Bu yazı 21 Mayıs – 3 Haziran tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

İÇ POLİTİKA

İBB ve CHP’ye Dönük Operasyonlar Devam Ediyor

Son iki haftalık periyotta da İmamoğlu’na, İstanbul Belediyesine ve CHP’li diğer belediyelere dönük operasyonlar bütün hızıyla devam etti. Öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki günlerde de bu operasyonlar son bulmayacak. Üçüncü, dördüncü ve beşinci dalga operasyonlarda onlarca insan yine hiçbir maddi kanıt olmadan, gizli tanıkların ya da “etkin pişmanlıktan” yararlananların ifadeleriyle göz altına alındı. Bunların bir kısmı tutuklandı. Bu arada aldıkları tehditler nedeniyle etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyenlerin sayısının arttığı görülüyor. Rejim yanlısı medya ve özellikle devlet kanalı TRT, ortada çok büyük bir yolsuzluk varmış algısını oluşturmak için kurgu haberler yapmaya devam ediyor. Buna karşın, yapılan kamuoyu yoklamalarında, İmamoğlu operasyonunun bir yolsuzluk meselesi olduğuna dair bir algının oluşmadığı, tam tersi bunun siyasi bir operasyon olduğu görüşünün hâkim olduğu anlaşılıyor. Seçildikten yedi ay sonra tutuklanan ve yerine kayyum atanan Ahmet Özer ise hâkim karşısına çıktı ve tutukluluğunun devamı kararı verildi. Ayrıca CHP İstanbul il başkanı Özgür Çelik ve 26 kişi hakkında 15 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Dava 22 Eylül’de görülecek.

Diğer taraftan CHP Genel Merkezi’ne dönük operasyon da devam ediyor. CHP kurultayının iptal edileceği ve CHP’ye kayyum atanacağı haberleri dolaşıma sürülmüşken, CHP’nin olağanüstü kurultaya gitmesi, bu planın uygulanmasını imkânsız hale getirmişti. Ancak öyle anlaşılıyor ki A planı geçersizleşen rejim bu kez B planını devreye sokuyor. Başta eski Hatay Belediye başkanı ve bazı CHP’lilerin şikâyeti üzerine, 4-5 Kasım 2023 tarihinde yapılan kurultayla ilgili soruşturmanın iddianamesi savcılık tarafından hazırlandı. İddianamede Kemal Kılıçdaroğlu mağdur, Ekrem İmamoğlu ise suçlu sıfatıyla yer aldı. 2023 yılında yapılan kurultayın iptaliyle ilgili duruşmanın 30 Haziran’da yapılması bekleniyor.

İddialara göre rejimin B planı, 2023 kurultayı ile ilgili olarak iptal yerine “mutlak butlan” kararı çıkartmak. Bu, 2023 kurultayının yok hükmünde olduğu anlamına gelecek ve kurultay hiç olmamış gibi, yönetim bir önceki kadroya devredilecek. Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu ve eski yönetim yeniden CHP’nin başına geçecek. Mahkemenin bu kurultayla ilgili olarak iptal kararı vermesi beklenmiyor. Çünkü yapılan olağanüstü kurultayla zaten yeni bir yönetim seçilmiş durumda. Diğer taraftan, 30 Haziran’da yapılacak duruşmada karar çıkmaması ve duruşmanın başka bir tarihe ertelenmesi ihtimali de var. Böylelikle CHP içindeki çatışmanın uzaması ve kronikleşmesi arzulanıyor olabilir. Ayrıca Kılıçdaroğlu ekibi başa getirildiğinde yeni bir kurultay kararı alabilirler, almasalar bile toplanan imzalarla çok kısa sürede bir kurultay toplanabilir ve sorun tümüyle çözülür. Bu nedenle davanın uzatılması ve CHP içindeki çatlağın derinleşmesinin beklenmesi daha olası görülüyor. CHP ise “millet iradesine sahip çıkıyoruz” mitinglerini yapmaya devam ediyor. Süreç içerisinde bu mitinglere katılan kitlenin azalması beklenirken tam tersi mitinglerin oldukça kalabalık ve coşkulu geçtiği görülüyor.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuyla ilgili tavrı ise ayrı bir tartışmayı başlatmış durumda. Kılıçdaroğlu’nun, TGRT’ye yaptığı, “bu partinin düşmanlarını yine bu partinin harem-i ismetinde boğmaya muktediriz” açıklaması tartışmalara neden oldu. 2023 kurultayında hiçbir problemin olmadığını ve kurultayın sorunsuz gerçekleştiğini söylemedi. Ayrıca mutlak butlan kararı çıkarsa ne yapacağını da açıklamadı. İddialara göre Kılıçdaroğlu ve ekibi, mutlak butlan kararı çıkması ihtimaline karşı yeniden yönetime gelme hazırlıklarını başlatmış durumda. Yüzlerce insan tutuklanmış, İmamoğlu ve ekibi hukuksuz bir şekilde hapse atılmış ve CHP’ye ardı ardına operasyonlar yapılmışken Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu tavrının açık bir “siyasal ilkesizlik” olduğunu dile getirenler var. Özgür Özel ise böyle bir şeye asla müsaade etmeyeceklerini, kayyum veya benzeri operasyonlarla CHP yönetiminin değiştirilmesi durumunda bu kişileri parti binasına sokmayacaklarını açıkladı.

Yaşanan gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla, rejimin planı iki aşamalı olarak ilerliyor. Bir taraftan İmamoğlu ve ekibi tasfiye edilerek hapse atılıyor. Böylelikle yıllar sürecek bu davalarda tutukluluk halleri devam eden İmamoğlu ve ekibi olası bir seçim sürecinin dışına itilmiş oluyor. Diğer taraftan CHP’ye yapılan operasyonla, parti içinde bir ayrışma yaratılarak parti etkisiz ve dağılmış bir hale getirilmek isteniyor. Uzun zamandır farklı biçimlerde uygulanan, kazanabilecek adayı elemine et, muhalefeti dağıt stratejisi, bir kez daha, kanunsuz ve hukuksuz bir şekilde işletiliyor. Rejimin bu yöntemi geri adım atmadan sürdüreceği anlaşılıyor çünkü normal şartlarda yapılacak bir seçimde kazanma şanslarının olmadığını açıkça görüyorlar.

Kürt Meselesi ve Müzakere Süreci

Bu iki haftalık dönemde beklenen en önemli gelişmelerden biri, meclise gelecek olan infaz yasasıydı. PKK’nin kendisini feshi ardından, devletin bir adım atacağı ve pek çok Kürt siyasi tutsağın salıverilmesini sağlayacak bir infaz düzenlemesi çıkaracağı konuşuluyordu. Beklenen infaz düzenlemesi sonucunda 70 ile 90 bin arasında insanın bayram öncesi salıverileceği düşünülüyordu. Ancak bu durum gerçekleşmedi. AKP’nin, “bu düzenleme olursa FETÖ’cüler de çıkar” iddiası ve Covid döneminde gerçekleşen uygulamaya benzer bir düzenlemeye gitmemesi sonucunda önemli bir hayal kırıklığı yaşandı. Yapılan düzenleme ile siyasi tutukluların ve örgütlü suçlardan içeride bulunanların salıverilmesinin önü kesildi. Yetmiş binden fazla insanın salıverilmesi beklenirken, sadece adli suçlardan hüküm giymiş yirmi bin kişinin bu infaz düzenlemesinden yararlanacağı belirtiliyor. Yeni bir infaz düzenlemesi için ise, meclisin açılacağı Ekim ayı gösteriliyor. DEM Parti, bu duruma tepki göstererek AKP’nin sürecin ilerlemesi konusunda ayak dirediğini ve süreci uzatmaya çalıştığını belirtiyor.

PKK’nin fesih kararından sonra devletin hiçbir adım atmaması, PKK’li yöneticiler tarafından da tepkiyle karşılandı. Kendilerinin fesih kararı alarak çok önemli bir adım attıklarını ancak devletin tek bir adım dahi atmadığını hatta Öcalan’ın süreci rahatlıkla yürütmesi için koşullarının dahi değiştirilmediğini belirtiyorlar. PKK’li yöneticiler, silah bırakma sürecini ancak Öcalan’ın yürütebileceğini ve bundan sonra koşullar oluşturulmazsa somut tek bir adım dahi atmayacaklarını söylüyorlar. Devlet yetkilileri ise silah bırakma sürecini takip ettiklerini ve ancak ondan sonra belirli adımlar atabileceklerini söylemeye devam ediyorlar. Yine Bahçelinin açıklamalarıyla gündeme gelen, Mecliste süreci yürütecek bir komisyonun kurulması gerektiği önerisi de şimdilik sözde kalmış gibi görünüyor. Her ne kadar Numan Kurtulmuş bu heyetin oluşturulması amacıyla, siyasi partilerle belirli görüşmeler gerçekleştirdiyse de net bir durum oluşmadığı söylenebilir. Özetle genel kanı, sürecin işlediği, PKK’nin silah bırakmasının çok önemli bir adım olduğu ancak AKP’nin süreci uzatmaya ve yaymaya çalıştığı yönünde. Öyleyse AKP neden sürecin hızlanmasını istemiyor? Süreci uzatarak ne yapmaya çalışıyor?

AKP’nin bu tavrının genel anlamda iç siyasetin dizaynıyla ilgili olduğu ileri sürülebilir. AKP şu anda, İmamoğlu ve ekibini devre dışı bırakmak ve CHP’yi parçalamak gibi bir siyaset izleyerek ülkedeki tüm demokratik ve hukuki süreçleri yok etmiş durumda. Bu şartlarda Kürt siyasi hareketinin daha pasif bir pozisyonda kalması AKP için çok önemli. Sürecin uzatılması Kürt siyasi hareketinin de hareket alanını daraltıyor. DEM Parti ve Kürt siyasetçiler her fırsatta İmamoğlu’na ve CHP’ye yapılan operasyonlara karşı olduklarını açıkça belirttiler. Ancak süreç içinde gelişen toplumsal hareketlere, kitlesel bir katılım göstermekten geri durdukları ve daha dengeli bir siyaset izlemeye çalıştıkları da sır değil.

Öncelikle şunu açıkça belirtmek gerekir ki PKK’nin 50 yıllık silahlı mücadeleyi bırakması ve fesih kararı alması başlı başına önemli bir gelişme olarak değerlendirilmeli. Devletin bu konuda tek bir adım atmadığı söylemi ise tartışılabilir. Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler sonucunda Türkiye’nin Kürtlerle savaş üzerinden yürüttüğü rejim konsolidasyonu konsepti artık işlevsiz gibi görünüyor. Dolayısıyla aslında devletin Kürtlerle savaş konseptini yürüt(e)memesi bile başlı başına bir adım olarak düşünülebilir. Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin Kürtlerle savaş üzerinden bir dış politika izlemesinin artık çok zor olduğu görülüyor. Devletin savaş konseptini terk etme mecburiyeti ve PKK’nin kendisini feshetmesi gibi gelişmelerin yeni bir dönemin başladığının da göstergesi olduğu söylenebilir. Bu durum kısa vadede olmasa bile orta vadede, Türkiye’deki siyasal alanı önemli ölçüde belirleyecek bir değişken. Her şeyden önce, elli yıldır meşruiyetini önemli ölçüde, Kürtlerle yapılan savaş üzerinden inşa eden Türk-İslamcı rejim, bu meşruiyet kaynağını kaybedecek. Kalkınma ve ekonomik refah üzerinden bir meşruiyet oluşturması ise çok zor görünüyor. Dolayısıyla da bu aşamadan sonra Türk-İslamcı rejimin var olan temayülleriyle kendisini sürdürebilmesi kolay olmayacaktır. Muhalif adayları ve muhalefeti baskılama stratejisi kısa vadede sonuç verse bile orta vadede değişim kaçınılmaz gibi görünüyor.

İşte bu noktada, gerçekten demokratik toplum mücadelesi vermek isteyen kesimlerin ne yapacağı çok önemli bir yerde duruyor. Örneğin Kürt siyasi hareketi, uzun yıllardır silahlı mücadelenin şekillendirdiği bir siyasi zemininde hareket etmekteydi. Şimdi, katılımcı, demokratik, kültürel çoğulcu ve öz yönetimi esas alan bir mücadele alanı inşa edebilecek mi? Bunun gerçekleşmesi Türkiye’deki siyasi gelişmeleri büyük oranda etkileyecektir. Ancak bu yetmez. Sonuçta Kürtler bu ülkenin sadece yaklaşık yüzde yirmilik bir toplumsal kesimini temsil ediyor. Türkiye solu, sosyal demokrasisi ve demokratik toplumdan yana olan aydınları bu sürece dahil olabilecekler mi? Yine en temel belirleyicilerden biri de bu olacak. Ayrıca Kürt siyasi hareketi ve Türkiyeli demokratların ortak mücadele alanları oluşturabilme kapasitesi de Türkiye siyasetine şekil verecektir. Bu anlamda yepyeni bir döneme girdiğimizi ancak bu dönemin nasıl gelişeceğinin biraz da aktörlerin alacağı pozisyonlarla şekilleneceğini söyleyebiliriz.

EKONOMİ

Enflasyon verileri açıklandı. TÜİK verilerine göre yıllık enflasyon % 35,41, ENAG’a göre ise %71,23 olarak gerçekleşti. İstihdamda da son 10 yılın en keskin düşüşü yaşanıyor. İstihdam rakamları kötüleşiyor. Geniş anlamda işsizlik rakamları neredeyse her üç kişiden birinin işsiz olduğunu söylüyor.

Enflasyon, açlık ve yoksulluk sınırları ile satın alma gücü dikkate alındığında asgari ücret de çok kötü durumda. Gelişmiş ülkelerde asgari ücret ile çalışanların toplam çalışan nüfusa oranı %5-6’lardayken bu oran Türkiye’de %40’tan fazlasına tekabül ediyor ki , bu da asgari ücretin önemini arttırıyor. Asgari ücrete bu yıl da ara zam yapılmaması, sabit ve dar gelirlilerin durumunu daha da kötüleştirecek.

Özgür Özel’in başlattığı asgari ücrete ve emekli maaşlarına ara zam hamlesi önemli. Ancak işverenler, ihracatçılar ve sanayiciler de maliyetlerden ve dövüz kurunun baskılanmasından çok şikayetçi. ISO 500 firmaları arasında zarar açıklayan şirket sayısının son üç yılda giderek arttığı, geçen seneki verilere göre 500 firmadan 152’sinin zarar açıklaması da gözardı edilmemeli.

Özgür Özel’in asgari ücret hamlesini TİSK’ten başlatması, ardından sendikalarla görüşerek her kesimin uzlaşacağı bir zam oranında anlaşılması önemli. CHP Temmuz’a kadar yapacağı mitinglerde hem asgari ücret zammını hem de emeklilere yapılacak ara zammı dile getirecek gibi görünüyor.

Hal böyleyken İzmir’de yaşanan grev ve gösterilen tepkiler CHP içindeki “işçi düşmanlarını” da açığa çıkardı. Bir yandan özellikle sosyal medya üzerinden ulusalcı kesimin tetiklediği “Tuncelili, Mardinli gitsin İzmirliler işe alınsın” söylemiyle Alevi-Kürt nefreti yayılırken, diğer yandan da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı brüt rakam manipülasyonları ve grev kırıcılığıyla işçileri resmen halkın önüne attı.  Disk de işçilerin taleplerini kamuoyunda net bir dille ortaya koyamadı. Aslında olan Türk-İş’e bağlı işçilerle DİSK’e bağlı işçilerin aldığı maaşlar arasındaki uçurum ve bu yüzden eşit işe eşit ücret talebiyle greve çıkılmasıydı.

Manipülasyonlarla ortamın bulandırıldığı bir durumda Özgür Özel’in “Kimse bizden greve çıkmış işçiye laf söylememizi beklemesin” açıklaması önemliydi. Ardından da anlaşmanın sağlandığı haberi geldi. Anlaşmanın detaylarına gelecek hafta değerlendirmesinde gireceğiz.

DIŞ POLİTİKA

Suriye

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi olan Ankara Büyükelçisi Thomas Barrack bölgedeki diplomatik ve stratejik açıklamalarıyla dikkat çekiyor. Barrack, “Sykes-Picot Anlaşması’nın nesillere mal olan bir hata olduğunu” vurgulayarak, Batı’nın bölgedeki müdahale döneminin sona erdiğini ve ABD’nin Suriye halkının yanında olduğunu belirtti. Bu söylem, yapay sınırlarla bölünen ve yerel halkların etnik ve dini yapılarının göz ardı edildiği Sykes-Picot’un neden olduğu istikrarsızlığa bir eleştiri olarak yorumlanabilir. Özellikle Kürtlerin topraklarının dört devlete bölünmesi ve temel haklarından mahrum bırakılması gibi sonuçların altı çiziliyor. Barrack açıklamalarında SDG’nin, ABD için “çok önemli bir faktör” olduğunu ve yeni bir Suriye hükümetine entegrasyonlarını desteklediklerini belirtti. Bu durum, Türkiye’nin bölgedeki güvenlik kaygıları ve SDG ile olan ilişkileri açısından da kritik önemde.

Yaptırımları kaldırmasının ardından Suriye’de uluslararası yatırımların önü de açıldı. Bu bağlamda, ABD, Türkiye ve Katar arasında Şam’da imzalanan 7 milyar dolarlık enerji anlaşması, bölgesel ortaklıkların ilk somut adımı oldu.

Bölgedeki diğer önemli bir gelişme ise İsrail’in Suriye’deki askeri faaliyetleri. İsrail’in uzun süredir Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) kontrol ettiği bölgelerde doğrudan askeri operasyonlar yürüttüğü ve bu saldırıların İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamayı hedeflediği belirtiliyor. İsrail’in HTŞ’ye alan açılmasına sıcak bakmadığı ve ancak bu konuda ABD ile stratejik uyum içinde olduğu ifade ediliyor.

Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de bu süreçte merkezi bir aktör konumunda. SDG lideri Mazlum Abdi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeye açık olduğunu belirtmesi, bölgedeki aktörler arasında yeni bir diyalog kapısı aralayabilir. Her ne kadar taraflar resmi olarak doğrulamasa da kulislerde Türkiye ile SDG arasında görüşmelerin yapıldığı konuşuluyor. Öte yandan, Şam yönetimi ile SDG heyetleri arasında gerçekleşen resmi toplantılarda El Hol kampı, sınav merkezleri ve yerinden edilmiş kişilerin geri dönüşü gibi önemli konularda mutabakat sağlanması, Suriye’deki iç uzlaşma potansiyelini göstermesi bakımından önemli.

Filistin

Filistin topraklarında, özellikle Gazze Şeridi’nde, İsrail’in saldırıları aralıksız devam ediyor. Geçtiğimiz iki hafta içinde bile yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği, yardım merkezleri ve okulların hedef alındığı saldırı haberleri basına yansıdı. İsrail Gazze’yi tamamen işgal etmeye çalışıyor. Şu anda Gazze’nin %77’sinin kontrolünü elinde tutan İsrail, önümüzdeki 1-2 ay içinde tam kontrolü sağlamayı planladığını açıkça ifade ediyor ve bu amaçla bölgeye ek güçler sevk ediyor.

Gazze ile ilgili sürekli gündeme gelen ateşkes haberleri, çoğu zaman umutları boşa çıkaran birer oyalama taktiği olmaktan öteye gidemiyor. İsrail’in Hamas’tan “silahlı bir yapı olmaktan çıkmasını, tüm silahlarını bırakmasını ve Gazze’nin yönetimini devretmesini” talep etmesi, meselenin sadece bir güvenlik sorunu olmadığını, aynı zamanda siyasi bir hegemonyanın dayatılmaya çalışıldığını gösteriyor. Ancak Hamas seçilmiş hükümet olduğu gerekçesiyle bunu reddediyor.

İsrail’in saldırganlığı, Filistin sınırlarını aşarak bölgesel istikrara da tehdit oluşturuyor. Yemen’i bombalaması ve İran’a karşı ABD’yi provoke ederek nükleer görüşmeleri sabote etmeye çalışması, İsrail’in bölgedeki gerilimi artırma potansiyelini açıkça gösteriyor. Öyle ki, Trump, Netanyahu’yu İran ile nükleer görüşmeleri sabote etmeme konusunda uyardı.

İsrail’in Gazze’deki vahşetine karşı uluslararası tepkiler artsa da, Batı ülkelerinin bu tepkilerinin “adet yerini bulsun” niteliğinde olduğu söylenebilir. Almanya’nın İsrail’e silah satışına devam etmesi, bu tepkilerin ne kadar samimiyetsiz olduğunu ve yapılan soykırıma açıkça destek anlamına geldiğini kanıtlar nitelikte. Bu ikiyüzlü tavır, uluslararası hukukun ve insan haklarının, jeopolitik çıkarlar karşısında ne kadar kolay göz ardı edilebildiğini acı bir şekilde gösteriyor. Filistin halkı, sadece İsrail’in askeri gücüyle değil, aynı zamanda uluslararası toplumun çifte standartlarıyla da mücadele etmek zorunda kalıyor.

Ukrayna-Rusya

Trump’ın gelişiyle birlikte artan barış beklentileri düşmeye başlarken Ukrayna-Rusya anlaşmasının hemen gerçekleşmeyeceği anlaşılıyor. Tam ABD Ukrayna ile değerli madenler anlaşması imzalamış, 1000’in üzerinde esir takası yapılmışken ve  doğrudan barış müzakereleri İstanbul’da başlayacakken Ukrayna’nın yapmış olduğu drone saldırısı, can kaybı olmamasına rağmen, saldırının maddi hasarı ve cüreti açısından savaşın yeniden sertleşme olasılığını çok arttırdı. Zira drone’lar Kuzey Kutup bölgesi ve Moğolistan sınırlarına yakın yerlere kadar ulaştı ve nükleer silah taşıma kapasitesi olan uçaklara karşı yapıldı.

Saldırılar, GPS ve uydu desteği gerektirdiği, Ukrayna’nın bunu tek başına yapamayacağı ve Batı desteği olabileceği düşünüldüğünde, Putin’i masaya getirme hamlesi olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca Rusya içinde daha ne kadar sabotaj aleti veya planı olduğu da bilinmiyor. Avrupa’da, Rusya’dan gelebilecek bir saldırısı kaygısı artarken, diplomasi uzmanları Rusya’nın ya çok sert karşılık vereceğini ve savaşın yayılacağını ya da bunu sineye çekip Ukrayna’ya İstanbul’da görüşülen (Kırım’ın tanınması, Donetsk ve diğer dört bölgeden çekilme gibi) maddeleri dayatacağını öngörüyorlar. ABD’nin değerli madenler anlaşmasıyla istediğini almış olması Ukrayna’yı masada daha zayıf bırakırken, Almanya’dan gelen ve Ukrayna’ya Batı silahlarını kullanmadaki limitleri kaldıran destek savaş riskini artırmış görünüyor.

Trump ve ABD

Ekonomiden siyasete uzanan geniş bir yelpazede dünya, Donald Trump’ın öngörülemez kişiliğinin ve radikal eylemlerinin tetiklediği dalgalanmalarla uğraşmaya devam ediyor. Trump’ın Rusya’yadan gaz alan ülkelere karşı uygulayacağını belirttiği %500’lük gümrük vergisi tehdidi, hem Rusya’ya hem de onunla ticaret yapan ülkelere bir tehdit oldu. Ancak diğer ülkelerle doğrudan gümrük vergilendirmeleri hususunda en azından şimdilik geçici bir uzlaşı sağlanmış durumda.

Trump yönetiminin kararları, ülke içinde de önemli dirençlerle karşılaşıyor. Mahkemelerden gelen durdurma kararları ve önde gelen üniversitelerin (özellikle Harvard’ın) hukuki yollara başvurması, demokratik kurumların gücünü ve sivil toplumun sesini ortaya koyuyor. Harvard örneğinde, 6000 yabancı öğrencinin durumu ve kesilen fonların büyüklüğü, küresel akademik işbirliğinin ve çeşitliliğin tehdit altında olduğunu gösteriyor. Üniversitelerin bu baskı altında panik içinde olduğu, fon kesintileri ve yabancı öğrenci kotalarının yanı sıra öğretim üyelerine yönelik baskıların da artabileceği endişesi, Türkiye’deki benzer süreçlerle paralellikler taşıyor. “Boğaziçi deneyimimiz” gibi, “hiç olmayacak” denen senaryoların gerçekleşme potansiyeli, küresel ölçekte akademik özgürlüğün ve özerkliğin kırılganlığını vurguluyor.

Trump’ın “ordumuz tarihinin en güçlü döneminde” ve “Altın Kubbe” açıklamaları, uluslararası ilişkilerde savaş riskini artıran bir söylem olarak öne çıkıyor. Bu durum, yapay zeka firmalarının Savunma Bakanlığı’ndan en yüksek finansmanı alan şirketler haline gelmesiyle de birleşince, geleceğin çatışma ortamlarının nasıl şekilleneceğine dair ciddi sorular ortaya çıkıyor. Ayrıca Amerika hazine bonolarını en çok elinde bulunduran ülkelerin Almanya, Çin ve Japonya olması da dikkat çekici. Gelecek günler gerilimin daha da arttığı süreçlere neden olabilir.

Öte yandan küresel ekonomide, şirketler arasında süregelen bir savaş, geleneksel ve yeni ekonomiler arasında bir yeniden dizayn söz konusu. Bu sürecin derinliklerinde, Trump’ın temsil ettiği söylenebilecek bir kesim sermaye, toplumun bekasını ve geleceğini gözetmekten vazgeçmiş, kıyametsel bir güdüyle hareket eden bir görüntü içinde. İklim değişikliği ve küresel çevre krizi konusunda duyarsızlıkları, çevresel felaketleri tetikleyerek sıradan insanların hayatta kalma kapasitelerini ortadan kaldırabilir.

EKOLOJİ

Veri merkezlerinin su ihtiyacı

Veri merkezleri yüksek enerjinin yanısıra, büyük miktarlarda soğutma suyuna da ihtiyaç duyuyor. Büyük teknoloji şirketleri vergi veya dijital altyapı avantajlarını önceleyerek kuraklık yaşandığına bakmadan Latin Amerika şehirlerine büyük veri merkezleri kuruyorlar. Brezilya ulusal verilerine göre planlanan 22 veri merkezinden 5’i, 2003’ten beri kuraklık yaşayan şehirlere kuruluyor. Şili’de 22 veri merkezi var ve bunların 16’sı kurak iklimiyle bilinen Santiago bölgesinde. Microsoft veri merkezlerinin ihtiyaç duyduğu suyun %42’sinin ‘su stresi’ yaşayan bölgelerden geldiğini kabul ediyor. Kaliforniya Üniversitesi Riverside’dan Shaolei Ren veri merkezlerinin kullandığı suyun %60 ile 80’inin buharlaşma kaybı olduğunu söylüyor. Bu rakam suyun diğer kullanımlarıyla karşılaştırıldığına aşırı derecede yüksek. Veri merkezleri açısından daha az su kaybına yol açacak soğutma yöntemleri olsa da bunlar yüksek maliyet nedeniyle tercih edilmiyor. Araştırmacılar 2027’ye kadar AI talebi nedeniyle 4.2 ila 6.6 milyar metreküp daha fazla suya ihtiyaç duyulacağını, bunun İngiltere’nin yıllık tüketiminin yarısına karşılık geldiğini söylüyorlar. Şili’de Google’ın veri merkezlerine karşı mücadele yürüten aktivist Tania Rodriguez bu işin artık ‘hafriyatçılığa’ talana dönüştüğünü belirtiyor.

Yangınlar nedeniyle orman kayıpları

2024 yılı küresel orman tahribatının rekor seviyede olduğu belirlenirken bunun büyük ölçüde küresel ısınmanın neden olduğu yangınlardan kaynaklandığı ifade ediliyor. Brezilya’nın Amazon Ormanlarından Sibirya’nın Tayga ormanlarına kadar geniş bir arazide yangın, madencilik, kerestecilik ve tarım amaçlı arazi açma nedeniyle yaşanan kayıpların İtalya’nın yüzölçümü büyüklüğünde olduğu tespit edildi. Brezilya’daki kayıpların kuraklık ve yangınlar nedeniyle sağcı Bolsonaro dönemine kıyasla daha yüksek olması ilginç. En büyük orman arazisi kaybı yaşayan ülkeler tropik orman kuşağında yer alan Brezilya, Bolivya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Endonezya.

Enerjide “süper izin torba kanunu”nun bu hafta Meclis’e sevk edilmesi bekleniyor

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı enerji yatırım süreçlerini hızlandırmak üzere bir ‘süper torba kanun’ hazırlığı içinde. Sunulan gerekçe Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kurulu güç artışını yenilenebilir enerji yatırımlarıyla karşılamak. Fakat ifade edilen rakamlar aşırı iddialı: Türkiye’nin mevcut elektrik gücü 118 bin megavat (MW). Bunun %60’ını yenilenebilir kaynaklar oluşturuyor. Yenilenebilir enerjinin yarısı hidrolik (büyük ve küçük barajlar), diğer yarısı ise güneş, rüzgar ve jeotermalden karşılanıyor. Bakanlığın beyanına güre 2035 itibariyle toplam kapasite yaklaşık iki misline çıkarılırken bu toplamın %70’inin yenilenebilir kaynaklarla karşılanması öngörülüyor. Bu on yıl içinde yaklaşık 90 bin MW gücünde ilave yenilenebilir enerji yatırımı anlamına geliyor. Bunun büyük bir kısmının güneş ve rüzgar enerjisi yatırımlarıyla sağlanması öngörülüyor. Bu rakamlara baktığımızda, küresel iklim hedefleri ve genel bir adlandırmayla yeşil dönüşüm olarak adlandırılan hedeflerin zorunlu parçası olan yenilenebilir, karbonsuz enerji dönüşümünün Türkiye’deki arazi ve doğa koruma ihtilaflarını şiddetlendireceği beklenebilir.

Enerji müteahhitleri çevresel etki değerlendirme (ÇED) süreçlerinin uzunluğundan ve yüksek maliyetlerinden yakınıyorlar. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) genel başkanı Mahir Ulutaş ise “Türkiye’nin tüm tarım alanları, ovaları, göllerine RES, GES, HES kurarak Türkiye Avrupa’nın enerji çöplüğüne çevrilmek isteniyor” ifadelerini kullanıyor. Ordu Çevre Derneği (ORÇEV) Başkanı Ertuğrul Gazi Gönül, ÇED süreçleri kısaltılarak “…yabancı sermayenin önündeki engellerin kaldırıldığını…” belirtiyor.  Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneğinden Süheyla Doğan ise “…kazanılan davaları boşa düşüren 2009/7 sayılı genelge ile birer komedi haline gelen ÇED süreçleri, yeni düzenleme ile daha da işlevsizleştirilecektir” diyor.

Henüz yasa taslak metnine açık kaynaklardan ulaşılamıyor.