İÇ POLİTİKA

22 Ekim ile 4 Kasım 2025 tarihleri arasında Türkiye’nin iç politik gündemi, bir yandan umut vaat eden ancak derin güvensizlikleri de barındıran bir çözüm sürecini, diğer yandan muhalefete yönelik sistematik operasyonları aynı anda barındıran bir seyirde ilerledi.

Çözüm Süreci ve Kürt Meselesi

Süreçte, bir yandan somut adımlar atılırken diğer yandan devletin ikircikli tutumu nedeniyle sürekli güvensizlik ve gelgitlerle dolu bir seyir görülüyor. Bu dönem PKK’nin güçlerini Türkiye’nin dışına, “Medya Savunma Alanları”na çekme kararı, sahada atılan önemli bir adım olarak kayda geçti. Ancak bu tek taraflı hamle, devletten beklenen karşılığı henüz bulmuş değil. AKP hükümeti ve Cumhurbaşkanlığı nezdinde yapılan açıklamalarda, somut yasal adımların atılması konusunda temkinli bir dil benimsendi. Meclis Başkanı Kurtulmuş’un, “süreçle ilgili yasal düzenlemelerin PKK’nin silah bıraktığının teyit edilmesinden sonra yapılabileceğini” söylemesi, devlet kanadında bir bekle-gör politikasının hala hakim olduğunu gösteriyor. Bu durum, DEM Parti’nin ısrarla talep ettiği “demokratik entegrasyon yasalarının” önümüzdeki süreçte de gecikebileceği endişesini doğuruyor.

Bu dönemde süreçle ilgili en çok tartışılan konulardan biri de HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi meselesi oldu. AİHM, Selahattin Demirtaş’ın tahliyesine yönelik 8 Temmuz’da açıkladığı hükme Türkiye’nin son gün yaptığı itirazı reddetti. Böylece karar kesinleşmiş oldu. Açıklamanın ardından, gözler MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye çevrilmişti. Bahçeli’nin Demirtaş’ın serbest bırakılması yönündeki net açıklamaları ve bunu “Türkiye için hayırlara vesile olacaktır” şeklinde yorumlaması, süreç açısından önemli bir adımı ifade ediyor. MHP’li Fethi Yıldız’ın da benzer açıklamalar yapması, bu talebin MHP içinde bir politikaya işaret ettiğini gösteriyor. Öte yandan bu gelişme, iktidar bloğu içinde derin bir çatlağa da yol açmış olabilir. Zira Yeni Şafak gazetesi, Demirtaş’ın serbest bırakılmaması gerektiği yönünde bir başlıkla çıkarak, iktidarın bir kanadının tepkisini gösterdi. Bu kesimlerin asıl kaygısının, AİHM kararlarının uygulanıp hukukun üstünlüğüne tam anlamıyla dönülmesi halinde bugüne kadar elde ettikleri ayrıcalıkları kaybetmek olduğu söylenebilir. HÜDA PAR’ın da benzer gerekçelerle Demirtaş’ın tahliyesine karşı çıkması, sürece muhalif cephenin genişliğini ortaya koydu. Medyada zaman zaman çıkan “Öcalan ile Demirtaş arasında ayrışma var ve Demirtaş’ın serbest kalmasını Öcalan istemiyor” iddialarının kaynağı da aslında bu ayrışma olabilir. Zira Demirtaş’ın başından beri sürece ve Öcalan’a desteği biliniyor ve İmralı Heyetleri Öcalan tarafından Demirtaş’a gönderiliyor. Bu tartışma, sürecin ilerlemesinde önemli bir eşik olabilecek Demirtaş’ın serbest bırakılıp bırakılmamasının, sürece duyulan güvensizliği arttıran bir işlev görebileceğini gösterdi.

Sürecin diğer kritik ayağı, Abdullah Öcalan ile yürütülen görüşmelerdi. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun Öcalan’ı ziyaret etme olasılığının gündeme gelmesi, Bahçeli ve Mehmet Uçum dahil çeşitli siyasilerin bu ziyarete destek vermesi dikkat çekiciydi. Aslında komisyonun ve parti temsilcilerinin İmralı’ya yapacağı ziyaret ve ziyaretler, Öcalan’a ciddi bir siyasi meşruiyet kazandırabilir. Bahçeli’nin partisinin grup toplantısında yaptığı “Meclis’te kurulacak komisyondan seçilecek milletvekillerinin İmralı’ya giderek ilk ağızdan ve ilk elden ihtiyaç duyulan mesajları alması süreci çok daha güçlendirecektir. MHP böyle bir heyete katılmaya hazırdır. Bugüne kadar İmralı sözünü tutmuş, açıklamalarının arkasında durmuştur” açıklaması ve genel olarak kullandığı dilin bu meşruiyetin altyapısını oluşturduğu söylenebilir. Nitekim, DEM Parti heyetinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir saatlik bir görüşme yaptıktan hemen sonra İmralı’ya giderek Öcalan ile 5 saat süren bir görüşme gerçekleştirmesi, sürecin hızlandığının ve ciddiyetle ele alındığının bir göstergesi olarak görülebilir. Görüşmenin içeriği hakkında kamuoyuna fazla detay verilmemekle birlikte, gerek DEM Parti tarafı ve gerekse Erdoğan tarafından yapılan açıklamaların umut verici beklentiler oluşturduğu anlaşılıyor. Ayrıca Öcalan’ın aile ziyaretinde de toplum tabanında örgütlenme ve Cumhuriyet’in Kürtlerin yasallığı çerçevesinde yeniden tanımlanması gerektiğine vurgu yaptığı bilgisi paylaşıldı.

Tartışmalar sürerken, gazeteci Fatih Altaylı’nın yıllar önce yaptığı ancak Türkiye’de yayınlanmasına izin verilmeyen Abdullah Öcalan röportajının nihayet yayına girmesi de ilginç bir gelişme olarak not edilebilir. Röportajın daha önce Kürt medyasında yayınlandığı, ancak Türkiye genelindeki yayın için MİT’ten ancak izin çıktığı anlaşılıyor. Bu hamlenin basit bir adım olmadığı, stratejik bir karar olduğu açık. Röportaj, Öcalan’ın uzun yıllardır savunduğu fikirlerinin Türkiye kamuoyu nezdinde geniş çapta duyulmasını sağladı ve adeta bir “şok” etkisi yarattı. YouTube’da yayınlandığı kanallardaki izleyici yorumlarının büyük ölçüde pozitif olması dolayısıyla röportajın sürecin toplumsal tabanda “kamusallaşmasına” ve meşruiyet kazanmasına hizmet eden bir işlev gördüğü söylenebilir.

Tüm bu olumlu sayılabilecek gelişmelere rağmen, çözüm sürecinin en zayıf halkası, hala toplumsal güvensizlik gibi görünüyor. Bunda, bir yıl geçmesine rağmen devlet nezdinde somut bir adım atılmamasının ve sürecin “akil insanlar”, sivil toplum, sanatçılar gibi toplumsal dinamikleri içerecek şekilde yürütülmemesinin de etkili olduğu söylenebilir. Diğer yandan, CHP’ye ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik ardı arkası kesilmeyen ve toplumun büyük kesimi tarafından siyasi olduğuna inanılan operasyonlar, toplumun genelinde devlete olan güveni sarsmış ve bu güvensizlik doğal olarak çözüm sürecine de yansımış durumda. Yapılan anketlerin, toplumun “barış istememekten” ziyade, sürece “güvenmemek” nedeniyle temkinli olduğunu göstermesi, bu durumun somut bir kanıtı.

CHP ve İmamoğlu Operasyonları

İktidar bloğunun çözüm sürecindeki iç çekişmeleri sürerken, ana muhalefet partisi CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskılar da hız kesmeden devam ediyor. Bu dönem, bir yandan operasyonların kapsamının genişlediği ve yöntemlerinin daha da sertleştiği bir evreye işaret ederken, diğer yandan “mutlak butlan” kavramını hayatımıza sokan kurultay davası reddedildi. CHP’li belediye başkanları ve parti yöneticilerine yönelik “terör” ve “yolsuzluk” soruşturmalarına, “veri sızıntısı” ve “casusluk” iddiaları da eklendi. Ekrem İmamoğlu, İmamoğlu’nun seçim kampanyalarını yöneten Necati Özkan ve Tele1 genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ hakkında casusluk iddiasıyla soruşturma açıldı. Operasyonların boyutu, İBB’ye yönelik yolsuzluk soruşturması kapsamında ifadeye çağrılan İmamoğlu’nun babası ve oğlu için yurtdışı yasağı getirilmesi, Ahmet Özer için kent uzlaşısı davasında 15 yıl hapis isteminde bulunulması gibi, hukukun temel prensiplerini hiçe sayan uygulamalara kadar genişledi.

Bayrampaşa’da yaşananlar, seçim yönetimindeki keyfiliğin bir simgesi haline geldi. Hatırlanacağı üzere Bayrampaşa Belediye Başkanı Hasan Mutlu’nun tutuklanması ve görevden alınmasının ardından belediye meclisinde yapılan başkanvekili seçimini CHP adayı İbrahim Kahraman kazanmıştı. Ancak seçim sonucu mahkeme kararı ile iptal edildi. Sonuçta, AKP kazanana kadar yapılan seçimlerde, CHP’den istifa edip AKP adayına oy veren belediye meclis üyelerinin de katkısıyla Bayrampaşa Belediyesi AKP’ye geçti. Seçim sonuçlarına yönelik yapılan itirazlar, tartışmalar ve seçim sonucu yapılan balkon konuşması, iktidarın keyfiyet ve fırsatçılığını gözler önüne serdi. Bu durum, aynı zamanda CHP içindeki aday belirleme süreçlerinin ve parti içi denetim mekanizmalarının masaya yatırılmasının gerekliliğini de ortaya koydu.

Bu ağır baskı ortamında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in tutumu dikkatleri üzerine çekmeyi sürdürüyor. Özel’in, 2016’daki dokunulmazlık oylaması nedeniyle özür dilemesi, onun partinin geleneksel çizgisinden farklı bir pozisyonu temsil ettiğini gösteriyor. Özel bu yönüyle iktidara karşı mücadelede muhalefet için bir umut olurken CHP’nin, ekonomik sıkıntılar, yoksulluk ve yolsuzluk gibi temel meselelerde, somut, işleyecek bir ekonomik program ve çözüm önerileri paketi ortaya koymakta zorlandığı ve bunu halka anlatamadığı görülüyor. Yine de Özel liderliğinde ve tabandaki enerji sayesinde bir değişim umudunun var olduğu söylenebilir.

Medya ve Yargıdaki Gelişmeler

Muhalif medya kuruluşlarına yönelik saldırıların odağında bu sefer Tele1 televizyonu vardı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü “casusluk” soruşturması kapsamında Ekrem İmamoğlu ve Necati Özkan ile birlikte Tele1 genel yayın yönetmeni, gazeteci Merdan Yanardağ da ifadeleri alındıktan sonra tutuklandı. Yanardağ’ın tutuklanmasının ardından Tele1’e kayyım atandı. Kayyımın kanalın yayın politikasına müdahale ettiğini belirten kanal çalışanları ise topluca istifa etti.  Kanalın sahibi olmamasına rağmen Yanardağ üzerinden Tele1’e kayyım atanması, suçun şahsiliğinden masumiyet karinesine, mülkiyet hakkından ifade özgürlüğüne kadar pek çok hukuk normunun ihlal edildiği kapsamlı bir susturma operasyonunu gözler önüne seriyor. Öte yandan Yanardağ’ın Abdullah Öcalan ile ilgili sözleri nedeniyle iki yıl önce ceza alıp 100 gün hapis yattığı davada AYM hak ihlali kararı verdi ve Yanardağ’a 166 bin 500 lira manevi tazminat ödenmesine hükmetti.

  1. Yargı Paketi’ne dair yaşanan tartışmalar ise paketin otoriterleşmeyi daha da güçlendireceğine işaret ediyor. Taslak yasalaşırsa LGBTİ+ bireyler özendirme veya teşvik bahaneleri kullanılarak hapis cezası riskiyle karşı karşıya kalacaklar. Otoriterleşme yönündeki diğer bir düzenleme de savcılara mülke el koyma yetkisi verilmesi. Bu tasarı yasalaştığında savcılar rapor aramaksızın istedikleri kişinin mal varlığına el koyabilecek. Yargı alanında yaşanan bir diğer gelişme de Anayasa Mahkemesi’nin ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ davalarıyla ilgili kararı oldu. Mahkeme, Adalet Bakanlığı’nın ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ davalarıyla ilgili istatistikleri vermeyi reddetmesinin ‘hak ihlali’ olduğuna hükmetti. Yaşanan hukuksuzluklar ile Türkiye, 2025 verilerine göre hukukun üstünlüğü endeksinde bir basamak daha düşerek son on yılın en düşük puanını aldı ve 143 ülke arasında 118. sıraya geriledi.

Geçtiğimiz dönemde kamuoyunda takip edilen davalarda yaşanan gelişmeler ise şöyle:

  • Bolu Kartalkaya’da 78 kişinin öldüğü Grand Kartal Otel yangını davasında otel sahibi, otel yöneticileri, belediye ve İl Özel İdaresi yetkilileri dahil 11 kişi 34’er kez müebbet ile 24’er yıl hapis cezasına çarptırıldı.
  • Mahkeme, Mattia Ahmet Minguzzi cinayeti davasında yaşı küçük iki sanık için verilen beraat kararını “mahkûmiyete yeterli delil bulunamadı” diyerek gerekçelendirdi.
  • Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencileri, şüpheli biçimde yaşamını yitiren Rojin Kabaiş için eylemlerini sürdürüyor.

Deprem ve Kentsel Riskler

İç politikanın tansiyonu yüksek gündemlerinin gölgesinde kalsa da Türkiye’nin en hayati gerçeklerinden biri olan deprem riski, Sındırgı depremi ile bir kez daha hatırlandı. Bu deprem, kaçınılmaz olduğu bilinen büyük İstanbul depremini tekrar hatırlattı. Tartışmalar, Türkiye’de kentleşmenin, yapılaşmanın, kentsel arazi tahsisinin hala ciddi sorunlar barındırdığını gösteriyor. Dolayısıyla İstanbul’daki durumun vahameti bir gerçeklik olarak duruyor. Zira kentteki toplanma alanlarının büyük bölümünün imara açıldığı, kamusal alanların azaldığı ve risk yönetiminin tamamen rant odaklı hale geldiği günümüzde Kanal İstanbul projesi kapsamındaki alanlarda yapılaşmanın hala sürüyor olması, riski daha da büyütüyor. İstanbul’un olası büyük bir depreme hazırlıksız olduğu ve bu durumun ciddi bir insani krizi hazırlamakta olduğu unutulmamalı.

EKONOMİ

Asgari ücret 22 bin, yoksulluk sınırı 92 bin

TÜRK-İŞ, yoksulluk sınırının 92 bin TL’yi aştığını açıkladı. Asgari ücret ise hâlâ 22 bin TL. Aradaki farkın adı artık “uçurum” bile değil; çünkü uçurumun diğer tarafına atlayabilecek durumda kimse yok.

Ve enflasyon… TÜİK’e göre %32. ENAG’a göre %60. Hangisi doğru? Sokaktaki hayat sanırız en doğru ekonomik gösterge. Herkes kendi cebindeki enflasyonu yaşıyor zaten.

Bakan Mehmet Şimşek’in “Enflasyon 20’lere inmeyecek” açıklaması da meselenin tuzu biberi oldu. Bu cümle aslında ekonomik programla ilgili bir değerlendirmeden çok, hepimize verilen bir mesaj: “Alım gücünüz daha bir süre yerlerde sürünecek.”

Vergi paketi

Meclis’ten geçen yeni vergi paketi, aslında bir gerçeği yeniden yüzümüze vurdu: Ekonomik krizin bedeli yine geniş kesimlere, yani dar gelirliye, esnafa, kiracıya ve emekliye çıkarılıyor. Yeni harçlar, artan kira vergileri, otomobil fiyatlarında beklenen %35’e varan artış, BES düzenlemeleri…

Ve tabii ki tekrar tekrar gündeme gelen İşsizlik Fonu.

Fonun adı “işsizlik”, ama kaynağın büyük kısmı işverene teşvik olarak dönüyor. İşsizlik fonunda teknik yeterlilik taşıyan başvuruların neredeyse %50’sinin reddedilmesi, fonun çalışanlar için erişilemez bir yapıya dönüştüğünü ortaya koyuyor. Bu memlekette işsiz kalmış birine fon kapısının açılması, neredeyse bürokratik bir mucize artık.

Suriye’nin yeniden inşasında Türkiye nerede duracak?

Dünya Bankası’nın açıkladığı 216 milyar dolarlık Suriye yeniden inşa fonu, bölgenin en büyük ekonomik projelerinden biri olma potansiyeline sahip. Ama, bugünkü ekonomik koşullarla, bütçe açığıyla, döviz sıkışıklığıyla Türkiye Suriye’de rol kapan değil, rol kaçıran ülke konumuna düşebilir. Ayrıca Türkiye’nin dış politikalarının bu projelerde şu aşamada Türkiye’nin elini güçlendirmediği de söylenebilir.

DIŞ POLİTİKA

 

Türkiye, Değişen Jeopolitiğin Neresinde?

Türkiye son yıllarda dış politikada giderek daha yüksek sesle konuşuyor, fakat bu gürültü çoğu zaman sahadaki etkisizliğin üstünü örten bir fon sesine dönüşüyor. Oysa bölgede ve küresel ölçekte dengeler tarihi bir hızla kayıyor. Washington’un Ortadoğu haritasını yeniden düzenlemeye girişmesi, Moskova’nın kendisini yeniden nükleer diplomasinin merkezine koyma çabası, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana görülmemiş düzeyde silahlanmaya yönelmesi… Suriye’den Gazze’ye, Ukrayna’dan Kıbrıs’a uzanan siyasal zincir, Türkiye’nin bölgesel denklemlerde işinin gittikçe zorlaştığını gösteriyor.

Suriye

Suriye’de yaşanan son gelişmeler, yıllardır Türkiye’nin kontrol etmeye çalıştığı alanların artık uluslararası konsensüsle yeniden şekillendiğine işaret ediyor. İngiltere’nin HTŞ’yi terör listesinden çıkarmasıyla başlayan süreç, Washington’ın Şara yönetimine Beyaz Saray kapılarını açmasıyla hız kazandı. ABD’nin Şara’dan İsrail ile diplomatik temas kurmasını, Kürtlerle idari düzenlemelere gitmesini ve IŞİD koalisyonuna katılmasını talep ettiği biliniyor.

Bu taleplerin kabul görmesi, yalnızca Suriye’nin iç siyasetini değil, Türkiye’nin son on yılda kurmaya çalıştığı tüm Suriye politikasının parametrelerini ciddi ölçüde etkiliyor. SDG’nin 70 komutanının isimlerinin yer aldığı dosyayı merkezi orduya teslim ettiği ve 40 bin kişilik yeni bir tümenin yapılandırıldığı bilgileri de olası dönüşümün işaretleri olarak okunabilir.

‘MİT’in Şam temasları’ olarak kamuoyuna yansıyan görüşmeler, Ankara’nın sahadaki gelişmeleri kritik gördüğünün bir göstergesi.

Gazze

Gazze’deki yıkım artık istatistiki bir mesele olmaktan çıktı: Gazze nüfusunun %85’i kirli suya mahkûm, tıbbi altyapı prosedür uygulayamayacak seviyeye gerilemiş, çöp yığınlarının birikmesi bölgeyi bir halk sağlığı felaketine sürüklüyor. BM’nin “fiili kıtlık” uyarıları askeri literatürde bile görülmeyecek sertlikte: Ateşkes dönemlerinde dahi devam eden bombardımanlar ve kadın mahkûmlara yönelik cinsel saldırı iddialarını soruşturan İsrailli askeri savcılarının tutuklanması…

Bu koşullarda Türkiye’nin Gazze’de uluslararası bir görev gücüne katılması teoride değerlendirilebilir olabilirdi. Fakat İsrail’in Ankara’nın bu tür bir misyona dahil olmasına kesin karşı çıkması ve Washington’un bu tavrı örtük biçimde desteklemesi, Türkiye’nin Gazze konusundaki belirleyici diplomatik temaslarda etkisinin görece azalması olarak okunabilir. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “yetki tanımına göre değerlendiririz” söylemi ise, alan daraldıkça daha ihtiyatlı bir dil kullanıldığını gösteriyor.

Kıbrıs

Kıbrıs seçimlerinin sonuçları, Türkiye açısından yalnızca “yanlış adayın kaybetmesi” olarak okunamaz. CTP’nin büyük farkla aldığı zafer, Ada halkının Türkiye’nin müdahaleci politikalarına yönelik toplumsal tepki biriktirdiğini açıkça ortaya koyuyor.

Buna paralel olarak ABD’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığı konusunda yeni baskılar yapmaya hazırlandığına dair işaretler, Doğu Akdeniz’de önümüzdeki dönemin daha sert bir güç mücadelesine sahne olacağını gösteriyor. Yunanistan-İsrail-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi üçgeninin askeri işbirliğini derinleştirmesi, Türkiye’nin bölgedeki doğal gaz diplomasisinden dışlanma olasılığını daha görünür hale getiriyor.

Ukrayna–Rusya savaşında yeni bir nükleer eşik

Ukrayna cephesinde büyük bir askeri kırılma yaşanmıyor gibi görünse de savaş, stratejik düzeyde yeni bir eşiği çoktan aşmış durumda. Rusya’nın Ukrayna’ya karşı INF (Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması) anlaşmasını çökertecek nitelikteki 9M729 tipi, 2.500 kilometre menzilli füzeleri sahada kullanması, ABD’de yeniden nükleer deneme tartışmalarının başlaması ve Pentagon’un Ukrayna’ya Tomahawk sevkiyatına kapı aralaması, Soğuk Savaş sonrası en kritik nükleer gerilimine işaret ediyor. Bütün Avrupa hızla silahlanırken, Almanya savunma bütçesini ikiye katlayarak İkinci Dünya Savaşı sonrası en agresif pozisyonunu alıyor.

Bu ortamda Eurofighter anlaşması izlenmesi gereken önemli bir gelişme olarak duruyor. İngiltere’nin 8 milyar sterlin, Ankara’nın ise 5,4 milyar sterlin olarak açıkladığı maliyet farkı, yalnızca bir muhasebe sorunu değil, Türkiye’nin oluşan yeni dengelerde pozisyon arayışı olarak okumak da oldukça mümkün.

KAAN projesinin motor ve yazılım bağımlılığı nedeniyle ilerleyememesinin de Türkiye’nin savunma sanayi hakkındaki tartışmaları yoğunlaştırdığını not etmemiz önemli.

Venezuela’da kızışan jeopolitik

Karayipler’de ABD’nin askeri varlığını artırması, Venezuela’da yaklaşan bir rejim değişikliği baskısının habercisi niteliğinde. B-1 bombardıman uçaklarının Venezuela kıyılarında uçurulması, uçak gemisi USS Gerald Ford’un bölgeye sevk edilmesi ve ABD’nin 70 saatlik dev tatbikatı, Washington’ın Latin Amerika’ya yeniden “sert güç” olarak döndüğünü gösteriyor.

Maduro’nun İran, Çin ve Rusya’dan askeri destek istemesi ise yalnızca uluslararası dayanışma arayışı değil; ABD’nin bölgeye yönelik müdahale kapasitesine karşı geliştirilen yeni bir koruma hattı. Petrol rezervlerinin büyüklüğü düşünüldüğünde Venezuela’nın kaderinin sadece Caracas’ta değil, küresel enerji denkleminde yeniden yazıldığı açık.