneltti.

ABD cephesinde ise destek mesajları farklı bir boyut kazandı. Donald Trump’ın Netanyahu’ya, “Gazze saldırılarını hızlandırın” mesajı verdiği öne sürüldü. Washington’dan gelen mesajların, “işi çabuk bitirin” şeklinde olduğu, ancak “yapmayın” çağrısında bulunulmadığı dikkat çekti. Buna karşılık Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres, İsrail’in Batı Şeria’yı ikiye bölecek yeni yerleşim planının uluslararası hukuka aykırı olduğunu vurgulayarak projeyi derhal durdurma çağrısı yaptı.

Bu arada Hamas, arabulucuların sunduğu yeni ateşkes ve rehine takası teklifini kabul ettiğini açıkladı. Filistin Başbakanı Muhammed Mustafa ise Gazze Şeridi’ni yönetmek üzere geçici bir komite ilan edeceklerini duyurdu.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Gazze’den yükselen sesler de yankı buluyor. Gazzeli bir doktorun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazdığı mektupta, “Siz bize bir şişe su, bir parça ekmek bile ulaştıramadınız. Sözlerinizle kandırıldık” ifadeleri kamuoyunda tartışma yarattı.

Sonuç olarak, Gazze’de insani felaket derinleşirken hem İsrail içinde hem de dünyada geniş katılımlı protestolar artıyor. Batı’da hükümetler düzeyinde İsrail’e yönelik tepkilerin tarihte ilk kez bu ölçekte dile getirilmesi, uzun vadede Filistin meselesine dair dengeleri değiştirebilecek nitelikte görülüyor. Ancak Netanyahu’nun “Bir Filistin devleti oluşmasının önünü açacak her şeyi ortadan kaldıracağız” açıklaması ve Batı Şeria’daki yeni yerleşim politikaları, yakın gelecekte çözüm ihtimalinin giderek zayıfladığını ortaya koyuyor.

Yazının başına dönebilirsiniz