Bu yazı 2-15 Temmuz tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

İÇ POLİTİKA

“Barış/Çözüm” Süreci

Süreçte PKK’nin sembolik “silah yakma” töreniyle birlikte bir aşama daha kaydedildi. Tören öncesi iktidar bloğundaki gerilim Bahçeli’nin açıklamalarıyla bir kez daha görünür olmuştu. Bahçeli konuşmasında sürecin “devlet politikası” haline geldiğini ve Erdoğan’ın “terörsüz Türkiye’yi gerçekleştirmekle mükellef” olduğunu vurgulamıştı. Öcalan da “Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır. Silah bırakmaya ilişkin detaylar belirlenecek ve hızlıca hayata geçirilecektir.” dediği bir video yayımladı. Törende Türkiye’den DEM Parti dışında iktidar ya da muhalefet partilerinden temsilcileri yer almadı, yurtdışı gözlemcilerin de sayısı sınırlıydı. Seremoni ve yapılan konuşma sade ve güçlü bir görüntü veriyordu. Törende kadınların görünürlüklerinin ve rollerinin erkeklerle eşit ve son derece güçlü bir şekilde ön plana çıkarılması, cinsiyetçiliğin İslamcı-cihatçı versiyonunun siyasi alanı neredeyse tamamen belirlediği Ortadoğu coğrafyasında Kürt hareketine içkin ilerici ve eşitlikçi karakteristikleri görünür kılması açısından önemliydi. Yine törende okunan metinde bahsi geçen demokratik ve sosyalizan prensipler, kadınlara ve gençlere vurgu yapılarak cinsiyetçiliğe ve yaş ayrımcılığına karşı duruş, Ortadoğu’da seküler ve demokratik siyasi arenanın kurulma potansiyeline dair bir umut da barındırıyordu.

Tören sonrasında Erdoğan beklenen “tarihi” konuşmasında, yasal ihtiyaçlar için mecliste bir komisyon kurulacağını söyledi. Konuşmasında asıl tartışma noktası ise “AK Parti, MHP ve DEM; üçlü olarak bu yolda beraber yürüme kararı verdik. Dertli olduğumuza göre, el ele verdiğimize göre biz bu engelleri aşarız” demesi ve Türk, Kürt ve Arap birlikteliğini vurgulaması oldu. CHP’yi, dolayısıyla seküler kesimleri dışarıda bırakan, Müslüman kimliğini öne çıkararak İslami üst kimlikte birleşmiş ancak Türklüğü hala öncü bir kimlik olarak koruyan bir düzen içinde Kürtlerle “barış” kurgulayan bir söylem ön plana çıktı.

Bu konuşmaya ilk tepki DEM Parti’den geldi. Eş Başkan Tülay Hatimoğulları “Kesinlikle böyle bir ittifak yok. Herhangi dar manada bir partinin çıkarı için olamaz. Biz Süleymaniye’de tarihi bir ana şahit olduk. Bunun konuşulmasını tercih ederdik. Belli ki bir kesim bu süreci istemiyor. Biz herhangi bir parti ile yürümüyoruz. Biz devletle bu yolu yürüyoruz” dedi. Özgür Özel de “Kürtleri ilkesiz insanlar olarak düşünmeyin. Bu memleketin vatandaşı misakı milli sınırında ya hepsi baş üstünde. Ne Kürt sana kendini kullandırtır ne da başkası. Buradan bütün CHP’lilere sesleniyorum, asla ve asla korkmayın. Yeni bir ittifak kurulur orada hiçbir partiyi hor görmeyin. Hiçbir seçmeni hele hele Kürtleri Tayyip Erdoğan’ın düşündüğü gibi ilkesiz görmeyin”  dedi. Pervin Buldan da Erdoğan’ın açıklamasının yanlış bir yere çekilmemesi gerektiğini söyleyerek, “Bu ittifak süreç ittifakıdır. Başka bir ittifak olarak algılanmamalı” açıklamasında bulundu.

Bese Hozat’ın törenden sonra yaptığı açıklamada “Bizler de bu kadar tecrübeden sonra Amed’de, Ankara’da, İstanbul’da demokratik siyasetin yürütücüleri, öncüleri olmak isteriz” demesi, tutsakların bırakılması gündemi ile birlikte düşünüldüğünde kurulacak komisyonun önemini bir kez daha gösteriyor. Öcalan’ın tutukluluk koşulları da bu anlamda gündemde. DEM Parti’nin Öcalan’la akademisyenlerden, kanaat önderlerine farklı kesimlerin görüşmesini istediklerini belirtmesi de Öcalan’ın süreçteki rolünü belirlemek açısından önemli. Sürecin asıl belirleyeni Ortadoğu’daki gelişmeler olmakla birlikte, Öcalan’ın oyun kurucu olarak rolüne dikkat çekmek, silahları bırakma kararı ile birlikte devleti adım atmaya ve demokratik kanal oluşturmaya zorladığını görmek gerekiyor. Öcalan’ın “Gazzeleştirme” olarak adlandırdığı ve silahlı hareketlerin en sert biçimlerde bastırıldığı bir Ortadoğu’da “silah bırakma” kararının Kürt hareketinin de yeni bir evreye geçerek hareket alanını genişlettiği söylenebilir. Bese Hozat gibi PKK’nin “şahin kanadı” denilebilecek kesiminden bir ismin silah bırakma metnini okuması, PKK’nin de süreci sahiplenme düzeyini görmek açısından önemli.

Tüm bu gelişmeler olurken aralarında çocukların ve hamile bir kadının da olduğu Kürt bir aile Kürtçe müzik dinledikleri için saldırıya uğradı ve gözaltına alındı. Sürecin Türkiye’de siyasi rejimi nasıl etkileyeceği henüz belirsiz. Otoriter bir konsolidasyona da çoğulcu seküler demokratik bir rejime de kanal açılabilir. AKP’nin ve Erdoğan’ın ilkini tercih edeceğini, Bahçeli ve süreci yürüten devlet kanadının ise yasal düzenlemelerde direndiği takdirde AKP/Erdoğan’dan vazgeçip daha pragmatik davranarak CHP ve İmamoğlu’yla ittifaka meyletme ihtimali gündeme gelebilir. Ancak tüm bunları asıl belirleyecek olan toplum tabanının barış sürecini sahiplenmesi ve bu doğrultuda demokratik düzenlemeler talep etmesi. Burada henüz ciddi bir hareketlenme yok. Tekil örneklerden biri olarak Barışa İhtiyacım Var Kadın İnisiyatifi’nden bahsedilebilir. Süreci farklı toplumsal kesimlere, bu kesimlerin ihtiyaç ve talepleriyle örtüşecek şekilde gündeme getirecek bu tip inisiyatiflere ihtiyaç var.

19 Mart Süreci

CHP belediyelerine dönük operasyonlar hızla devam ediyor: Son iki hafta içinde Antalya, İzmir, Adıyaman, Adana (Seyhan, Ceyhan), Manavgat, Şile belediyelerine operasyon düzenlendi. İzBB’ye dönük operasyonda aralarında eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve CHP İzmir İl Başkanı Aslanoğlu’nun da bulunduğu 35 kişi tutuklandı. Şile Belediyesi operasyonunda Belediye Başkanı Özgür Kabadayı ve bazı kişiler gözaltına alındı. Manavgat Belediyesi’ne Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara ve belediye başkan yardımcılarını da kapsayan bir operasyon düzenlendi. Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere ve Adana Büyükşehir Başkanı Zeydan Karalar gözaltına alındı. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek  tutuklandı. Bu operasyonlar Antalya’da, Adana’da, Adıyaman’da protesto edildi. İBB’ye de operasyon devam ediyor; üst düzey yöneticilerin şoförleri de dahil 10 kişi gözaltına alındı. Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in “terör” davasında tahliye kararı çıkarken, diğer davalar nedeniyle tutukluluğu devam edecek.

DEM Parti, CHP belediyelerine dönük operasyonları eleştiren ve bu müdahalelerin toplumsal barışa ve çözüm umutlarına zarar verdiğini söyleyen bir açıklama yayımladı; Adıyaman belediyesini ziyaret etti ve operasyonları “demokrasiye darbe” olarak nitelendirdi. DEM Parti CHP’yi ayrıca genel başkan düzeyinde de ziyaret etti ve ziyaretin ardından yapılan ortak basın toplansında da benzer açıklamalarda bulundu.

Bu arada Özgür Özel’in dokunulmazlık dosyası Meclis’e sunuldu. CHP’nin 135 milletvekilinin 61’i hakkında 240 adet yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkeresinin TBMM’de olduğu haberleri basına yansıdı.

Barış/Çözüm süreci ile birlikte düşünüldüğünde, CHP belediyelerine yapılan operasyonlarda “terör” gerekçesinin ortadan kalkacağı, kriminalleştirmenin “yolsuzluk” üzerinden yapılacağı öngörülebilir. Sürecin tamamen bitmesi ve demokratikleşme yoluna girilebilmesi ise Barış/Çözüm süreciyle 19 Mart sürecini birlikte ele almakla ve mücadeleyi bu şekilde yürütmekle mümkün. Bu nedenle CHP’nin ve tabanının barış/çözüm sürecini sahiplenmesi, DEM Parti ve tabanının CHP belediyelerine dönük saldırılara tepki göstermesi kaçınılmaz duruyor. Önümüzdeki sürecin otoriter İslamcı ve Türkçü bir rejime mi yoksa seküler, demokratik ve çoğulcu bir rejime mi kanal açacağını böylesi bir ittifakın belirleme potansiyeli oldukça yüksek.

Diğer gündemler

Geçtiğimiz iki hafta Maraş’ta 6 Şubat depreminde yıkılan ve 99 kişinin hayatını kaybettiği Ebrar sitesi davası, 5 yıl önce Sakarya’nın Hendek ilçesinde bulunan Büyük Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası’nda 7 işçinin hayatını kaybettiği ve 127 kişinin yaralandığı patlamayla ilgili dava ve Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi’nde 78 kişinin hayatını kaybettiği, 133 kişinin yaralandığı Grand Kartal Otel yangınına ilişkin davalar görüldü. Bu davalar, Türkiye’de hak arama süreçlerinin ne kadar zorlu olduğu, doğrudan siyasi olmayan davalarda dahi devletin adalet mekanizmasının işlemediğine, iktidarın kurduğu rant ağının böylesi facialarda dahi korunduğuna dair emsal niteliğinde değerlendirilebilir.

LeMan dergisinde yayımlanan bir karikatür üzerine başlatılan soruşturma kapsamında gözaltına alınan yazı işleri müdürü, karikatürist, grafiker ve müessese müdürü tutuklandı, iki kişi hakkında da yurtdışında oldukları gerekçesiyle yakalama kararı çıkarıldı.

KCDP’nin yayımlamış olduğu rapora göre yılın ilk 6 ayında 136 kadın erkekler tarafından öldürülürken, 145 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti.

EKONOMİ

Ekonomi alanında yaşanan gelişmeler iktidarın “istikrarlı mücadelemiz sürüyor” söylemiyle yürüttüğü yönetim stratejisinin çok katmanlı bir krizle baş etmek konusundaki yetersizliğini ortaya koymaya devam ediyor. Maliye ve Hazine Bakanı Mehmet Şimşek, Londra’da yaptığı açıklamada, ekonomik programın şoklara karşı dirençli olduğunu ve ikinci çeyrekte sanayide güçlü bir yıllık büyüme beklediklerini ifade etse de; ekonomide görülen yüksek enflasyon, gelir adaletsizliği, kamu kaynaklarının şeffaflık dışı yönetimi ve işçi sınıfının yükselen tepkileri, iktidarın toplumsal desteği kaybettiğini gösteriyor. Şimşek’in daha çok sıcak para bulma üzerine yoğunlaşan ve reel politik gündem nedeni ile çok da fazla sonuç alamayan politikası pratik çözümler üretemiyor, kamu harcamalarını kısamıyor. Emek hareketinin yaygınlaşması ve grev eğiliminin artması, bu çıkmaza karşı bu dönemdeki en dikkat çekici gelişmeler oldu.

Ücret Yetersizlikleri, Gelir Adaletsizliği ve Sendikal Eylemler:

Kamuda ve özel sektörde düşük ücretler, protestoları ve sendikal hareketleri beraberinde getirdi. İstanbul’dan Ankara’ya “Büyük Öğretmen Yürüyüşü” başlatan Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası üyesi eğitimciler, Milli Eğitim Bakanlığı önünde basın açıklaması yaptı, özel sektör ve kamu arasındaki eşitsizliklerin giderilmesi talebinde bulundu. Kamu Çerçeve Protokolü ile ilgili İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen binlerce Dev Sağlık-İş üyesi Bursa’da yaptıkları açıklamada, “Yüzde 17’lik artış teklifi kamu işçilerine hakarettir” dedi.

Kamuda çalışan 600 bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmeleri çerçeve protokolü (KÇP) kapsamında işçilerin yüzde 90 zam talebine karşılık hükümet adına masaya oturan Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS), ilk teklifini yüzde 16 olarak yapmıştı. İşçilerin tepkisine ve eylemlerine rağmen TÜHİS ikinci teklifini “yüzde 17” olarak açıklamıştı. Eskişehir’de de eylem yapan DİSK üyesi işçiler, hükümetin işçileri ciddiye almadığını, daha fazla eylem yapılması gerektiğini söyledi.

DİSK, Hak-İş ve Türk Metal gibi önemli sendikalarda da düşük ücret tekliflerine karşı ortak eylemler ve grev kararları alma yolunda girişimler var. Özellikle Türk Metal Sendikası, MESS ile yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ücret artışı konusunda anlaşma sağlanamaması üzerine grev hazırlıklarına başladı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden İSPER işçileri, eşit işe eşit ücret talebiyle geçersiz saydıkları sözleşmeleri protesto ederek taleplerini dile getirdiler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın maaşına yapılan zammın (55 bin TL), emekli ve asgari ücretlilerin zam oranlarından (2 bin 412 TL) kayda değer ölçüde yüksek olması dikkat çekti ve tartışma yarattı. En düşük emekli aylığının 16.881 TL olarak açıklanması, emeklilerin geçim sıkıntısını hafifletmekten çok uzak. DİSK-AR tarafından hazırlanan rapora göre, 2002’den bu yana çalışan ve iş arayan emekli sayısı 1,5 milyondan 7,9 milyona yükselmiş. Bu durum emeklilik gelirlerinin yetersizliği net şekilde ortaya koymaktadır.

Ücretlerin artmamasının yanında işçilerin çalışma koşulları da giderek zorlaştırılıyor. 9 Temmuz’da Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen madde ile turizm sektöründe çalışan işçilerin haftalık izinleri gasp edildi. İş Kanunu’nda işçiler için 7 günde 24 saat kesintisiz olacak şekilde ayarlanan dinlenme hakkı, turizm işçileri için ‘esnetildi’. Turizm işçileri, diğer sektörlerdeki 6 gün çalışma ve 1 gün izin sisteminin aksine, 10 gün çalışma ve 1 gün izin düzenlemesiyle karşı karşıya.

Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan kullanılabilecek kaynak oranı yüzde 30’dan yüzde 50’ye çıkarıldı. Değişiklikle birlikte Fon’dan işverenlere yönelik teşvik ve desteklere aktarılabilecek pay artırıldı. DİSK, kararın işçiler aleyhine sonuçlar doğuracağını belirterek tepki gösterdi. DİSK’in verilerine göre, 2024–2025 döneminde Fon’dan yapılan harcamaların yaklaşık yüzde 69’u işverenlere yönlendirilirken, işçilere yönelik ödemelerin oranı sadece yüzde 28,5’te kaldı.

Haziran ayında üretici enflasyonunun (ÜFE) tüketici enflasyonunu (TÜFE) aşması dikkat çekici bir gelişme oldu. Bu durum, önümüzdeki dönemde tüketici enflasyonu üzerinde yukarı yönlü bir baskının devam edeceğine işaret ediyor. KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu), TÜİK tarafından açıklanan enflasyon rakamlarının “yalan” olduğunu ve gerçek yoksulluğun bu rakamların çok üzerinde olduğunu iddia etti. Ayrıca, 6 aylık ÜFE oranına bağlı olarak akaryakıt, sigara ve alkole yüzde 15.71 oranında otomatik Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) zammı gelmesi, enflasyonun günlük hayattaki etkilerini artıracak bir diğer unsur oldu. Yaratılmaya çalışılan “enflasyon düşüyor” algısının hayat pahalılığı açısından yanıltıcı olduğunu vurgulamakta yarar var. Düşüş eğiliminde olsa da bir enflasyondan, yani bir fiyat artışından, hayat pahalılığı artışından bahsettiğimize dikkat çekmek gerekiyor.

Makroekonomik Göstergeler ve Şeffaflık Sorunu

Merkez Bankası’nın döviz rezervleri son üç ayın en yüksek seviyesine ulaşmış durumda. Erdal Sağlam’ın köşesinde belirttiği gibi, Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan’ın, indirimde “temkinli” olacaklarını söylemesinin ardından gelecek hafta Merkez Bankası’ndan yüksek oranlı faiz indirimi kararı beklentisi karşılık bulmayabilir. Dış ticaret açığı Haziran ayında yıllık bazda yüzde 38,8 artarak 8,2 milyar dolara ulaşmış, ilk altı aydaki kümülatif açık ise 49,4 milyar dolar olarak kaydedildi. Bu veriler, cari açık üzerindeki baskının devam ettiğini ve ekonomik kırılganlıkları artırdığını göstermektedir.

Tüm bu gelişmeler kamu harcamalarındaki şeffaflık sorunları ile birlikte ele alınınca, giderek yorumlanamaz hale geliyor. Enerji şirketlerine sağlanan kapasite mekanizması ödemeleri, her ay milyarlarca liralık kamu kaynağının karşılıksız aktarılmasına dönüştü. (Kapasite mekanizması, enerji şirketlerine “santrallerini hazır tutmaları” karşılığında ödeme yapılmasını öngörüyor. Ancak bu sistem, fiilen şirketlere ek bir gelir kapısı haline gelmiş durumda.) Mayıs 2025 dönemine ait veriler, doğal gaz ve kömür santrallerine yapılan ödemelerin boyutunu bir kez daha gözler önüne serdi. Mayıs ayında enerji şirketlerine verilen teşvik 2 milyar TL oldu. Yılın ilk beş ayında şirketlere kapasite mekanizması ödemesi 6 milyar TL’yi aştı.

Ayhan Bora Kaplan ile bağlantılı bir şirkete Halkbank tarafından verilen krediye ilişkin yapılan açıklamada, kredinin sağlam olduğu ve olayların kredi verildikten sonra gerçekleştiği belirtilmiştir. Bu açıklama, kamu bankalarının kredi verme süreçlerindeki şeffaflık ve denetim mekanizmalarını yeniden gündeme getirmiştir.

Savunma Harcamaları

NATO’nun üyelerinin savunma harcamalarını yüzde 5’e çıkarma kararı, Türkiye açısından askeri harcamaların çok ciddi oranda artması anlamına geliyor. NATO verilerine göre, Türkiye’nin 2024’te savunma harcamalarının GSYH’ye oranı yaklaşık yüzde 2.09 oldu. Orta Vadeli Programa göre ise, 2025’de bu oranın yüzde 1.8’e gerilemesi bekleniyordu. Türkiye’nin bugünkü güncel savunma bütçesi 800 milyar TL. Harcamaların yüzde 5’e çıkarılması durumunda, bu sayı 2 trilyon 336 milyar TL olacak. Yani bütçeden ek olarak yaklaşık 1.5 trilyon TL savunmaya aktarılmalı. Bunun ekonomiye etkisi açısından henüz bir yorum yapılmış değil. Önümüzdeki süreçte dış politikadaki gelişmeleri de dikkate alarak, 90’larda savaş eksenli sürekli takip edilen bir endeks olarak askeri harcamaların ekonomik bir kriter olarak tekrar ele alınması ve şeffaflık talep edilmesi gerekiyor. Diğer yandan, yüzde 5’lik savunma harcaması hedefine tüm üye ülkeler katılmıyor. İspanya zaten yüzde 5 hedefine ulaşamayacağını belirtti. Başbakan Pedro Sanchez, hükümetinin mevcut yüzde 2 eşiğine sadık kalacağını söyledi. Bu, 2022’de Rusya-Ukrayna savaşının başlamasının ardından ilk kez belirlenen hedefti. Trump, Madrid’in tutumunu eleştirmek için hemen harekete geçti ve ekonomik yollarla misilleme tehdidinde bulundu.

DIŞ POLİTİKA

Değerlendirme yazısına konu olan dönemde PKK’nin silah yakma töreni, Gazze’deki gelişmeler ve İsrail’in hamleleri, ABD’nin Ortadoğu ve Suriye politikasına dair açıklamalar, Avrupa’daki enerji kırılganlıkları ve Kafkasya’daki jeopolitik gerilimler öne çıktı. Türkiye’nin mevcut yönetim stratejisinin temel ekseni hala; ekonomik kırılganlıkları dış destekle törpülemeye çalışırken, dış politik gelişmeleri içerideki meşruiyet krizini yönetme aracı olarak kullanmak şeklinde özetlenebilir. Dış politikada, değişen koşullarda Türkiye’nin kendine yeni bir pozisyon edinme çabaları hala net bir karşılık bulmuş değil.

Çözüm Sürecine Dair Dış Gelişmeler

Süleymaniye’deki Qasane Mağarası’nda gerçekleştirilen PKK silahsızlanma töreni, sadece bölgesel değil, küresel medyada da geniş yankı buldu. Törenin, uluslararası basının katılımıyla sembolik bir geçiş anına dönüştürülmesi ile çözüm süreci dış basın nezdinde nesnel olarak takip edilecek bir konu haline geldi. Ancak özellikle batıdan, törenin pozitif karşılandığının dışında net bir tavır gelmemesini de not etmek gerekiyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani’nin yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı Erdoğan, MHP lideri Bahçeli ve PKK lideri Öcalan’a yönelik teşekkür ifadeleri dikkat çekti. Barzanı’nin resmi pozisyonu itibari ile bir devlet görevlisi adına verilen bu mesajda, bu üç ismin aynı cümle içinde aynı denklikte anılması, stratejik bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Leyla Zana’nın, Bafıl Talabani ve Barzani’ile görüşmesi, Kürt hareketi içindeki hem siyasi hem de yeni kuşaklar arası ittifakın görünür hale geldiğini ortaya koymaktadır. Törene katılan DEM Parti heyeti de bölgesel aktörlerle görüşmeler yaptı.

DEM Parti, barış sürecinin yeniden başlamasına yönelik diplomatik zemin yoklamak üzere ABD’de çeşitli temaslarda bulundu. Parti sözcüsü Ceylan Akça’nın açıklamasına göre, bu temaslar sırasında “uluslararası toplumun sürece ilgisi oldukça yüksekti.” Bu söylem, barış sürecinin yalnızca yerel bir inisiyatifle değil, uluslararası meşruiyet ve destek arayışıyla şekillendirilmeye çalışıldığını göstermektedir. ABD’deki bu diplomasi trafiği, hem Washington’daki siyasi aktörleri sürece dahil etme hem de Kürt meselesinin çözümüne dair uluslararası baskı unsurlarını harekete geçirme çabası olarak okunabilir.

Törenin hemen öncesinde, Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın’ın Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani ile Bağdat’ta gerçekleştirdiği görüşme de, Türkiye’nin yalnızca askeri değil, diplomatik ve istihbari kanalları da devreye sokarak süreci yönlendirmeye çalıştığını göstermektedir. Kalın’ın temasları, Irak’ın egemenlik hassasiyetleri gözetilerek yapılmış gibi görünse de asıl hedefin, PKK’nin Irak’taki varlığının sonlandırılmasına dair adımların koordinasyonu olduğu söylenebilir. İbrahim Kalın geçtiğimiz hafta da Federe Kürdistan Bölgesi’nde temaslarda bulunmuş, Mesut Barzani, Neçirvan Barzani, Mesrur Barzani ve Kubat Talabani gibi isimlerle görüşmüştü.

Güney Kürdistan’daki dikkat çekici gelişmelerden biri de, Mesut Barzani ve Bafıl Talabani’nin bir araya gelmesi oldu. Görüşme detayları açıklanmazken, KDP ve KYB’nin birleşme, ortak hareket ve Peşmerge ordusunu bütünleştirme gibi konularda atacağı adımların Irak Kürdistanı’nın kaderini belirleyeceğini söyleyebiliriz.

Suriye’deki gelişmeler, ABD politikası değişiyor mu?

ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın yaptığı açıklamalar, Washington’un Suriye’deki nihai hedefinin “tek devlet, tek ordu” ilkesi olduğu yönünde bir strateji değişikliği mi olduğu yönünde bir soru işareti yarattı. Bu açıklama, yalnızca ABD’nin Suriye stratejisindeki yönelimini değil, aynı zamanda Türkiye’nin bu denklemdeki sınırlı hareket alanını da gözler önüne seriyor. Barrack’ın açıklamasına göre ABD, Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) Şam yönetimine entegre ederek, herhangi bir siyasi özerklik tanımaksızın merkezi bir yapı oluşturmayı hedefliyor. Bu perspektif, bir yandan Türkiye’nin SDG’yi “terör uzantısı” olarak tanımlayan güvenlik tezleriyle kısmi bir örtüşme sağlıyor gibi görünse de öte yandan Türkiye’yi diplomatik ve stratejik olarak denklemin dışına iten bir yaklaşım anlamına gelebilir.

Türkiye’nin 2019’dan bu yana sınır ötesi operasyonlarla elde ettiği “güvenli bölge” statüsü ve bölgesel kontrol alanları, ABD’nin Suriye’de merkezi hükümeti güçlendirme yaklaşımıyla doğrudan çelişiyor. Barrack’ın sözleri, Türkiye’nin Suriye’de kendisine biçtiği güvenlikçi rolün artık ABD tarafından ikincil hatta geçici olarak değerlendirildiğine işaret ediyor. Bu da Türkiye açısından yalnızca askeri varlığının değil, diplomatik manevra kapasitesinin de daralmakta olduğunu gösteriyor. “Suriye’nin toprak bütünlüğü” vurgusu üzerinden şekillenen bu dış baskı, Türkiye’nin bölgede kalıcı bir etki yaratmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack’ın tekçi söylemlerinin ABD politikasını yansıtmadığını belirten PYD Dış İlişkiler Sözcüsü Salih Müslim, “Suriye etnik ve dini açıdan çeşitlidir. Tüm grupların yönetim ve savunmada pay sahibi olduğu merkezi olmayan bir model, güçlü bir Suriye inşa etmenin tek yoludur” dedi. ABD’nin diğer aktörleri tarafından henüz teyit edilmeyen “tek devlet, tek ordu” politikası veya merkezi olmayan model, iki koşulda da Suriye konusunda yaşanacak netleşmede SDG’nin güçlü bir yerinin olacağı net. Bu netleşme, yalnızca Suriye’nin iç düzenine dair bir plan değil; aynı zamanda bölgesel meşruiyet mücadelesinde “kimin meşru aktör, kimin dış müdahaleci” olduğu” sorusunu da yeniden tanımlıyor. Bu bağlamda SDG’nin Şam’a entegrasyonu, hangi koşulda olursa olsun, sahadaki bir silahlı gücün meşrulaştırılması anlamına gelirken; Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu, giderek bir dış aktör haline dönüşüyor. Bu strateji, Rusya-İran-Türkiye üçlüsünü dışlayan ve İsrail-Suudi Arabistan-Mısır gibi statükocu Arap devletlerini yeniden öne çıkaran bir yeni dizilim anlamına da geliyor. Bu gelişme İsrail ve Amerika’nın Suriye’de üniter bir Arap devleti olması konusunda uzlaştığı şeklinde de okunabilir. Türkiye’nin yalnızlaşan pozisyonu, yalnızca Suriye özelinde değil, Ortadoğu’daki genel ağırlığının da yeniden tartışmaya açılmasına neden olabilir.

Türkiye, hem iç politikada hem de dış ilişkilerde yaşadığı güven sorunu nedeniyle bu gelişmelere henüz stratejik bir yanıt üretemedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemdeki dış ziyaretleri, özellikle Azerbaycan ve Körfez ülkeleri ekseninde sembolik düzeyde kalıyor. Aynı şekilde çözüm sürecinin iç politikadaki yansımaları ile ABD’nin Ortadoğu’daki yeniden dizilimi arasında bir senkron kurulamıyor. Tom Barrack’ın açıklamaları, Suriye’de kartların yeniden dağıtıldığını ve bu dağıtımda Türkiye’ye çok az yer bırakıldığını gösteriyor. SDG’yi özerklik talep etmeyen bir pozisyonda Şam’a entegre etme planı, Türkiye’nin tüm askeri ve diplomatik çabasını kadük hale getirebilir. Bu tablo, yalnızca Türkiye’nin dış politikasında değil; Kürt meselesi, bölgesel güvenlik, göç politikaları ve milli savunma stratejisi gibi çok sayıda alanda yeni kırılmaların habercisi olabilir.

Sahadaki dikkat çekici gelişmelerden biri de HTŞ’nin Suriye’deki Tartus Limanı’nı Birleşik Arap Emirlikleri merkezli DP World şirketine 30 yıllığına 800 milyon dolara devretmesi oldu. ABD’nin Suriye konusundaki bu aceleci çözüm paketinin ana sebebi, bir an önce dikkatlerini İran’a çevirme isteği olabilir. Ancak HTŞ’nin Suriye’de düzen kurması neredeyse imkânsız görünüyor. İstikrarlı bir çözümün tek altertantifi Kürtlerin, Türkmenlerin, Alevilerin, Dürzilerin ve Sünnilerin birleşip geçici bir Suriye Demokratik Hükümeti kurmaları olabilir. Bu konuda Türkiye’nin buna ikna olması ama esas olarak da ABD ve İsrail’in kendi planlarından vazgeçmesi gerekli.

Suriye’de Dürzilere yönelik saldırılar

Suriye’nin güneyindeki Dürzi çoğunluklu Süveyda vilayetinde yaşanan çatışmalar, bölgedeki gelişmelerin yeni odak noktası haline geldi. Dürzi silahlı gruplar ile Bedevi aşiretler arasında çıkan şiddetli çatışmalarda 100 ila 200’den fazla kişi hayatını kaybetti. Çatışmalar, bir Dürzi tüccarın saldırıya uğraması ve kaçırma olaylarının yaşanmasıyla başladı. Şam hükümeti bölgeye müdahale ettiğini söylese de, müdahaleye gidenlerin Dürzilere yönelik katliama katıldığı söyleniyor. İsrail’in “Dürzileri koruma” gerekçesiyle Süveyda’daki Suriye ordusuna hava saldırıları, Şam’da Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı yerle bir etmesi ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı vurması ile konu başka bir boyut kazandı. Suriye içindeki pozisyonları açısından Türkiye ve İsrail arasındaki gerilim tekrar yükseldi. Son aşamada ateşkes ilan edilse de gelişmelerin henüz neticelenmediği, İsrail’in Suriye iç savaşında bölgesel aktörlere doğrudan müdahalesinin süreceği söylenebilir.

Gazze’deki Gelişmeler

Gazze’de kalıcı ateşkes görüşmeleri sürerken, sadece 2 Temmuz’da 29 Filistinlinin daha hayatını kaybetmesine yol açan İsrail saldırıları devam ediyor. Yoğun bombardıman ve abluka koşulları altında Gazze halkı temel yaşamsal ihtiyaçlara dahi erişemez halde. Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese’nin “Gazze’de yaşanan soykırımdan bazı çıkar çevreleri fayda sağlıyor” açıklaması uluslararası kamuoyunda yankı uyandırdı. Bu arada Gazze’ye yelken açacak üçüncü insani yardım gemisi Hanzala, Madleen’in yolculuğundan yaklaşık bir buçuk ay sonra İsrail ablukasını yeniden aşmayı deneyecek. Gemide, daha önce Madleen’de yer alan Yasemin Acar’ın yanı sıra çok sayıda gazeteci, siyasetçi ve aktivist bulunuyor.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Ankara’da Hamas heyetiyle gerçekleştirdiği son görüşmelerin odağında da Gazze’de kalıcı bir ateşkesin sağlanması vardı. Ancak bu temasların sonuç üretip üretmeyeceği, ABD ve İsrail’in olası tutumlarıyla doğrudan bağlantılı. ABD’nin İsrail’e üs, karargâh ve mühimmat deposu inşasını içeren 1,5 milyar dolarlık askerî yardım sağlaması ABD’nin bölgede İsrail ile beraber hareket etmeye devam edeceğinin belirtisi olarak okunabilir.

Gazze krizine doğrudan temas eden bir başka başlık ise, İsrail’e askeri çelik taşıdığı iddia edilen ZIM Luanda gemisine yönelik tepkiler oldu. Filistin Eylem Komitesi (Action Committee for Palestine), geminin Mersin Limanı’ndan ayrılmadan durdurulması çağrısında bulundu. Geminin, İsrail Askeri Sanayii (IMI) şirketine gönderilmek üzere 40 blok askeri sınıf çelik taşıdığı ileri sürüldü. Bu çağrının ardından, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı’na resmi başvuruda bulunarak gemiye el konulmasını talep etti. Bu adım, sadece hukuki değil aynı zamanda siyasi ve diplomatik bir baskı girişimi niteliği taşıyor. Bu bağlamda geçmişte Ticaret Bakanı’nın yaptığı, “başka ülkelerin şirketlerine bu şekilde davranılırsa ticaret yapılamaz” yönündeki açıklaması doğrudan bu olaya ilişkin olmasa da Türkiye’nin vereceği tepkiyi öngörmemizi sağlayabilir.

Dünyadaki diğer gelişmeler

İsrail ile Rusya arasında İran ve Suriye konularında gizli görüşmeler yapıldığı yönünde iddialar var. Bu iddia doğruysa, Tel Aviv’in Moskova ile doğrudan temas kurarak diplomatik çözüm kanalı açarak İran’ın pozisyonunu dengelemeye çalıştığı anlaşılabilir. Ayrıca, İsrail’in Şam üzerindeki baskısını sürdürürken Rusya’yla diplomatik bir kanal açması, ABD’nin bölgedeki lider pozisyonunu zayıflatabilecek bir gelişme olarak değerlendiriliyor.

ABD ile İran arasında nükleer müzakereler, İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırıların ardından Oslo’da yeniden başlayacak. Pentagon yetkilileri bu saldırıların İran’ın nükleer programını 1–2 yıl geciktirdiğini iddia ederken, Donald Trump tesislerin tamamen yok edildiğini savundu. Bu farklı açıklamalar hem ABD iç siyasetindeki ajandaların hem de nükleer caydırıcılık stratejisinin algı düzeyinde yürütüldüğünü göstermektedir.

Ukrayna savaşında Rusya’nın sahadaki kısmi üstünlüğünü pekiştirdiği yönündeki haberler, iki farklı şekilde yorumlanabilir. Zelensky’ye verilen uluslararası destek ile yoğun bir çatışma gündeme gelebilir veya ateşkes müzakereleri hız kazanabilir. Trump’ın savaşı bir an önce sorunu çözmek istediği biliniyordu, bu nedenle, sonradan yalanlansa da Moskova’nın vurulmasını da içeren haberlerin sızdırılması, Trump’ın Rusya’yı ikincil ekonomik yaptırım ile tehdit etmesi, çözümü hızlandırmak için atılan adımlar olarak yorumlanabilir.

Bu gelişmelerin üzerine Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, Ukrayna savaşında Rusya’ya koşulsuz destek verdiğini yeniden vurguladı. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da Kim’e “Kursk bölgesinin kurtarılmasına Kuzey Kore ordusunun katkısı için” teşekkür etti. Bu gelişme, Soğuk Savaş sonrasında kutuplaşmanın yeniden arttığı bu dönemde ABD-Avrupa eksenine karşı ittifakların giderek netleşmesi olarak okunabilir.

ABD Senatosu’ndan geçen yeni yasa ile Trump yönetimi, “büyük güzel servet transferi” adını verdiği ekonomik paketi yürürlüğe sokmuştur. Buna göre, en yoksul Amerikalılara sağlanan kamu sağlığı ve gıda yardımı kesintiye uğrarken, en zengin kesimin vergi indirimleri uzatılmıştır. Bu durum, ABD içindeki gelir eşitsizliğini artıracağı gibi, sınıf temelli yeni toplumsal gerilimlere de zemin hazırlamaktadır. Ayrıca, 1 Ağustos’tan itibaren Japonya ve Güney Kore’den ithal edilen tüm ürünlere %25 ek gümrük vergisi uygulanacağı duyurulmuştur. Bu adım, ABD’nin Asya-Pasifik’teki ticaret ortaklarıyla ilişkilerini zorlaştırabilecek bir gelişme olarak öne çıkmakta; küresel tedarik zincirinde yeni krizler yaratabileceği gibi, Çin ile yaşanan ticaret savaşlarına benzer bir eksen oluşturma potansiyeli taşımaktadır.

Fransa’da son bir yılda 650 bin kişinin daha yoksullaştığı, toplamda ise 6,2 milyon yoksulun bulunduğu açıklandı. Bu artış, sadece ekonomik dalgalanmaların değil; aynı zamanda Avrupa’daki refah devleti modellerinin krizinin de bir göstergesi. Enflasyon, enerji fiyatlarındaki artış ve gelir adaletsizliği gibi unsurlar, Avrupa toplumlarında sosyal huzursuzlukların yeniden tırmanmasına yol açıyor.

Rusya ile Azerbaycan arasında, Sputnik çalışanlarının tutuklanması sonrası başlayan diplomatik kriz, Kafkasya’da kırılgan siyasi dengeleri yeniden gündeme taşıdı. Bu gerilim, İsrail-İran hattındaki çatışmalarla da dolaylı ilişkili olabilir. Medya çalışanlarına yönelik baskılar, bölgedeki bilgi savaşlarının ve propaganda çatışmalarının da yeni bir evreye girdiğine işaret ediyor. Ermenistan’da, Daşnaktsutyun Partisi’nin Kilise’yi hedef alan çıkışları, ülkedeki dini kurumlarla siyasi yapılar arasındaki gerilimi tırmandırdı. Bu kriz, aynı zamanda Rusya’nın Ermenistan üzerindeki etkisinin azaldığının düşünüldüğü bir dönemde, iç siyasi kutuplaşmanın bölgesel istikrarsızlığa evrilebileceğini düşündürmektedir. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki Zengezur Koridoru meselesinin çözülebilmesi için bölgenin 100 yıllığına bir Amerikan şirketinin kontrolüne verilmesini teklif ettiklerini söyledi. Zengezur hattı üzerindeki uluslararası rekabet, sadece enerji ve ulaşım değil; askeri ve istihbari boyutları da içeren çok katmanlı bir konu.

EKOLOJİ

Orman Yangınları

Yaz aylarında çıkan orman yangınları maddi ve manevi kayıpların yanısıra,  kamusal sorumluluğun özelleştirilmesi, mülksüzleştirme, sermaye birikimi, emek adaleti gibi meseleleri içeren çok katmanlı bir krizi de ortaya koydu. Türk Tabipleri Birliği (TTB), orman yangınlarının ciddi bir halk sağlığı krizine dönüştüğünü belirten kapsamlı bir bilgi notu yayımladı. Bilgi notunda, yangınların neden olduğu dumanın ince partikül maddeler (PM2.5) başta olmak üzere zehirli kimyasallar içerdiği ve solunum, kalp-damar, sinir ve bağışıklık sistemlerini etkileyerek ciddi sağlık sorunlarına yol açtığı vurgulandı.

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) yangınların, elektrik dağıtım işinin özelleştirilmesiyle birlikte, bakım ve kontrol süreçlerinin ihmal edilmesinin bir sonucu olduğunu vurguladı.EMO Başkanı Mahir Ulutaş, kamu döneminde yapılan düzenli bakım ve teknik denetimlerin özel şirketler tarafından maliyet kalemi olarak görülüp ihmal edildiğini, bu nedenle yangın riskinin arttığını söyledi. Kamu denetiminin zayıflığı ve şirketlere yaptırım uygulanmaması da yaşanan felaketlerin yapısal nedenleri arasında gösteriliyor. Bakanlık, yangınlara genellikle bahçe temizliği, tarla sürümü, kaynak çalışmaları ve piknik ateşi gibi ihmallerin neden olduğunu açıklarken, Orman Genel Müdürlüğü verileri yangınların sadece %4’ünün elektrik kaynaklı olduğunu belirtti. Fakat, kamuoyunda paylaşılan bilgilerde yanan ormanlık alanların %20’sinin elektrik dağıtım sistemleri nedeniyle zarar gördüğü vurgulanıyor. Emek Partisi (EMEP) İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, bu bağlamda, İzmir ve Hatay başta olmak üzere birçok ilde yaşanan orman yangınları sonrası, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar’ın yanıtlaması istemiyle kapsamlı bir soru önergesi sundu.

Elektrik dağıtım hizmetini yürüten GDZ Elektrik Dağıtım ise İzmir Valisi Süleyman Elban’ın Çeşme, Seferihisar, Ödemiş ve Foça’daki yangınların elektrik hatlarından kaynaklı olduğunu belirttiği açıklamasına karşı çıktı ve ilk değerlendirmelerde böyle bir bulguya rastlanmadığını ifade etti. Şirket yangınları değişen hava koşulları ile ilişkilendirdi. Fakat, GDZ Elektrik’in bağlı olduğu Aydem Grubu’nun geçmişte Marmaris ve Datça’daki büyük yangınlarla, iş kazaları ve ölümlerle anılan sicilini de burada hatırlatmak yerinde olacaktır. İçişleri Bakanlığı ise 26 Haziran-4 Temmuz tarihleri arasında 12 ilde çıkan 65 orman yangınıyla ilgili yürütülen soruşturmalarda 44 kişinin gözaltına alındığını bildirdi. Bakanlığın verdiği bilgiye göre bu 44 kişinin 10’u tutuklandı, 6’sına adli kontrol uygulandı. İzmir, Sakarya, Manisa, Balıkesir ve Bursa başta olmak üzere birçok ilde çeşitli nedenlerle çıkan yangınlarla ilgili adli süreçlersürüyor.

Emek Partisi heyetinin Hatay’daki yangın bölgelerine yaptığı ziyarette ise  yangınların sistematik bir mülksüzleştirme sürecini de içerdiği ifade edildi. Heyet, yangınların, Karaali ve Dikmece başta olmak üzere TOKİ projelerinin planlandığı alanlarda çıkmasının şüpheleri arttırdığını belirtti ve yangın bölgelerinin afet alanı ilan edilmesi ve halkın yalnız bırakılmaması gerektiğini vurguladı. Avukat Fevzi Özlüer de yangınların karbon ticaretiyle bağlantılı olarak özel sektör için “plantasyon ormanı” (fidan dikimi yoluyla tesis edilen orman) fırsatına dönüştürülebileceğini, bu durumun uluslararası örneklerle de paralellik gösterdiğini söyledi.

EMEP Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca ise orman yangınlarının aynı zamanda bir emek adaletsizliği sorununa işaret ettiğini ve yangınlar tartışılırken yangınlarla mücadele eden orman işçilerinin haklarının da gündem olması gerektiğini hatırlattı. TBMM’ye verdiği önergede orman işçilerinin maruz kaldığı zorunlu fazla mesaiyi, personel eksikliğini ve düşük ücretleri hatırlatan Karaca, orman işçilerinin haklarının kamu çerçeve protokolünde olup olmayacağını sordu. Karaca ayrıca Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’nın yangınlarla mücadelede kullanılan itfaiye araçlarındaki artışa vurgu yapmasının yanıltıcı olduğunu, çünkü normalde 5 ila 8 kişinin olması gereken araçlarda 1 şoför, 1 hortumcu olmak üzere iki kişinin çalıştığını belirtti. Bu bakış açısı yangınlarla mücadeleyi, teknik kapasite (araç sayısı) üzerinden tanımlarken, bu araçları kullanan işçilerin haklarını, güvenliğini ve yaşam koşullarını görmezden geliyor. Bu zor koşullarda çalışan işçilerin herhangi bir kazanın sonucu olarak ortaya çıkan maliyeti de ödemek zorunda bırakıldığını belirten Karaca insan eksiğinin de mevsimlik işçilerle kapatılmaya çalışıldığını ifade etti. Yangınla mücadeledeki personel eksikliği, düşük ücretler, mevsimlik ve güvencesiz istihdam biçimleri, devletin doğa koruma işlevini piyasa mantığına ve maliyet minimizasyonuna endekslediğine işaret ediyor. Aslında burada “yeşil emek”in, yani çevresel emek süreçlerinin değersizleştirilmesinden de bahsedebiliriz. Karaca’nın çizdiği tablodan orman ekosistemleri ile bu alanlarda çalışan işçilerin semaye birikimi süreçlerine feda edildiğini iddia etmek yanlış olmaz. Bu bağlamda orman işçilerinin durumu çevresel adalet ile emek adaleti mücadelelerinin her zaman çatışmak zorunda olmadığını, aslında kesişebildiğini de göstermek için önemli bir örnek.

Enerji ve madencilik projelerini kolaylaştıran torba yasa

TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda 19 Haziran 2025 günü gündeme gelen ve komisyondan geçen torba yasa teklifinin, Türkiye’nin doğal varlıkları, çevre hukuku, yurttaşların mülkiyet hakları ve kamu yararı ilkesi açısından son derece tehlikeli düzenlemeler içerdiğini daha önceki gündem yazımızda belirtmiştik. Ekoloji avukatlarından Arif Ali Cangı Evrensel’e verdiği röportajda, yasanın 1. maddesinin Çevre Kanunu’nun 10. maddesinde değişiklik öngördüğünü, bunun da  ÇED kararı olmadan, her türlü iznin ve ruhsatın verilebilmesine olanak tanıdığını belirtti. Buna göre, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) madenciler adına tüm izinleri içeren ruhsatları hazırlayacak; ilgili kurum dört ay içinde cevap vermezse izin verilmiş sayılacak. Bunun yanında, devlet ormanlarında 2 yıl süreyle bedelsiz madencilik izni verebilecek. Şirketin işletmeye geçebilmesi için arama faaliyeti izni yeterli olabilecek. Ruhsatlı maden sahalarında sit kararı çıkması durumunda şirkete tazminat ödenecek. Bu yasa teklifiyle getirilen düzenlemeyle, Orman Genel Müdürlüğü’nün bir projeye verdiği “orman tahsis izni” artık otomatik olarak ÇED uygunluğu olarak sayılacak. Yani ÇED süreci fiilen bypass edilecek. Altın, gümüş, kömür gibi IV. grup madenler ve “stratejik” ya da “kritik” olarak tanımlanan yeni maden kategorileri için mevcut kurumlar izin vermezse, izin verecek yeni bir kurul oluşturulacak. Bu madenler için acele kamulaştırma yapılabilecek ve şirketler, üretimlerinin %10’unu stoklayabilecek. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç ise kanun ile hem Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği hem de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) bağlanmış olduğunu ifade etti.  TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi ise  teklifin zeytinliklerin taşınması veya madencilikle zarar görmeden kullanılması gibi ifadelerin bilim dışı ve Zeytincilik Kanunu’na aykırı olduğunu belirtti. Açıklamada, kömürlü termik santrallerin teşvik edilmesinin Türkiye’nin Paris Anlaşması taahhütleri ve net sıfır hedefleriyle çeliştiği, teklifin çevre, insan sağlığı ve kamu yararı açısından geri çekilmesi gerektiği ifade edildi.

Çevre örgütleri, köylü inisiyatifleri, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinden oluşan yüzü aşkın kurumun oluşturduğu “Toprağımızı Vermiyoruz” Kampanyası Çalışma Grubu torba yasa teklifine karşı bir kampanya başlattı. Kampanya grubu “süper izin yasası” olarak nitelendirdikleri yasa teklifini bir toprak gaspı olarak değerlendiriyor. Kampanya grubunun basın açıklamasını okuyan Funda Öz Akcura yasa ile zeytinliklerin köylünün elinden alındığını, kaçak yatırımların affedildiğini ve meraların şirketlere tahsis edildiğini belirtti. Yeni düzenlemenin tapuları da kamulaştırma belgesi ile iptal ettiğini ve mülk sahibinin onayına gerek duyulmaksızın toprağın el değiştirmesini sağladığını ifade etti. Balıkesir’in Gökçeyazı Köyü’nden gelen Raziye Yıldırım da kanun teklifini  vücuduna zeytin yaprakları yerleştirerek protesto etti. Rize İkizdere’de çevre mücadelesi veren ve Karıncalar grubu adına konuşan Aslı Kahraman da yasanın yalnızca Ege Bölgesi ile ilgili olmadığını, Karadeniz’de Samsun’dan Artvin’e kadar sekiz bölgenin ortalama yüzde 87’sinin kanun tasarısı ile madenciliğe açıldığını hatırlattı.  Basın açıklamasına CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır ve DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli’nin yanı sıra TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık da katıldı.

Torba yasa teklifine karşı Muğla, İzmir, Manisa ve Ordu’dan gelen köylüler Ankara’da Cemal Süreyya Parkı’nda oturma eylemi başlattı. Köylüler, yasa geri çekilene kadar direnişlerini sürdüreceklerini belirttiler. Muğla İkizköy’den Ayşe Günay ve köy muhtarı Nejla Işık, zeytinliklerin korunması için yıllardır verdikleri mücadeleyi vurgularken, bu yasanın çıkarılmasının köylerin, hayvanların ve zeytin ağaçlarının “ölüm fermanı” anlamına geldiğini söylediler. İzmir’den Mehmet Aksoy da yasayı ülke genelinde bir doğa talanı olarak değerlendirdi. DEM Parti Milletvekili İbrahim Akın ise yasanın doğaya “kayyum atamak” olduğunu, anayasaya aykırı yetki devri içerdiğini ve meraların enerji projeleri için işgal edilmesine zemin hazırladığını ifade etti. Köylüler, doğayı, tarımı ve yaşamı savunduklarını belirterek, tüm yurttaşları dayanışmaya çağırdı.

İklim Kanunu

Meclis’e getirilen iklim kanunu milletvekillerinin ve çevre örgütlerinin muhalefeti ile geri çekilmişti. Yasa güncellenmiş haliyle yeniden meclisin gündemine getirildi. Avukat Arif Ali Cangı yasa teklifi hazırlanırken çevre, ekoloji ve iklim hareketlerinden görüş alınmamasının yasanın ruhunu yansıttığını ifade ediyor. Cangı yasanın ilk maddesinde yapılan “yeşil büyüme vizyonu” vurgusunun da yasanın temel amacını deşifre ettiğini belirtiyor. Yasada ekolojik yıkımın sürdürülebilir kalkınma söylemi ile gizlenmeye çalışıldığını ve yasanın bir yeşile boyama denemesi olduğunu savunuyor. 2053 net sıfır emisyon hedefinin altını çizen yasa tasarısı bir yandan da ülkenin kalkınma önceliklerine ve özel koşullarına vurgu yapıyor. Yasanın fosil yakıttan çıkışa dair bir eylem programı içermemesi de sorunsallaştırılıyor. Cangı, yasadaki paradigmanın Karbon Piyasası Kurulu ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği başkanının başkanlığında sanayi, ticaret ve finans kuruluşları tarafında şekillendirildiğini ifade ediyor. Bu nedenle de yasada iklim değişikliğine yol açan kentleşme pratikleri, endüstriyel hayvancılık ve ekokırım ele alınmıyor. Cangı iklim yasasının olmazsa olmazlardan birinin ekokırım suçunun tanınması olduğunu belirtiyor.  Batı Karadeniz Çevre Gönüllüleri Platformu avukatlarından Yakup Şekip Okumuşoğlu’na göre ise İklim Kanunu şirketler arasında emisyon ticaretine izin vererek, onlara, fiilen kirletme hakkı tanıyor ve böylelikle parası olan şirketlerin, daha az emisyon salan firmalardan hak satın alarak sınırlarını aşabilme imkanı buluyor.  Okumuşoğlu, devletin yasa ile anayasal yükümlülüklerini yerine getirmek yerine aracı bir rol üstlenerek özel sektörün emisyon ticaretini kolaylaştırdığını savundu.

TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç da T24’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda kanunu bir ‘emisyon ticareti sistemi kurma’ kanunu olarak değerlendirdi. Emisyon ticaretinin temel felsefesinin kirletirim-öderim perspektifine dayandığını belirten Deniz Ataç, Berat Albayrak döneminden bu yana Türkiye’nin çevre yönetiminde Çevre ve Tarım Orman bakanlıklarının yerine Enerji Bakanlığı’nın belirleyici olduğunu ifade etti. Enerji Bakanlığı’nın bu üstyapı durumu nedeniyle çevre yönetiminde doğa kullanma-koruma dengesinin bozulduğunu belirtti. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın kendisinin bir tezat içerdiğini söyleyen Ataç, iklim ve çevrenin yanına şehircilik eklendiğinde denklemin radikal bir şekilde değiştiğini savundu.  

Gemi Sökümü

Daha önceki gündem çalışmamızda İngiliz Kraliyet Donanmasına ait HMS Bristol adlı savaş gemisinin sökülmek üzere Aliağa Gemi Söküm tesislerine geldiğini belirtmiştik. Bu gemi, Aliağa Gemi Söküm tesislerinde sökümü yapılacak İngiliz donanmasından emekliye ayrılan 31 askeri gemiden birisi. Bu gemiler askeri gemiler oldukları için taşıdıkları kimyasal risk ile ilgili bilgiye ulaşılamıyor. Bu olayın bir ekolojik emperyalizm örneği olarak değerlendirildiğini daha önce ifade etmiştik ve gemi sökümünün yaratacaği çevresel tahribatı ve söküm koşullarının iş sağlığı ve güvenliği açısından problemlerine dikkat çekmiştik. Evrensel’in haberine göre sökümü AB sertifikalı 11 şirketten birisi olan Leyal Şirketi yapacak. Fakat, şirketin AB denetim karnesi oldukça sorunlu. Habere göre şirket AB denetimi öncesi çevresel zararı gizlemeye çalışmış. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın 2019 tarihli raporlarında da bölgedeki çevresel tahribat belgelenmiş.