Bu değerlendirme yazısı 19 Kasım-2 Aralık 2025 tarihleri arasındaki haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
İç politika: Çözüm Süreci, İmralı ziyareti ve yaşanan tartışmalar, CHP’nin İmralı ziyareti kararı ve parti içi gelişmeler, medya alanı, tutuklamalar ve Sözcü’de yönetim değişikliği.
Ekonomi: Yaşanan krizin etkileri, çocuk işçilerin istismarı, tarımda yaşanan daralma.
Dış politika: Ukrayna- Rusya Savaşı, çatışmalar ve barış planındaki gelişmeler, Suriye’deki gelişmeler, HTŞ-SDG arasındaki gerilimler, Alevilere karşı saldırılar, Filistin- İsrail, barış planının akıbeti, İsrail’in ateşkes ihlalleri.
Ekoloji: Bélem’de düzenlenen 30. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nın sonuçları.
Son dönemdeki gündem değerlendirmelerimiz “çözüm süreci”, CHP üzerindeki yargısal ve idari baskılar ile medya ve hukuk alanındaki antidemokratik uygulamalar etrafında şekilleniyor. Bu dönemde de, gündemi bu üç alandaki gelişmelerin birbirleriyle olan etkileşimi ve toplumsal zemine yansımaları üzerinden değerlendirmeye devam edeceğiz.
Çözüm Süreci
İktidar tarafından “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan ve “Kürt meselesi”nin barışçıl çözümüne dair yürütülen resmi müzakere süreci bir yandan ihtiyatlı bir umut yaratırken diğer yandan sürecin kapsamı ve işleyişine dair ciddi soru işaretleri de varlığını koruyor. Hem iç-politik dinamiklerin hem de bölgesel gelişmeler bağlamındaki mevcut tabloda sürecin hangi hedeflere yöneldiğine ve toplumsal barışa nasıl katkı sağlayabileceğine dair belirsizliklerin derinleştiği ve sürecin kırılganlaştığı söylenebilir. Nitekim, geçtiğimiz dönemde, Meclis Komisyonu’nun Abdullah Öcalan ile İmralı Cezaevi’nde gerçekleştirdiği görüşme kuşkusuz süreç açısından önemli bir mihenk taşıydı. MİT raporlarında da PKK’nın Zap’tan çekilme kararı ve mühimmat depolarının boşaltıldığı yönünde bilgiler yer aldı. Fakat, bu görüşmelerin etrafında gerçekleştirilen siyasi manevralar ve sürecin yapısal sınırlılıkları sürecin akıbetine dair tedirginliği arttırıyor.
Öncelikle, sürecin yüksek siyasette (İmralı/Öcalan ve Ankara merkezli) sınırlı kalmış olduğu ve toplumsal tabana yayılamadığı tespitini yapmak pek de yanlış olmayacaktır. Bu durumun, süreci demokratikleşme ve toplumsal uzlaşı zemininden uzaklaştırarak, siyasi elitlerin oluşturduğu sınırlı bir kesim arasında yürüyen bir müzakere alanına sıkıştırdığı görülüyor. Bu şekilde yapılandırılması, sürecin hem meşruiyetini hem de dayanıklılığını zayıflatır nitelikte. Nitekim bu merkezi ve kapalı odaklanma, Kürt siyasi hareketinin ana dil, siyasi temsil özgürlüğü ve yerel yönetimlere yönelik kayyum uygulamalarına son verilmesi gibi demokratik taleplerini güçlü bir şekilde gündeme getirmesi için gerekli alanı da açmıyor. Dolayısıyla, sürecin kapsayıcılığının ve toplumu dönüştürücü potansiyelinin ortaya çıkmasının önündeki engeller kaldırılmamış, bilakis tahkim edilmiş oluyor.
İkinci olarak, sürecin bir paradigma değişikliği veya demokratik bir dönüşüm projesi olarak değil, büyük ölçüde dış politika, özellikle de Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı olarak başlatıldığından daha önceki değerledirmelerimizde bahsetmiştik. Komisyonun İmralı ziyaretinde de ağırlıklı olarak Suriye konularının konuşulduğu ifade ediliyor. Suriye’deki 10 Mart Anlaşması’nın tıkanması veya HTŞ ile SDG arasındaki gerilimlerin tırmanması gibi gelişmelerin, Türkiye iç politikasındaki çözüm sürecini doğrudan etkileyebileceği bir gerçek. Kaldı ki görüşmelerin durduğu yönünde haberler de gelmeye başladı.
Diğer bir kritik nokta da sürece duyulan güven eksikliği. Bu güven eksikliğinin en önemli nedenlerinden biri MİT raporlarında PKK’nın Zap’tan çekilme kararı ve mühimmat depolarının boşaltıldığı yönündeki olumlu teyitlere rağmen devam eden hukuksuzlukların azalmak bir yana hız kesmemesi. Selahattin Demirtaş’a yeni bir davanın açılması, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması ve Selçuk Mızraklı’nın tahliye edilmemesi, iktidarın demokrasisiz bir barış modelinde ısrar ettiği yönünde haklı eleştirilere neden oluyor. Önceki değerlendirmemizde değindiğimiz, Ahmet Türk’ün beraat etmesine karşın kayyımın kaldırılmaması da aynı kategoride değerlendirilebilir. Bu tutum, barış için gerekli olan asgari güven ortamını aşındırıyor.
Geçtiğimiz dönemdeki ilginç gelişmelerden biri ise Mesud Barzani’nin Şırnak’a yaptığı ziyaret ve bu ziyaretle birlikte ortaya çıkan korumaların silahlarıyla ilgili tartışma. Her ne kadar korumaların silahlı görüntüleri süreç karşıtı medya tarafından asıl mesele olarak gündeme getirilse de burada Barzani’nin ziyaretinin öneminin altını çizmek gerekiyor. Barzani’nin gelişinin iktidarın Kürt siyasi sahnesinde alternatif bir muhatap yaratma çabasının bir parçası olduğu ifade ediliyor. Zira, neredeyse çeyrek asırdır herşeyi kontrol eden iktidarın bu görüntülere izin vermesi, AKP millevekilinin Barzani övgüsü, Öcalan ve Kürt Siyasi Hareketi yerine Barzani’nin ve KDP çizgisinin güçlendirilmeye çalışıldığı yorumlarına neden oldu.
CHP’nin İmralı Ziyareti Kararı ve Parti İçi Gelişmeler
İmralı’ya gitmeme kararı CHP’nin barış sürecine dair yönelimi ile ilgili soru işaretleri doğurdu. Bu karar, süreci destekleyen kesimler tarafından, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in sürecin ilk aşamalarında kurdukları barış yanlısı söylemden radikal bir şekilde farklı olan bir manevra olarak değerlendirilirken, sürecin akışını bu şekilde sekteye uğratma ihtimali olan bir hamlenin neden göze alındığı ile ilgili sorular gündeme geldi. Buradaki kaygılardan biri de, partinin, halihazırda da bileşeni olan, ulusalcı/ milliyetçi aktörlerin direksiyona geçip geçmedikleri ve partinin odağının yine bu tabana kayıp kaymadığıydı. Bu bağlamda, verilen kararın basit bir taktik tercih mi yoksa partideki daha derin bir yön değiştirmenin sembolü mü olduğu gündemlerden biri oldu. Ardından CHP lideri Özgür Özel’in Olağan Kurultay’daki konuşmasında yaptığı “Stockholm Sendromu” analojisi ise bu soruların ve kaygıların daha da artmasına neden oldu ve CHP’ye yönelik tepkileri arttırdı. Ekrem İmamoğlu ise açıklamasında hukuka ve demokratik rızaya vurgu yaptı ve bu yönde adımlar atılmadığı sürece CHP’nin ”ihtiyatlı tutumu”nun devam edeceğini belirtti.
Öte yandan, CHP’li belediyelere yönelik siyasi dava ve soruşturmalara devam ediliyor olması CHP’nin iktidar tarafından süreçten dışlanmak istendiğinin bir göstergesi olarak görülebilir. Zira, bir yandan CHP’ye İmralı daveti yapılırken diğer yandan da CHP’nin yargı eliyle hizaya sokulma çabalarına devam ediliyor. Bu dönemde de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş hakkında çorba dağıtımı veya konser izni gibi gerekçelerle soruşturmalar açıldı. Benzer şekilde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yargılandığı davaların TRT’den yayınlanması teklifinin, daha önce Devlet Bahçeli tarafından olumlu bulunmasına rağmen, MHP ve AKP oylarıyla reddedilmesi de yargı süreçlerinin şeffaflıktan uzak tutularak, CHP’nin yargı süreçleriyle meşgul tutulmak istendiğini ve iktidar hedefinden uzaklaştırılmak istendiğini gösteriyor.
CHP’nin milliyetçi/ulusalcı reflekslere yanıt üretip oy potansiyelini bu taban üzerinden kurması, şüphesiz Kürt seçmeni CHP’den uzaklaştırır. Bu da mevcut iktidar bloğunun CHP’yi çözüm karşıtı bir yere iterek izole etme suretiyle demokratik muhalefeti bölme hedefinin gerçekleşmesi anlamına gelir. Zira, ironik bir şekilde, CHP tabanı ile DEM Parti tabanının, kayyumlar, baskı ve Terörle Mücadele Yasası gibi konularda daha önce hiç bu kadar ortak sorunlar yaşamadığı söylenebilir. Ancak, bu nesnel mağduriyet ortaklığı, CHP tabanının, Kürt siyasi hareketinin kolektif hak talebini anlamakta ve içselleştirmekte zorlanması nedeniyle; DEM Parti yönetiminin ise barış sürecine zarar vermemek adına sürecin yüksek siyasete sıkışmasına yeteri kadar müdahale edememesi ve CHP’nin güncel mağduriyetleri karşısında, CHP’nin beklentilerine cevap verememesi nedeniyle, duygusal ve siyasi bir yakınlaşmaya dönüşemiyor gibi duruyor. Bu durumda da demokratik bir yönetim talep eden muhalif kesimlerde bir bölünmüşlük ve etkisiz bir ortaklık manzarası oluşuyor.
Parti içi dinamikler açısından, Özgür Özel’in olağan kurultayda rekor oyla yeniden genel başkan seçilmesi, mevcut liderliğin gücüne işaret etse de olası bir denge değişiminde delegenin nerede duracağını kestirmek oldukça zor. Dolayısıyla Özgür Özel’e verilen bu güçlü güven oyunun temelinde daha çok partinin içinde bulunduğu zor koşullar karşısında parçalanmışlık görüntüsü vermemek fikrinin yattığı ve oylamanın parti içindeki gerçek güç dengelerini tam olarak yansıtmayabileceği düşünüldüğünde İmamoğlu-Özel çizgisinin bu dengeler içinde kendi seslerini ne kadar hakim kılabilecekleri önem arz ediyor.
Medya Alanı
Çözüm süreci ve muhalefet dinamiklerinin arka planında, iktidarın yargı eliyle şekillendirmeye çalıştığı bir baskı ve kontrol ortamı ile yol almaya çalıştığını uzun zamandır vurguluyoruz. Bu ortam, siyasi rekabeti çarpıtmakta ve muhalefetin faaliyet alanını daraltmaktadır.
Bu durumun en görünür tezahürü, ifade özgürlüğüne yönelik sistematik kısıtlamalardır. Gazeteci Fatih Altaylı’ya verilen hapis cezası ve tutukluluğunun devamı, bu alandaki genel eğilimin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Fatih Altaylı’ya yapılandan çok daha vahim uygulamalar olsa da, Altaylı kararı, ana akım ve uzun yıllar iktidar destekçisi bir gazeteciyi bu şekilde hedef alması açısından önemli. 65 baronun konuya dair destek açıklaması, hukuk camiasından gelen bir tepkiyi gösterse de, beklendiği gibi uygulamada bir değişiklik yaratmadı. Furkan Karabay’ın tahliyesi olumlu bir gelişme olarak kaydedilse de, hemen ardından savcılığın karara itirazı kimseyi şaşırtmadı. Ayrıca, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) raporlarına atıfla, Türkiye’nin halen en fazla gazeteci ve aktivistin yargılandığı ülkelerden biri olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulayalım. Öte yandan medya sahipliği ve yönetimindeki değişimler, örneğin Yılmaz Özdil’in Sözcü TV’nin başına geçmesi, medya ortamındaki dönüşümün ve belirli siyasi söylemlerin kurumsallaşmasının bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
2025’in sonuna yaklaşırken Türkiye ekonomisi, yalnızca makro göstergelerle açıklanamayacak ölçüde derin bir toplumsal aşınma üretiyor. Resmi enflasyonun yüzde 31 seviyesinde seyretmesi, hanehalkının yaşadığı gerçek fiyat artışlarını yansıtmıyor; açlık sınırının 30 bin TL’ye ulaşması ve yoksulluk sınırının 97 bin TL’yi aşması bu kopuşu somutlaştırıyor. QNB’nin yıl sonu için yüzde 32’lik enflasyon tahmini ve Merkez Bankası’nın “hedef tutmazsa sıkılaşma” söylemi, fiyat istikrarını hâlâ talep daraltma üzerinden kurmaya çalışan bir yaklaşımın sürdüğünü gösteriyor.
Bu ekonomik politikalar, geçim krizini hafifletmek yerine borçlanma üzerinden erteliyor. Kartlı harcamalarda yüzde 49’luk artış ve bireysel kredi borçlarının 2,75 trilyon TL’ye çıkması, tüketimin gelirle değil borçla sürdürüldüğünü ortaya koyuyor. İcra dosyalarının tarihsel zirveye ulaşması, krizin artık istisnai değil, kitlesel bir olguya dönüştüğünü gösteriyor. Asgari ücret için konuşulan yüzde 20–25 bandındaki artış ise açlık sınırının dahi altında kalacak bir ücret yapısının kalıcılaştığına işaret ediyor.
İşgücü piyasasında tablo daha da çarpıcı. TÜİK’in atıl işgücü oranını yüzde 29,6 olarak açıklaması, neredeyse her üç kişiden birinin işsiz olduğunu gösteriyor. Bir yandan da işsizlik artışıyla açığa çıkan istihdam problemi ve ucuz emek arayışı, çocuk işçiliğini yeniden sistemin bir parçası hâline getiriyor. MESEM’lerde yaşanan ölümler ve tarım ile sanayideki çocuk işçi vakaları, bu “ucuz emek” stratejisinin bedelini gözler önüne seriyor. Son haftalarda ardı ardına gelen iş cinayetleri, tabloyu giderek vahimleştiriyor. MESEM’lerde ölen çocuk işçiler mesleki eğitimin adeta bir çocuk işçi havuzuna dönüştüğünü acı sonuçlarla ortaya koyuyor. Göçmen işçiler ve özellikle kadınlar ise bu yapının en güvencesiz halkasını oluşturuyor.
Reel sektör cephesinde de çözülme işaretleri belirgin. Tekstil ve giyim sektöründe on binlerce kişilik istihdam kaybı, bazı sermaye gruplarının daha düşük ücretli emek arayışıyla üretimi Mısır gibi ülkelere kaydırması önemli göstergeler. İçeride ise küçük işletmeler artan maliyetler ve daralan talep nedeniyle kapanıyor; TOBB verilerine göre, yılın ilk 10 ayında 23 binden fazla şirketin kapanması bu eğilimi teyit ediyor.
Tarımda yaşanan yüzde 10’lara varan üretim kaybı, gıda enflasyonunun geçici değil yapısal olduğuna işaret ediyor. Kuraklık, don olayları ve destek mekanizmalarının zayıflığı, ithalata dayalı bir denge arayışını güçlendirirken, bu model hem fiyatları düşürmüyor hem de üreticiyi sistem dışına itiyor. Et ve Süt Kurumu’nun ithalatla iç içe geçmiş yapısı gibi tartışmalar ise tarım politikalarına duyulan güvensizliği pekiştiriyor.
Tüm bu tablo, ekonomik krizin yalnızca yanlış para politikalarının değil, kaynak dağılımı tercihlerinin sonucu olduğunu gösteriyor. Kamu harcamaları, toplumun yaşam maliyetini düşürecek alanlar yerine, köprü ve hastaneler gibi yap işlet projelere yapılan garanti ödemelerine yoğunlaşıyor. GSS primlerinin yüzde 6’ya çıkarılması gibi adımlar, sosyal devleti güçlendirmek yerine hanehalkı üzerindeki yükü artırıyor. Bu koşullarda gündeme gelen “vatandaşlık maaşı” tartışmaları ise yapısal bir dönüşümden çok, krizi yönetme çabasının bir uzantısı olarak görünüyor.
Sonuç olarak 2025 sonunda Türkiye ekonomisi, büyüme rakamlarından bağımsız biçimde bir geçim ve emek krizi üretmeye devam ediyor. Enflasyonla mücadele, ücretleri ve sosyal hakları baskılayan dar bir çerçevede sürdürüldükçe, ekonomik istikrar değil, toplumsal kırılganlık derinleşiyor.
Ukrayna- Rusya Savaşı
Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşta, çatışma süreci ve barış görüşmeleri bir arada yürüyor. Taraflar arası çatışmalar aralıksız devam ediyor. Ukrayna’nın Rus ticaret gemilerini bombalaması üzerine Putin Ukrayna’yı tehdit etti. Son iki haftada yaşanan çatışmalarda birçok insan hayatını kaybetti. Ancak diğer taraftan ABD’nin 28 maddelik barış planı devrede ve taraflar barış görüşmelerine açık olduklarını da dile getiriyorlar.
Trump planı olarak da adlandırılan 28 maddelik barış planı tartışma yaratmış durumda. Plana göre, 2014’te Rusya tarafından işgal edilen Kırım, Rus toprağı olarak kabul edilecek. Ayrıca Donbas, Luhansk ve Donetsk de Rusya’ya verilecek. Bunun yanında Ukrayna’nın NATO üyeliği kesinlikle gerçekleşmeyecek ve Ukrayna ordusunda küçültmeye gidecek. Rusya planla ilgili olumlu ya da olumsuz bir görüş belirtmeyip görüşmeye hazır olduklarını söylerken, Ukrayna planla ilgili rahatsızlığını dile getiriyor. Ancak asıl tepki Avrupa’dan geldi. Avrupalı yetkililer bu anlaşmanın “Putin’i ödüllendirme anlaşması” olduğunu dile getiriyorlar. Yine Avrupalı yetkililer, anlaşmadan haberdar olmadıklarını ve bu planın Avrupa’nın dahli olmadan hazırlandığını belirterek itiraz ediyorlar. Almanya Başbakanı Merz, Avrupa olmadan bir barışın olmayacağını açıkça dile getirdi.
Trump’ın barış planı tartışılırken, Avrupa ile Rusya arasındaki gerilim de artıyor. Polonya, Rusya’nın sabotajlarına karşı on bin askerini sınırda görevlendirdiğini açıklarken, Rusya’nın Polonya’da bulunan son elçiliğinin de kapatılacağı belirtiliyor. Avrupalı yetkililerden savaşa hazır olmalıyız açıklamaları gelirken Almanya, Ukrayna’ya uzun menzilli füze satışını onayladığını açıkladı. Öyle anlaşılıyor ki Avrupa’nın müesses nizamı, tehlike olarak lanse ettikleri Rusya’ya ağır bedeller ödetmeden bu anlaşmayı kabul etmek istemiyor. ABD’nin ise Avrupa’nın çekinceleriyle pek ilgilendiğini söyleyemeyiz. Avrupa’daki Rus varlıklarının dondurulmuş olması da Avrupa- Rusya gerilimini artıran unsurlardan biri. Dolayısıyla savaşın ve barış görüşmelerinin birlikte yürüdüğü, gelişmelerin her iki tarafa da evrilebileceği bir aşamadayız. Türkiye’nin, gerçekleşecek barışta önemli bir rol alabileceği ve silahsızlandırılan bölgelerde barış gücü olarak bulanabileceği konuşuluyor. Ayrıca Zelenski’nin, 19 Kasım’da Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi ve Türkiye’nin barış sürecinde desteğini istediğini vurgulaması dikkat çekti.
Suriye
Suriye’de de benzer bir belirsizlik ve çatışma- barış ikilemi devam ediyor. Colani’nin ABD ziyaretinden sonra, 10 Mart anlaşmasının uygulanması konusunda gelişmeler olacağı beklenirken bunun tam tersi olmuş gibi görünüyor. SDG’li yetkililerin yaptığı açıklamaya göre şu an HTŞ ile yürütülen görüşmeler tamamıyla durmuş vaziyette. Buna karşın her iki taraftan da anlaşmaya hazırız açıklamaları gelmeye devam ediyor. Geçici Suriye Yönetimi Dışişleri Bakanı Esad el Şeybani, SDG ile anlaşabileceklerini ve ortaklığa inandıklarını söylerken, Mazlum Abdi ve Salih Müslim de anlaşmaya hazır olduklarını dile getiriyorlar. Ancak Kürt tarafı, bu anlaşmanın gerçekleşmesi için ademi merkeziyetçi, demokratik bir sistemin kurulmasının şart olduğunu özellikle belirtiyorlar. HTŞ rejiminin ise en azından şimdilik, ademi merkeziyetçi ve demokratik bir sisteme yanaşmadığı görülüyor. Diğer taraftan, AKP sözcüsü Ömer Çelik’in açıklamalarından anlaşılacağı kadarıyla, Rakka ve Deyrizor gibi bölgelerin HTŞ’ye teslim edilmesi meselesinin hala en ciddi tıkanma noktalarından biri olduğu görülüyor. Türkiye’nin, SDG’yi olabilecek en zayıf konumda anlaşmaya razı etme politikasının devam ettiği söyleniyor.
Colani iktidarının değil demokratik bir sistem kurmak, Alevi katliamlarını bile sonlandırmadığı açıkça görülüyor. Humus’ta Alevi mahallelerine yapılan saldırılardan sonra on binlerce Alevi Lazkiye ve Tartus’ta sokaklara döküldü. Tamamen barışçıl şekilde düzenlenen gösterilere HTŞ’li cihatçılar gerçek mermilerle saldırdı. Bu olayların yaşandığı gece ise, Humus, Lazkiye, Tartus ve Şam’daki Alevi mahallelerine saldırılar ve yağma girişimleri oldu. Alevi toplumu şu anda Suriye’de bir soykırım tehdidiyle karşı karşıya. Hiçbir savunma yapıları yok, ayrıca yaşanan katliamlar ve soykırım boyutuna varacak saldırılara karşı dünyadan da herhangi bir tepki gelmiyor. Aleviler, Kürtler ve Dürziler, demokratik ve ademi merkeziyetçi bir Suriye kurulmadan rejimle uzlaşmayacaklarını açıkça dile getiriyorlar. HTŞ rejiminin ise böyle bir sistem kurma ihtimali şimdilik uzak bir hayal gibi görünüyor. Bu sürecin yeniden bir iç savaşa dönüşmesini engelleyecek tek güç şu anda ABD gibi görünüyor. ABD’nin girişimleriyle her geçen gün meşruiyetini güçlendiren Colani ve kadrosunun zaman kazanarak güçlenmeye çalıştığı ve süreç içerisinde kendi rejimlerini tahkim etmeye çalıştıkları yorumları yapılıyor.
Suriye’nin güneyini neredeyse tamamen işgal etmiş olan İsrail geri adım atmıyor. İsrail’in işgal ettiği bölgeleri ziyaret eden Netanyahu, bu bölgeleri asla terk etmeyeceklerini belirtirken, İsrail’in amacının Şamdan Güneye kadar olan tüm alanın silahsızlandırılması olduğunu dile getiriyor. Colani rejimi ise, IŞİD karşıtı koalisyona katılmasına karşın hala İsrail’le bir barış anlaşması imzalamış durumda değil. Bu da İsrail- HTŞ gerilimini sürekli ayakta tutuyor. İsrail ile HTŞ arasında bir barış yapılabileceğine dair uzun zamandır dile getirilen ve konuşulan bir süreç olsa da anlaşmayla ilgili somut hiçbir adım atılmış durumda değil.
Filistin- İsrail
BMGK’nın kabul ettiği Gazze barış planından sonra beklenen ikinci aşama hala belirsizliğini koruyor. Ateşkese rağmen İsrail, 497 kez ateşkesi ihlal etti. Bu süreçte en az 342 Filistinlinin İsrail tarafından öldürüldüğü bildiriliyor. Dolayısıyla ateşkese rağmen katliam sürüyor ve Gazze’deki ölü sayısı yetmiş bini geçmiş durumda. Diğer taraftan Gazze’deki Filistin direniş grupları yaptıkları ortak açıklamada, BMGK’nın kararını bir işgal kararı olarak değerlendirdiklerini ve kabul etmediklerini belirtiyorlar. Bu nedenle ateşkese rağmen ne olacağına dair net bir yol haritası bulunmuyor. İsrail ısrarla Hamas silah bırakmadan ikinci aşamaya geçilemeyeceğini dile getirirken, Hamas’ın nasıl silah bırakacağı ve bu silahları kimin toplayacağı gibi konular aydınlatılmış değil. Bölgeye yerleştirileceği söylenen barış gücünün ise hangi devletlerin askerlerinden oluşacağı da belirsizliğini koruyor. Dolayısıyla Gazze’de bir ateşkes yürürlükte olsa ve bazı yardım tırlarının Gazze’ye girişine izin verilse de İsrail’in saldırıları sürüyor ve ikinci aşamayla ilgili belirsizler devam ediyor.
Diğer taraftan Hizbullah’ın silahsızlandırılması tartışmaları da devam ediyor. İsrail son iki haftada Lübnan’a yönelik saldırılarını sürdürdü. Benzer bir şekilde Lübnan’da Hizbullah’ın nasıl silah bırakacağı ve bunun kimin tarafından gerçekleşeceği de belirsiz. ABD ve İsrail, Lübnan Ordusunu güçlendirmeye çalışırken Hizbullah’ın yeniden toparlanmaya çalıştığı belirtiliyor. Özetle hem Hamas’a hem de Hizbullah’a ciddi darbeler vurulmuş olsa da toplumsal tabanı olan bu oluşumların nasıl silahsızlandırılacağı bilinmiyor ve bu yeni çatışmaların çıkabileceği endişesini artırıyor.
Brezilya’nın Bélem kentinde düzenlenen COP 30 İklim Zirvesi 21 Kasım tarihinde sona erdi. COP 30 öncesinde dikkatler, 2023’ten beri COP’ların gündeminde olan “fosil yakıtlardan çıkış” hususunda atılacak adımlardaydı. Zirvenin kapanacağı gün, sonuç bildirgesine fosil yakıtlardan çıkış hususunda yol haritası yerleştirilmesini talep eden ülkelerin sayısının 89 olduğu belirtiliyor. Diğer taraftan bu karar Rusya ve Suudi Arabistan liderliğindeki petrodevletler tarafından engellendi. (UNFCCC kuralları gereği COP’larda kararlar oybirliği ile alınabiliyor). AB ve Çin gibi, iklim değişikliğiyle mücadelede küresel liderliğe soyunan bölge ve ülkeler ise bu konuda kuvvetli bir tutum takınmıyorlar. Fosil yakıtlardan çıkış COP sonuç bildirgesinde yer almadı fakat, Kolombiya ve Hollanda liderliğine 22 ülke 26 Nisan’da bir konferans düzenleyerek fosil yakıtlardan çıkış için bir plan oluşturmaya karar verdiler. The Guardian çevre muhabiri Olive Milman Suudi Arabistan, BAE, Rusya ve ABD’nin Küresel Plastik Anlaşması görüşmelerindeki tıkayıcı rolüne de değinerek bu ülkeleri “blokaj ekseni” olarak adlandırıyor. Bu ülkeler son olarak, Ağustos ayında Cenevre’de düzenlenen plastik anlaşması görüşmelerinin dağılmasına neden olmuşlardı.
Bonn merkezli düşünce kuruluşu, Birleşmiş Milletler Üniversitesi Çevre ve İnsan Güvenliği Enstitüsü, COP 30’un sonuçlarını şu beş madde etrafında özetliyor: (1) Uyum finansmanının 2035’e kadar üç misline yükselmesi öngörülüyor. (Fakat öngörülen rakamlar iklim değişikliğine karşı kırılgan olan küresel güney ülkelerinin ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında gülünç derecede küçük.) (2) Ülkelerin 1.5 derece hedefiyle uyumlu ulusal niyet beyanları belirlemelerine ve uygulamalarına yardımcı olacak gönüllü uluslararası yardım ve diyalogları teşvik etmek üzere “Bélem 1.5 derece misyonu” kurulması. (3) Karbon nötr düzene adil geçiş sorunlarını ele almak üzere “Bélem Eylem Mekanizması” (BAM) adında bir platform kurulması. (4) Küresel uyum hedefleri için üzerinde uzlaşılan belli indikatörlerin belirlenmesi (GGA, Global Goal on Adaptation). (5) Brezilya liderliğindeki COP başkanlığının fosil yakıtlardan çıkış konusunu bir sonraki yıl COP 31’e taşıyacak bir inisiyatif kurması.
İklim krizinin gelişme hızı, şiddeti ve yaygın etkileriyle karşılaştırıldığında, iklim değişikliği üzerine tesis edilmiş olan bilimsel bilgiye ve küresel nüfusun kamuoyu araştırmalarına da yansıyan, kriz karşısındaki yüksek kaygılarına karşın, COP’ların büyük bir uyuşukluk içerisinde yürüdüğü bilinen bir gerçek. COP 31, 9-21 Kasım 2026 tarihlerinde Antalya’da düzenlenecek. Bu Türkiye’ye bir organizasyon sorumluluğunun çok ötesinde, iklimle mücadele konusunda örnek adımlar atma yükümlülüğü de getiriyor. Türkiye Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı başkanlığında toplanacak bu zirveye kadar bu konuda ne tür adımlar atacak?
