Bu yazı 18 Haziran – 1 Temmuz tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
İÇ POLİTİKA
İBB Operasyonları ve CHP Üzerindeki Baskılar
Davalar ve soruşturmalar devam ediyor. Bu süreçteki gözaltı ve tutuklamalar, tutukluluk sırasında uzak cezaevlerine sürgünler, sağlık sorunlarına rağmen tahliyelerin engellenmesi, cezalandırmaya dönüşmüş durumda. Gittikçe de dozu artıyor, işkence seviyesine geliyor.
Etkinlik pişmanlıktan yararlananların sayısının arttığı söyleniyor lakin 100. gün olmasına rağmen ortada hala bir iddianame yok. Etkin pişmanlık sadece gözaltına alınanlara değil dışarıdakilere de dayatılıyor. Zira Erdoğan Özel’e yaptığı etkin pişmanlık davetini yineledi. Özgür Özel’in “Arkadaşlarımızı satmayız” cevabı üzerine Erdoğan’ın “daha neler var” açıklaması sonrasında Didim ve en son İzmir operasyonu geldi.
Yolsuzluk soruşturmalarının yanında Kurultay davası ve mutlak butlan tartışmaları da gündemi epey işgal etti. Ancak 30 Haziran’da görülen davada beklenen oldu ve 8 Eylül 2025’e ertelendi. Bir önceki değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi iktidar dava süreci ile hem CHP içinde parçalanmalar olmasını hem CHP’nin halk nezdinde yıpratılmasını hem de Kürt meselesinin çözüm sürecinde CHP’nin etkin bir rol oynayamamasını öngörüyordu. Ancak partinin yakaladığı momentum karşısında iktidarın bu stratejisine aparat olan Kılıçdaroğlu ve ekibinin parti içinden bekledikleri desteği bulamadığı görünüyor. Ertelemeyle şimdilik dava konusu gündemden düşmüş oldu. Ancak yeni saldırılar CHP geri adım atana kadar sürecek gibi görünüyor. Yukarıda bahsettiğimiz etkin pişmanlık çağrıları bunun en güçlü kanıtı.
Öte yandan iktidarın tüm saldırılarına rağmen gündemi belirleyemediği, CHP’nin geri adım atmayan duruşu ile hukuksuzlukları, hak ihlallerini ve erken seçim konusunu gündemde tutuğu söylenebilir. Ancak sürekli operasyonların, gözaltı ve tutuklamaların ülkenin en yakıcı iki gündemi olan ekonomi ve çözüm süreci konusunda CHP’nin -istese bile- yeterince aktif olamamasına neden olduğu görülüyor. CHP geri adım atmasa bile olağanüstü bir hukuk sürecine kitlenmek zorunda kalıyor; faşizan bir yöntemle sürekli savunmada kalmak zorunda bırakılıyor. Böylece CHP’nin tek gündeminin İmamoğlu olduğu algısı oluşuyor. Halbuki Anadolu mitinglerinde gündem yoksulluk ve ekonomi olsa da iktidar sürekli bastırıyor ve bu gündemleri gözden uzak tutmaya çalışıyor. CHP, çözüm sürecinin başından beri meclisi adres gösteriyor. Kürtlerin ve kendisini devletin eşit hissedarı hissetmeyen kesimlerin sorunlarının demokrasi zemininde çözülmesini gündeme getiriyor. İktidarın henüz hiçbir somut atmadığı çözüm sürecinde CHP’nin bu talepleri de gündemden düşürülmek isteniyor. Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu operasyonu sorasında ortaya çıkan tüm soru ve şüphelerin çok ötesinde bir liderlik performansı sergiliyor olsa da CHP halkın sorunlarını çözebileceğine dair güven veremediği ölçüde, AKP ikinci parti olarak yerini korurken oy potansiyelinde radikal bir kırılma oluşmuyor. Ekonomideki sorunları kim çözer sorusuna verilen “AKP“ cevabında bir gerileme olsa da CHP henüz açık ara öne çıkabilmiş değil. Geniş yığınlarda sorunun çözülemez olduğu inancı yaygın.
İktidarın yarattığı bu iklimin, özellikle ekonomik olarak sürdürülemez olduğu sık sık dile getirilmekle birlikte, ciddi bir kırılma olmadığı takdirde, toplumda büyük hayal kırıklıklarıyla beslenen öğrenilmiş çaresizlikler ve ağır baskı koşulları sayesinde sürdürülebileceği düşünülebilir. Gidişatı değiştirecek kırılma, ekonomik bir kırılma olabilir. Şu ana kadar çok etkin olmayan işçilerin sürece dahli bir kırılma yaratabilir. Sonbaharda okulların açılmasıyla birlikte öğrenci eylemliliği beklenmedik bir kırılmaya yol açabilir. Uluslararası askeri-politik gündemde yaşanacak değişiklikler olabilir. Çözüm süreci ve; barışın dayattığı demokrasi talebi uluslararası bir baskı ile beraber bir kırılma yaratabilir. Aksi durumda, toplumsal muhalefeti tetikleyecek ve iktidarı geri adım atmak zorunda bırakacak bir kırılma olmazsa seçimsiz bir açık otoriter rejime geçiş hızlanabilir. Zira Erdoğan rejimine verilen uluslararası destek devam ediyor ve Ortadoğu’daki durum da iktidarın alanını genişletiyor: ‘Ortadoğu yanıyor, iyi ki bizim güçlü liderimiz’ var söylemi toplumun bir kesiminde konsolidasyon işlevi görebiliyor.
İktidarın konsolidasyonu kullanma konusundaki deneyimi de azımsanmayacak ölçüde. Güçlü muhalefet alanları geliştiğinde ya satın alıp içinde eritiyor ya da tehdit edip sindiriyor. Bunların işe yaramadığı durumda da hapse atıyor. Bu döngüye dair pek çok örnek bulunabilir. Kırılmanın bu döngüyü bozacak güçte oluşması gerekiyor.
Aslında CHP bugüne beklenmedik bir performans sergileyerek geldi. Bundan sonrası için işleri gittikçe zorlaşacağa benziyor. Zira başta İstanbul olmak üzere sosyal belediyecilik uygulamaları hem kadroların tutuklanması hem de belediyelerin mali olarak işleyemez hale getirilmeleri sebebiyle sekteye uğratılıyor. Ancak önceki değerlendirmemizde de bahsettiğimiz gibi “CHP ya eskisi gibi sınırları iktidar tarafından çizilen, meclis grup toplantılarına hapsedilmiş iktidar kontrolündeki etkisiz muhalefete dönecek ya da direniş yolunu seçerek toplumsal muhalefete liderlik edecek”.
Çözüm Süreci ve Kürt Meselesi
Ele alınan dönemde çözüm sürecine dair gelişmeler CHP operasyonlarının gölgesinde kaldı. Bunda görüşmelerin daha çok kapalı kapılar ardında yürütülmesinin etkisi olduğunu da belirtelim. Basına yansıyan haberlere göre Meclis’te komisyon oluşturulması yönünde adımlar atılıyor. DEM Parti Meclis Komisyonuna dair görüş ve önerilerini Numan Kurtulmuş’a sundu. CHP ise önerilerini sonlandırmak üzere, iç prosedürlerini işletiyor. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, kurulması planlanan komisyona ilişkin mecliste grubu bulunan siyasi partilerin grup başkanvekilleri ile bir toplantı gerçekleştirdi. İki buçuk saat süren görüşmelerin ardından herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu arada Meclis’in çalışma süresi 31 Temmuz’a kadar uzatıldı. Uzatmada komisyona dair çalışmaların meclis tatili öncesi sonlandırılması yönündeki iradenin etkili olduğu yorumları yapılıyor.
Bu arada Öcalan’ın şartlarında da birtakım iyileştirmeler yapıldığı anlaşılıyor. Öcalan daha sık mesaj gönderebilmeye başladı. Ancak PKK yetkililerinden anladığımız iletişimin beklenen düzeyde olmadığı. Buna rağmen Öcalan süreci hukuksal bir çerçevede götürmeye dair adımlar atmaya devam ediyor. Bu anlamda DEM Parti Urfa Milletvekili hukukçu ve akademisyen Prof. Dr. Mithat Sancar, Öcalan’ın talebi üzerine İmralı Heyetine katıldı.
Öte yandan DEM Parti yetkililerinin görüşme trafiği de oldukça yoğundu. Eş Genel Başkanlar Silivri’ye gittiler. Burada başta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer olmak üzere tutuklu bulunan diğer siyasilerle görüştüler. Görüşmede sürece desteğini ileten İmamoğlu’nun ‘eğer bu süreci başarıya ulaştıramazlarsa biz bu süreci başarıya ulaştıracağız’ dediği belirtildi. Grup Başkanvekilleri Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli Adalet Bakanı Tunç ile cezaevlerinde yaşanan sorunlar ve hasta tutsakların durumunu görüştü. İmralı Heyeti Üyeleri Pervin Buldan ve Mithat Sancar da TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’u ziyaret etti. Ardından yapılan açıklamada heyetin önümüzdeki iki hafta içerisinde Bahçeli, Özel ve Erdoğan’ı ziyaret edeceği, ardından da Öcalan’la görüşecekleri belirtildi. Erdoğan da görüşmenin yakın zamanda gerçekleşeceğini belirtti.
MHP de sürece dair gelişmeleri anlatmak üzere 81 ili kapsayan toplantılar serisine başlayacağını duyurdu. Toplantılarda MHP’nin Divan üyeleri, MYK ve MDK üyeleri, milletvekilleri, il ve ilçe teşkilatları görev alacak.
Süreçte bu gelişmeler yaşanırken Kobanê davasının gerekçeli kararı tam 13 ay sonra nihayet yayınlandı. Karar 32 bin sayfadan oluşuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bağlayıcı kararına rağmen sürdürülen davada gerekçeli kararın açıklanmasının bu kadar uzatılması ve kararın 32 bin sayfa yazılması hukuksuz mahkûmiyet kararlarına karşı itiraz imkanına da bir müdahale oluyor.
Ayrıca iktidarın hukuku hiçe sayan antidemokratik adımlarına ve süreci ağırdan alma yaklaşımına karşı PKK’den de tepkiler geldi. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat ‘İstanbul’da faşizm Amed’de demokrasi olmaz’ dedi. Fesih kararı ardında silah bırakmaların da başlayacağı, bu doğrultuda Mustafa Karasu ve 50 PKK’linin Temmuz ayında silahlarını teslim edeceklerinin konuşulduğu bir ortamda artık devletten de net adımlar görmek gerekiyor.
Bu gelişmelerin anayasa değişikliğine doğru adım adım ilerlediğimiz günlerde yaşandığını hatırlatmakta fayda var.
Basın Özgürlüğü ve Gözaltılar
Gazeteciler arasında artık sıradan hale gelen gözaltı ve tutuklamalar konusunda geçtiğimiz dönemde de pek çok örnek yaşandı. Ancak bu örnekler içinde 2 tanesini özellikle ele almak gerekiyor. Bunlardan birincisi, uzun yıllardır anaakım medyanın önde gelen temsilcilerinden olan ve bir süredir YouTube üzerinden yayın yapan gazeteci Fatih Altaylı’nın Cumhurbaşkanı’nı tehdit suçlamasıyla tutuklanması. Altaylı’nın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ömür boyu başkanlığına dair bir kamuoyu araştırması sonuçlarını yorumladığı yayını Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral tarafından hedef gösterilmişti. Ardından açılan soruşturma neticesinde Altaylı tutuklandı.
İkinci örnek ise Sivas Katliamı’nın yıldönümü ve Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğunun 100. Gününde Saraçhane’de yapılacak miting öncesinde yaşandı. Mizah dergisi Leman’ın 26 Haziran 2025 tarihli nüshasında yayınlanan bir karikatür gerekçe gösterilerek yapılan ve karikatürün yayınlanmasından 4 gün sonra organize olarak gerçekleştirilen saldırılarda Sivas Katliamı’nı andıran görüntüler yaşandı. Polislerin gözü önünde yapılan saldırılarda, saldırganlara herhangi bir işlem yapılmazken Leman Dergisi çalışanlarına yapılan ev baskınlarında ters kelepçe uygulaması yapıldı. Ortada herhangi bir suç unsuru olmamasına rağmen yapılanlar, ifade özgürlüğü ihlallerinin geldiği noktayı gözler önüne serdi. Bizzat işkenceyi önlemesi gereken İç İşleri Bakanı’nın işkence görüntülerini yayması da dikkat çekti. Olay üzerine iktidar cephesinden yapılan açıklamalar ve polis güçlerinin izin verdiği sokak gösterileri seküler ve demokratik topluma karşı planlı bir tehdit/gözdağı olarak değerlendirilebilir.
EKONOMİ
Krizin Sesi Yükseliyor: Türkiye Uçurumun Kenarında
Türkiye’nin dört bir yanında artan ekonomik baskı, yalnızca istatistiklere değil, tam hayatın ortasına; sofralara, fabrikalara ve meydanlara da yansıyor. En çarpıcı örneklerden biri Gaziantep’te yaşanıyor: Yüzlerce işçi grevde; Boyar Kimya’da çalışan 100 işçi, tazminatsız bir şekilde işten çıkarıldı. Sadece bu tablo bile, emeğin nasıl değersizleştirildiğinin somut bir göstergesi.
Zamlar da artık yalnızca manşet değil, halkın cebinde günbegün büyüyen bir yük. Benzin 52 TL’yi, motorin 55 TL’yi aşarken, doğalgaza da gelen zamlarla tarifeler konutta %26, sanayide %7-8 oranında yükseltildi. Yaşamak ve üretim yapmak günden güne daha da maliyetli hale gelirken, temel ihtiyaçlar artık lüks kategorisine yaklaşıyor. Türk-İş’in son verilerine göre açlık sınırı 26 bin 115 TL’yi, yoksulluk sınırı ise 85 bin TL’yi aştı. Yani dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırında yaşayabilmesi için gereken gelir iki asgari ücretin toplamını çoktan geride bırakmış durumda.
Bu koşullar altında milyonlarca emekli ve memur maaş artışını umutla bekliyor. Ancak kulislerden sızan bilgilere göre, devletin zam konusunda ciddi bir adım atmayabileceği konuşuluyor. Olası bir “sıfır zam” senaryosu ise sadece hayal kırıklığı yaratmakla kalmaz, toplumsal dengeleri daha da ciddi biçimde sarsar. Krizin toplumsal boyutu büyürken, siyasilerden gelen çıkışlar da dikkat çekiyor. AKP’li Şamil Tayyar, yeni ÖTV düzenlemesi üzerinden partisinin politikalarını eleştirerek “Toplumun boğazını sıkmaya devam ediyoruz, olmaz bu kadar” dedi ve krizin geldiği noktayı açıkça ifade etti.
Öte yandan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cuma hutbesinde grev ve iş yavaşlatma eylemlerine “günahtır, haramdır” diyerek müdahil olması ise tepki topladı. Bu açıklama, dini otoritenin işçi eylemleri üzerinde baskı kurmak için kullanılması anlamına gelirken, emekçilerin demokratik haklarına yönelik bir tehdit olarak da okunuyor.
Ekonomik krizin bir diğer göstergesi de şirket iflaslarındaki artış. Son dönemde konkordato başvurularında belirgin bir yükseliş var. Sadece küçük işletmeler değil, köklü şirketler, hatta sektör devleri de “batma” tehlikesiyle karşı karşıya. Son örneklerden biri de kuruyemiş sektöründen geldi. İş Holding’in iştiraki Peyman Kuruyemiş 1 yıllık kesin mühletle konkordato sürecine resmen girdi. Artık iflas haberleri ekonomi sayfalarının alt köşelerine değil, manşetlere taşınıyor.
Ekonomideki negatif gelişmeler sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünya genelinde de gelir eşitsizliği uçurumu derinleşiyor. Birleşmiş Milletler’in verilerine göre dünya nüfusunun üçte biri yeterli beslenemezken, milyarderlerin toplam serveti son dönemde 6,5 trilyon dolar daha arttı. Türkiye de bu uçurumda kendine rekorlarla yer buluyor: bir yanda lüks tüketimde artış, diğer yanda çöpten yiyecek toplayan insanlar…
Ekonomik göstergeler, siyasi çalkantılar ve sosyal gerilimler bir araya geldiğinde, ortadaki manzaranın ne kadar sürdürülebilir olduğu ciddi bir soru işaretine dönüşüyor. Türkiye, krizlerini artık yalnızca ekonomik düzeyde değil, toplumsal, siyasal ve etik boyutlarda da yaşıyor. Bu tablo, yalnızca bugünü değil, yarını da ipotek altına alıyor. Ve gün geçtikçe şu gerçek daha da belirginleşiyor: Bu fırtınada en çok savrulanlar, en az korunanlar oluyor.
DIŞ POLİTİKA
İran-İsrail Savaşı ve ABD Müdahalesi
Orta Doğu yeni bir tarihsel kırılma anını yaşıyor. İsrail’in, İran’a “sürpriz” bir saldırıyla başlattığı çatışmalar, ABD’nin devreye girmesiyle bölgesel bir gerilimden küresel kriz eşiğine evrildi. Tüm dünya, nükleer savaş ihtimalinin gölgesinde endişeyle gelişmeleri izledi. Ancak görünen o ki, yaşananlar ne sadece bir savaş ne de yalnızca bir diplomatik sürtüşmeydi. Daha çok hem güç gösterisi hem de stratejik bir sınamayı andırıyordu.
İran ile ABD arasındaki müzakerelerin sürdüğü bir dönemde, İsrail’in içerden alınan istihbaratla İran’a yönelik geniş çaplı ve yıkıcı bir saldırı başlatması, sürecin seyrini aniden değiştirdi. İsrail saldırısı, İran’ın nükleer programına ciddi bir darbe vurma amacı taşıyordu ancak asıl dikkat çekici olan, bu hamlenin zamanlamasıydı. İran, ilk şokun ardından, İsrail’in Demir Kubbe savunma sistemini delen karşı saldırılarla yanıt verdi. Kısa sürede misillemeler zinciri büyüdü ve ABD, Fordo, Natanz ve İsfahan’daki nükleer tesisleri sığınak delici bombalarla vurarak doğrudan devreye girdi.
ABD’nin İran’a doğrudan askeri saldırı düzenlemesi, bu krizi sadece bölgesel bir mesele olmaktan çıkardı. Ancak, saldırıların ardından Trump’ın “Şimdi barış zamanı” açıklaması, bu müdahalenin aynı zamanda İran’a karşı kontrollü bir mesaj niteliği taşıdığını gösteriyor. İran’ın Katar’daki ABD üssünü önceden haber vererek vurması ve bu saldırıdan can kaybı olmaması ise taraflar arasında arka kapı diplomasisinin hâlâ sürdüğünü düşündürüyor. Nitekim ateşkes de bu saldırıdan hemen sonra ilan edildi. Bu gelişmeler, ABD ve İsrail’in tamamen uyumlu mu, yoksa zaman zaman farklı öncelikleri olan iki aktör mü olduğu sorusunu yeniden gündeme taşıdı.
İsrail’in İran’a karşı maksimum baskı stratejisini sürdürme konusundaki kararlılığı, ABD’nin İran rejimini zayıflatarak müzakere masasına çekme arzusuyla her zaman örtüşmüyor. ABD, rejim sonrası kaosun yaratacağı belirsizliklerden endişe ederken, İsrail’in bu tür sonuçları ikinci planda gördüğü görülüyor.
Ancak Trump’ın İsrail iç siyasetine dahi müdahil olması —Netanyahu hakkında yürütülen yargı sürecini savaş döneminde “saçmalık” olarak nitelemesi— ABD’nin İsrail üzerindeki etkisinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Buna karşın, ABD iç siyaseti de bu konuda ortak bir görüşe sahip değil. New York’ta Müslüman sosyalist bir Hintli rapçinin belediye başkan adayı olup Netanyahu’yu tutuklayacağını söylemesi, Trump’ın buna “federal bütçenizi keserim” tehdidiyle yanıt vermesi, Amerika içindeki Ortadoğu siyasetinin ne kadar kutuplaşmış olduğunu ortaya koyuyor.
İran, savaşta zarar gördü; ancak bu süreç aynı zamanda askeri rejimin içerideki kontrolünü güçlendirmesine de vesile oldu. Kürt muhaliflerin idam edilmesi ve idam sürecini kolaylaştıran yeni yasa değişikliği gibi adımlar, iç baskının artarak süreceğini gösteriyor. Ateşkesin ardından bir nükleer bilim insanının daha öldürülmesi, çatışmaların görünürde bitse de örtük biçimde sürdüğünü kanıtlıyor.
Bu gerilim, yalnızca İran, İsrail ve ABD üçgeninde yaşanan bir kriz değil. Çin ve Rusya’nın, İran rejiminin tamamen çökmesini engellemeye çalışacağı açık. Bu iki aktörün desteği, sürecin süresini ve derinliğini doğrudan etkileyecek. Öte yandan ABD, İsrail öncülüğünde, kendine ses çıkarmayan bir Ortadoğu düzeni kurmaya çalışıyor ve bu denklemde İran en temel engel olarak öne çıkıyor.
İran’ın içi de dışı kadar karmaşık. 35 milyonluk Azeri nüfus, Kürtlerle yaşanan tarihsel gerilimler, rejimin azınlıklara yaklaşımı ve son olarak idamlar üzerinden kurulan yeni denge, ülkenin yalnızca dış baskılarla değil, iç dinamiklerle de şekillendiğini gösteriyor. Bu noktada Azerbaycan-Rusya hattındaki gerilim, Ermenistan’da Paşinyan’a yönelik darbe girişimi ve Kafkaslardaki huzursuzluk da İran’ın çözülme süreciyle doğrudan ilintili olabilir.
Irak ve Suriye örnekleri gösteriyor ki bu tür süreçler uzun vadeye yayılıyor. Saddam’ın düşmesi yıllar aldı. Suriye hâlâ çalkantılı. İran ise bu ülkelerden çok daha güçlü ve örgütlü. Bazı gözlemciler operasyonun sadece 12 gün süreceğini söylese de, görünen o ki bu sadece bir başlangıç. İsrail durmayacak. Tüm bu gelişmelerin gölgesinde Pakistan’ın Trump’ı Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ise tarihin ironilerinden biri olarak kayıtlara geçti.
Sonuç olarak, dünya bir savaşın içinden değil, bir stratejik yeniden şekillenmenin eşiğinden geçiyor. Bu sürecin nereye evrileceği, yalnızca askeri değil; diplomatik, ekonomik ve ideolojik dengelerle belirlenecek. Ve görünen o ki, henüz her şey yeni başlıyor.
Suriye’de Yeni Dönemin Eşiğinde: Diplomasi Trafiği, Derinleşen Çatışmalar ve Batı’nın Hesapları
Suriye sahasında son haftalarda yaşanan gelişmeler, bölgedeki dengelerin yeniden şekillenmekte olduğunu gösteriyor. Bir yanda diplomatik temaslar hız kazanırken, diğer yanda mezhepsel gerilimler ve şiddet olayları tırmanıyor. ABD’nin yaptırımları kaldırması, İsrail-Şam hattındaki barış görüşmeleri ve Rojava ile Şam arasında yeniden başlayan diyalog trafiği, bu dönüşümün temel taşlarını oluşturuyor.
Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Şam yönetimi arasında, geçmişte üzerinde uzlaşı sağlanmış fakat hayata geçirilememiş anlaşmaların uygulanmasına yönelik yeni görüşmelerin başladığı bildiriliyor. Özellikle enerji paylaşımı konusunda yapılan son anlaşma, taraflar arasında yeniden kurumsal bir ilişki zemini oluşabileceğine işaret ediyor. Ancak bu temaslar henüz oldukça kırılgan.
Nitekim Heyet Tahrir El Şam (HTŞ)’nin baskılarının artması üzerine YPG, sert bir açıklama yaparak bu durumun Suriye’nin geleceğini daha da karanlık hale getirebileceği uyarısında bulundu. Rojava’nın siyasi liderliği ise çözüm arayışlarını sürdürüyor; Suriye Kürt lideri Mazlum Abdi’nin, ABD’nin eski yetkililerinden Brett McGurk ile Erbil’de görüşmesi, diplomatik kanallarda kritik bir trafik yaşandığını gösteriyor.
Suriye’de mezhepsel şiddet yeniden gündeme geldi. Reuters’ın yayımladığı belgelerde, Türkiye destekli grupların Alevi sivillere yönelik katliamlarda bulunduğu iddia ediliyor. Ajans, Telegram üzerinden paylaşılan mesajlara ve tanıklıklara dayanarak 1.500 Alevi’nin katledildiğini, 100’den fazla Alevi kadının ise kaçırıldığını ileri sürdü. Bu iddialar bölgedeki hassas dengeleri daha da kırılgan hale getiriyor ve Türkiye’nin Suriye politikası üzerindeki uluslararası baskıyı artırma potansiyeli taşıyor.
Şam’da bir kiliseye düzenlenen canlı bomba saldırısı, ülkede güvenlik krizinin çok boyutlu hale geldiğini gösteriyor. Saldırıyı üstlenen Saraya Ensar el-Sünne grubu, bu eylemin IŞİD’e karşı duruş sergileyen merkezi yönetime bir uyarı olduğunu açıkladı. Bu olay, sadece Hıristiyan cemaatlerini değil, tüm dini ve mezhepsel grupları tehdit eden radikal yapılanmaların hâlâ aktif olduğunu ortaya koyuyor.
Bölgedeki en çarpıcı gelişmelerden biri, İsrail ile Şam yönetimi arasında sürmekte olan barış görüşmeleri. İsrail kaynaklı haber kanalı T24’ün iddiasına göre, taraflar belirli bölgelerde İsrail’in kalıcı varlığını kabul eden ve karşılığında sınırlı geri çekilme içeren bir anlaşma üzerinde uzlaşı arayışında. Bu gelişme, Şam’ın Arap dünyasında yeniden meşruiyet kazanma ve uluslararası izolasyondan çıkma stratejisinin bir parçası olarak okunuyor.
ABD’nin bu süreçle eşzamanlı olarak Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımları kaldırması ve HTŞ’nin “terör örgütü” statüsünün gözden geçirileceğine dair sinyaller vermesi, Washington’un da bu barış senaryosunun bir parçası olduğunu düşündürüyor. Batı’nın birinci önceliği, Şam’ı kontrol altına almak ve İsrail’le diplomatik bir çerçeveye oturtmak gibi görünüyor. Rojava ile ilişkiler ise bu stratejik önceliğin ikinci halkasını oluşturuyor.
BM’nin son verilerine göre, bugüne kadar iki milyona yakın Suriyeli ülkesine geri döndü. Ancak bu geri dönüşler, çoğunlukla güvenceden ve kalıcı çözümlerden yoksun. Sınır bölgelerinde süren çatışmalar, mezhepsel baskılar ve ekonomik çöküş, bu dönüşleri sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırıyor.
Tüm bu gelişmeler, Suriye’nin yeni bir dönemece yaklaştığını gösteriyor. Ancak bu dönemeçte kimlerin ne kazandığı, büyük güçlerin sadece güç dengesinin yeniden dizaynının mı peşinde olduğu soruları hala ortada duruyor. Şam ile İsrail arasında kurulacak olası bir ittifakın, bölgeyi istikrara mı yoksa daha derin bir bölünmeye mi sürükleyeceği zamanla netleşecek. Suriye halkı içinse umut hâlâ uzak; çünkü gerçek barış, sadece masa başı anlaşmalarla değil; demokrasi, adalet ve kapsayıcılıkla mümkün olabilir.
AB’den İsrail’e Mesaj, Tel Aviv’de Savaş Karşıtı Gösteriler
Gazze Şeridi’nde İsrail ordusunun sürdürdüğü hava saldırıları can almaya devam ediyor. Son 24 saat içinde düzenlenen operasyonlarda en az 52 Filistinli hayatını kaybetti. Şiddetin tırmandığı bölgede insani kriz her geçen gün derinleşirken, uluslararası kamuoyundan da sert tepkiler geliyor.
Avrupa Birliği’nin yeni Dış Politika Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas, Gazze’deki sivil ölümler ve İsrail’in orantısız güç kullanımıyla ilgili dikkat çekici bir açıklamada bulundu. Kallas, “Bana kalsa, İsrail’e yönelik gerekli kararları çoktan alırdım” diyerek, Avrupa Birliği içinde bu konuda daha sert adımlar atılması gerektiğini vurguladı. Kallas’ın bu çıkışı, AB içinde İsrail politikalarına yönelik en açık eleştirilerden biri olarak kayıtlara geçti.
İsrail içinde de savaş karşıtı sesler yükseliyor. Tel Aviv’de binlerce kişi, “Gazze Savaşı’na Son Verin” pankartlarıyla sokaklara döküldü. Göstericiler hem Netanyahu hükümetinin savaş politikalarını hem de sivillerin hedef alınmasını protesto etti. Polis ile göstericiler arasında zaman zaman tansiyon yükselse de protestolar büyük oranda barışçıl şekilde devam etti.
Uluslararası hukuk ve insan hakları kuruluşları, Gazze’deki saldırıların derhal durdurulması çağrısında bulunurken, bölgedeki gerginliğin daha geniş bir katliama dönüşmesinden endişe ediliyor.
Putin: “Zelenskiy ile ancak müzakerelerin sonunda görüşürüm” – Ermenistan’da Darbe İddiaları Gündemde
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile olası bir görüşmeye dair açıklamalarda bulundu. Barış müzakereleri için kapıyı aralık bırakan Putin, “Zelenskiy ile doğrudan görüşme ancak kapsamlı bir diplomatik sürecin sonunda mümkün olabilir,” dedi. Bu açıklama, sahada süren çatışmaların ve Batı ile Rusya arasındaki gerilimin gölgesinde geldi.
Öte yandan, Rusya’yla müttefikliği sorgulanan Ermenistan’da siyasi tansiyon yeniden yükseldi. Hükümet karşıtı protestoların öncüsü olan ve “darbe planladığı” iddiasıyla gündeme gelen Başpiskopos Bagrat Galstanyan gözaltına alındı. Darbe soruşturması kapsamında, Galstanyan’a yakın bir diğer ruhani liderin de tutuklandığı bildirildi. Soruşturma, Başbakan Paşinyan yönetimiyle kilise arasındaki gerilimin daha da derinleştiği yönünde yorumlanıyor.
Kafkaslar’da yeni denge arayışları sürerken, Rusya-Ukrayna savaşının bölge politikalarındaki yansımaları da etkisini hissettirmeye devam ediyor.