Bu değerlendirme 24 Eylül – 7 Ekim tarihli haber akışı esas alınarak hazırlanmıştır.
İç Politika: Çözüm süreci, CHP’ye yönelik operasyonlar, sanat ve medya dünyasına dönük yargı operasyonarı…
Ekonomi: Makroekonomik Veriler ve Enflasyon, Şirketlere Kayyum Atanması ve TMSF’nin Büyümesi, Enerji ve Savunma Sanayi Projeleri…
Dış politika: Gazze’de Soykırım ve Trump’ın Barış Planı, Erdoğan’ın Amerika Ziyareti ve Türkiye-ABD İlişkileri, Suriye’deki Gelişmeler ve 10 Mart Anlaşması…
Ekoloji: Fosil yakıtlardan çıkılamıyor, AB’nin COP30 öncesi kararsızlığı, Gazze’de ekokırım, Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi, Uluslararası plastik ticaretinde İngiltere ve Türkiye…
Çözüm Sürecindeki gelişmeler, meclis açılışı ve fotoğraf meselesi
Meclisin açılışıyla birlikte, “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” çalışmalarının TBMM gündemine getirilmesi bekleniyor. Bu iki haftalık dönemde, CHP’nin katılmayı reddettiği meclis açılışında siyasi partilerin aldığı tavırlar, DEM Parti’nin ve diğer muhalefet partilerinin Erdoğan’la bir araya geliş biçimi medyada öne çıkan gündemler arasında yer aldı. 8 Ekim’de Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tahliye edilip edilmeyeceği devletin Kürt meselesinin çözümündeki samimiyetinin göstergesi olarak değerlendirildi.
1 Ekim 2025’teki meclis açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın DEM Parti sıralarına gidip milletvekilleriyle el sıkışması ve katıldığı resepsiyonda muhalefet partileriyle verdiği görüntüler kamuoyunda tartışma yarattı. Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz yıl Devlet Bahçeli’nin DEM Parti vekillerinin elini sıkma jesti çözüm sürecinin başlangıcı olarak değerlendirilmişti. Bu yıl da çözüm sürecinin bir yılı dolarken Erdoğan’in jestini süreçte yeni bir adım olarak gören ve sürecin ikinci yılının daha çok Erdoğan merkezli yürütüleceğini söyleyen yorumlar kamuoyunda öne çıktı. Barış ve demokrasiden yana olan kesimler açısından ise sürecin en çok eleştirilen yönü devletin bugüne kadar hiçbir somut adım atmaması. Kayyım atanan belediyelerin iade edilmemesi, tutuklu siyasetçilerin tahliye edilmemesi, AİHM kararlarının uygulanmaması toplumun sürece dair güvensizliğini artırıyor. Dolayısıyla devlet Kürt meselesinde henüz herhangi bir somut adım atmamışken sürecin geleceğini jestler ve semboller üzerinden okumak sağlıklı bir yaklaşım olmayacaktır.
Bu gelişmelerin yanında mecliste kurulan komisyonun her kesimi dinlerken, Devlet Bahçeli’nin çağrılarına rağmen Abdullah Öcalan ile henüz görüşmemiş olması nedeniyle de iktidarın süreci bilinçli olarak sürüncemede bıraktığı ve Suriye’deki gelişmeleri bekleyerek süreci zamana yaydığı söylenebilir. İktidarın süreci bilinçli biçimde yavaşlatma ve sürüncemede bırakma stratejisiyle hem muhalefeti bölmeyi hem de Kürt siyasi hareketini zayıflatmayı amaçladığı iddia edilebilir.
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte CHP’ye yönelik baskılar her gün artarken CHP, meclis açılışına katılmama kararı aldı. Bu tercihiyle, meşruluğu ABD’de arayan iktidarın pozisyonunu meşrulaştırmayı da reddetti. CHP’nin bu tutumu karşısında Erdoğan, muhalefet partilerini mecliste kucaklayıcı tavrı ve verdiği fotoğraflarla adeta CHP’ye nispet yaptı. DEM Parti’nin bu tablonun bir parçası olması farklı eleştirilere konu oldu. DEM Parti’yi iktidarla iş birliği yapmakla suçlayan çözüm karşıtı kesimler, bu fotoğrafı DEM Parti’yi ve çözüm sürecini eleştirmek için kullandı. Diğer yandan Erdoğan’la samimi görüntüler veren bazı DEM Partili vekillerin tavrı, DEM Parti tabanında ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. DEM Parti, üçüncü yol olarak adlandırılan toplumla güçlü bağlar kuran, bağımsız bir siyasi hattı inşa etmekte başarılı olsaydı fotoğraf meselesi büyük ihtimalle bu kadar büyük bir tartışma yaratmazdı. Ancak toplum, sürecin işleyişine güvenmiyor; DEM Parti süreci Öcalan’a ihale edip halkla sahici bağlar kuramıyor; bir de böyle bir fotoğrafın içinde yer alınca DEM Parti kendi tabanından da tepkiler alıyor. Kürtler arasında partinin kendi siyasi tutuklularına sahip çıkmadığı eleştirisi sıkça dile getiriliyor. Özgür Özel başkanlığındaki CHP’nin Ekrem İmamoğlu’na sahip çıkması ve aylardır devam eden mitingler DEM Parti’nin Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklular için benzer kitlesel eylemler örgütlememesinin de sorgulanmasına neden oluyor. Ayrıca fotoğraf ve jest gibi sembollerin Abdullah Öcalan’ın demokratik müzakere sürecini başlatacağı yönünde açıklamalarını da gölgede bıraktığı görülebilir. Fotoğraf meselesinin ardından devletin Demirtaş’ın tahliyesi için itiraz etmesi de sürecin geleceği açısından toplumdaki güvensizliği artıran önemli bir etken olarak not edilebilir.
CHP’ye Yönelik Operasyonlar ve Muhalefetin Durumu
CHP’nin Meclis açılışına katılmama kararı hem iktidarın hem de kimi muhalefet partilerinin eleştirisine konu oldu; hatta CHP’nin Meclisi boykot ettiği, Meclisin saygınlığına zarar verdiği yönünde meseleyi çarpıtan yorumlar yapıldı. Oysa, bu sembolik kararla CHP, yargı araçsallaştırılarak partinin yerel yönetimlerde, siyasette devre dışı bırakılmasına ve meşruiyetini Trump’ta arayan Erdoğan iktidarına karşı tepki gösteriyor.
İktidara yakın medyada eleştirilere konu olan fotoğraflar manşetten verilirken CHP’nin siyasette devre dışı kaldığı yorumları yapıldı ve CHP’nin açılışa katılmama eylemi boşa çıkarılmaya çalışıldı. Özgür Özel, yaptığı açıklamalarda fotoğraf polemiğine son verdi. Fotoğrafta yer alan muhalefet partilerinin başkanlarını aradı; fotoğrafı eleştirenlere, muhalefetin linç edilmemesi gerektiğini, asıl eleştirilmesi gerekenin iktidarın politikaları olduğunu hatırlattı ve muhalefete dayanışma çağrısı yaptı. Bu fotoğrafların özellikle kamuoyunu manipüle etmek ve algı oluşturmak için özenle seçildiğini söyleyen Özgür Özel, CHP’nin komisyondan çekilmesi için baskı yapanlara da çözüm sürecinin parçası olmaya devam edeceklerini söyledi.
CHP’nin yürüttüğü demokrasi mücadelesinde muhalefet partileri tarafından yalnız bırakıldığını söylemek mümkün. DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın, son dönemde CHP’ye karşı sert bir dil kullanarak partiyi yalnızlaştırma yönünde adımlar attığı görülebilir. CHP’ye ve CHP’li belediyelere yönelik yargı kıskacı Ankara Büyükşehir Belediyesine yöneliyor. Çözüm süreci karşıtı kesimler CHP’nin çözüm sürecine destek vermesini; parti içinde İlhan Uzgel’in de aralarında olduğu entelektüeller CHP’nin DEM Parti ile yakınlaşmasını eleştiriyor. İktidara uzak, CHP’ye yakın medya kanallarında çözüm süreci karşıtı tepkiler de öne çıkıyor. Bu ikili baskı karşısında CHP liderliği Kürt meselesi konusunda kurduğu demokratik dili kendi tabanına ve medyasına kabul ettirmekte zorlanıyor. CHP’ye yönelik operasyonlar, yalnızca muhalefeti zayıflatmak için değil, aynı zamanda Kürt meselesinde yapılması gereken düzenlemeleri ertelemek için de kullanılıyor ve Kürt meselesinin çözüm sürecini tıkayan bir işlev görüyor.
Yargı operasyonları sanat ve medya dünyasında da devam ediyor.
Bu iki haftalık dönemde yargı ve güvenlik mekanizması, siyasetçilerin yanında sanatçıları, gazetecileri ve kamuoyunda tanınan ünlü isimleri de hedef aldı. Operasyonlar farklı gerekçelerle yürütülse de ortak hedef, eleştirel ya da bağımsız seslerin sindirilmesi ve kontrol altına alınması olarak değerlendirilebilir.
Gazeteci Fatih Altaylı’nın YouTube kanalında yaptığı yayınlar gerekçesiyle yargılandığı davada tahliye talebi reddedildi. Bu karar sonrasında Altaylı Youtube programına ara verdiğini açıkladı. Menajer Ayşe Barım hakkında, serbest bırakıldıktan sadece bir gün sonra -tıpkı Selçuk Kozağaçlı örneğinde olduğu gibi- yeniden tutuklama kararı çıktı. Barım örneği, yargının keyfi işleyişinin, “bir kez hedef seçildiysen sistem seni kolay bırakmaz” anlayışının kurumsallaştığını ortaya koydu. Şarkıcı Mabel Matiz, Perperişan şarkısı nedeniyle müstehcenlik suçlamasıyla yargılanıyor. Bu durum, sanat özgürlüğünün sınırlarını daraltırken, Anayasa’da yer alan genel ahlak gibi soyut kavramların ifade ve sanat özgürlüğünü sınırlamak için keyfi biçimde nasıl kullanıldığını gösteriyor. Sanat dünyasında dizi oyuncuları, pop şarkıcıları gibi popüler isimlerin aralarında bulunduğu pek çok kişiye uyuşturucu operasyonu yapıldı. Emniyetin değil jandarmanın yaptığı operasyonda sanatçılar ifadeye çağrıldıktan ve kan örnekleri alındıktan sonra serbest bırakıldı. Uyuşturucu satışı ve trafiği Türkiye’de yaygınken bu suçlarla, çetelerle mücadele etmek yerine sanatçıların hedef alınması daha başından meselenin uyuşturucu ile mücadele olmadığını gösteriyor. Genel ahlak kavramı giderek keyfi bir kontrol aracına dönüşüyor, sanatçılar ve bireysel özgürlükler üzerinde bir nevi sansür işlevi görüyor. Genel ahlak kavramı, yeni dönemin ideolojik silahına dönüşmüş durumda.
Sanat camiasında Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra dile getirilen karşı çıkışlar dikkate alındığında bu operasyonlarla sanat camiasını sindirme ve sanatçılara gözdağı vermenin amaçlandığı da söylenebilir. Bu ortamda, sanatın, medyanın ve ifade özgürlüğünün toplumsal dayanışma ağlarına yaslanmadan varlığını sürdürmesi giderek zorlaşıyor.
Makroekonomik Veriler ve Enflasyon
Türkiye’de Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflerini tutturamayacağı artık neredeyse kesinleşti. Eylül ayı enflasyon verileri, TÜİK’e göre aylık bazda %3,23, yıllık bazda ise %33,29 olarak gerçekleşti. İTO’ya göre ise enflasyon aylık bazda %3,19, yıllık bazda ise %40,75 arttı. Bu rakamlar, Merkez Bankası’nın hedeflerinin oldukça üzerinde. Önümüzdeki yıl asgari ücret ve maaş zamlarının MB’nin hedeflenen enflasyonu (%16) üzerinden yapılması halinde, zaten bir hayli erimiş olan alım gücü iyice eriyecek. Mevcut durumda dahi asgari ücret, dört kişilik bir ailenin yaşam maliyetini karşılamaktan uzak. Hatta tek bir kişinin yaşam maliyetini bile karşılayamaz durumda. TÜRK-İŞ’in raporuna göre, yalnız yaşayan bir çalışanın yaşam maliyeti aylık 36 bin 304 TL’ye yükseldi. Aynı rapora göre Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 27 bin 970 TL’ye, yoksulluk sınırı ise 91 bin 109 TL’ye yükseldi.
Sabit gelirliler açısından durum pek iç açıcı değilken bankacılık sektörünün dönem sonu net kârı Ağustos 2025’te 563 milyar 401 milyon lira olarak açıklandı. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası’nın “Türkiye’de Gelir Eşitsizliği ve Yoksulluk Raporu”na göre Türkiye, Avrupa ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülke konumunda bulunuyor. Rapora göre her 10 kişiden 2’si yoksul, 6’sı ise borçlu. Ekonomik kriz, yurttaşların gündemini neredeyse tamamen işgal ediyor. İPA’ya göre İstanbulluların %40’ı ev içinde en çok ekonomik sorunları konuşuyor. Ülkenin ekonomik gidişatından umutsuz olanların oranı da yine %40 seviyesinde.
Şirketlere Kayyum Atanması ve TMSF’nin Büyümesi
Geçtiğimiz dönem değerlendirmemizde iktidara yakınlığıyla bilinen Can Holding’e yapılan operasyonlardan bahsetmiştik. Bu dönemde tutuklanan Holding’in sahibi Kemal Can’ın savcılık ifadesi basına yansıdı. Can’ın ifadesinde “Her şeyi devlet büyüklerinin yönlendirmesiyle yaptım” dediği ortaya çıktı. Soruşturma, Can Holding’ten, medya grubunu satın aldığı Turgay Ciner’e sıçradı. Can Holding’ten sonra Turgay Ciner’in sahibi olduğu Park Holding’e de kayyum atandı. Yurtdışında olduğu söylenen Turgay Ciner hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkartıldı. Soruşturma kapsamında gözaltına alınan 12 kişiden Turgay Ciner’in oğlu Atilla Ciner ile Ciner Glass A.Ş. CEO’su Gökhan Şen tutuklandı. Böylece son dönemde yapılan devir ve kayyum atamalarıyla TMSF’nin yönettiği şirket sayısı 1050 oldu. Bir yıl içinde TMSF’nin kayyumluğundaki şirket sayısı %50’den fazla arttı. Diğer bir deyişle TMSF, şirket sayısı açısından ülkedeki en büyük holdingleri bile büyük farkla geride bıraktı. Ancak görünen o ki şirket sayısı daha da artacağa benziyor. Zira sırada İSO’nun 2024 yılı “Türkiye’nin En büyük 500 Sanayi Kuruluşu” listesinde beşinci sırada bulunan İstanbul Altın Rafinerisi var gibi görünüyor. Şirkete “hileli yollarla devlet desteği alarak örgütlü bir şekilde kamu zararına yol açmak” gerekçesiyle açılan soruşturma kapsamında 23 kişi hakkında gözaltı kararı verildi.
Bu süreç, Erdoğan’ın kendi burjuvazisini yaratamayınca, TMSF ve Varlık Fonu aracılığıyla devlete bağlı bir holding yaratma çabası olarak da değerlendirilebilir.
Enerji ve Savunma Sanayi Projeleri
Hakan Fidan yaptığı bir açıklamada, Türkiye F-35 projesi dışında bırakıldıktan sonra bu uçağa muadil olarak tasarlanan ve tamamen yerli ve milli sloganıyla propagandası yapılan KAAN uçaklarının aslında tamamen yerli ve milli olmadığını belirtti. Zira uçağın Hava Kuvvetleri için üretilecek ilk parti imalatı, kullanılacak motorlar ABD Kongresi’nde CAATSA yaptırımlarına takıldığı için durmuş durumda. Erdoğan’ın ABD ziyareti, büyük başarı hikayesi olarak sunulurken, Hakan Fidan’ın yaptığı açıklamalar bu sunuma gölge düşürmüşe benziyor. Uzun yıllar MİT Başkanlığı yapmış, şu anda da Dış İşleri Bakanlığı yapan birisinin bu bilgiyi hangi amaçla paylaştığı bir soru işareti. Fidan’ın açıklamaları bomba etkisi yapınca ertesi günü, Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün’den ‘Takvimde gecikme yok seri üretim devam ediyor’ açıklaması geldi. Ancak hangi parti uçağın hangi motorla üretileceği, yerli motorların ne zaman yetiştirileceği, üretilen uçakların hayalet uçak kriterlerini karşılayıp karşılayamayacağı belli değil.
Erdoğan’ın ABD gezisinin en somut ancak detaylarına henüz vakıf olunmayan adımları enerji alanında yapılan anlaşmalar oldu. Trump’ın ‘‘Rusya’dan enerji alımını kesin” yönündeki telkinleri üzerine “BOTAŞ ile ABD’li Mercuria arasında her yıl yaklaşık 4 milyar metreküp olmak üzere 20 yılda toplam 70 milyar metreküp doğalgaz eşdeğeri LNG tedariki anlaşması yapıldığı açıklandı”. Enerji alanında imzalanan diğer bir anlaşmayla da iki ülke arasında sivil nükleer enerji alanında iş birliği yapılacağı, daha doğrusu ABD’den nükleer denizaltılarda kullanılan paket santrallerin alınacağı ifade edildi. Bu anlaşmalar karşılığında Rusya’dan enerji alımını kesmenin Türkiye ekonomisi üzerinde sarsıcı etkisi olacağı açık, ancak henüz somut bir gelişme yaşanmadı.
Gazze’de Soykırım ve Trump’ın Barış Planı
Önceki dönem değerlendirmemizde BM Genel Kurulu’nda yaşanan gelişmelerden bahsetmiş ve Filistin Devleti’ni tanıyan ülke sayısının 157’ye çıktığını belirtmiştik. Bu dönemde BM Genel Kurulu’na hitap eden Netanyahu, Kurul’a seslenmek üzere salona girerken, üye ülkelerin temsilcilerinin büyük bölümü salonu terk etti. İsrail Başbakanı, protestolar nedeniyle konuşmasına bir süre başlayamadı. Hitabı sırasında da salondan uğultular yükseldi. Netanyahu, Trump ile de bir araya gelerek Trump’ın barış planını görüştü. Görüşme sonrası açıklama yapan Trump Netanyahu’nun önerdiği planı kabul ettiğini duyurdu. Plan genel olarak, İsrail’in kademeli olarak Gazze’den çekilmesini, Hamas’ın silahsızlandırılmasını ve bölgenin kontrolünün kamu hizmetlerinin günlük işleyişinden sorumlu teknokrat ve politika dışı bir Filistin komitesine devredilmesini öngörüyor. Ayrıca, Gazze’nin ticari bir geçiş alanı olarak yeniden inşa edilmesi ve Gazze halkının bir bölümünün bölge dışına çıkarılması da planın ana hatları arasında yer alıyor. Türkiye ve Katar’ın, Hamas’ı plana ikna etmekle görevlendirildiği ve bu ülkelerin de plana destek vermesiyle Hamas’ın fazla seçeneğinin kalmadığı söylenebilir. Hamas’ın bu planı kabul ettiği, ancak birtakım çekinceleri olduğu iddiaları da gündemde. Süreç Mısır’da esir takasının görüşüldüğü müzakerelerle devam ediyor. Hamas’ın rehineleri serbest bırakabilmesi için ise İsrail’in Gazze saldırılarına son vermesi gerekiyor. ABD bunun için de devreye girdi. Ancak, Hamas’ın planı resmen kabul ettiğine dair somut bir belge olmamasına rağmen, Mısır’daki görüşmelerin sürdüğü ve anlaşmaya yakın olunduğu ifade edildi.
Sumud Filosu’nun, İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukasını kırarak insani yardım götürme girişimi, İsrail tarafından engellendi. İsrail donanmasının yaptığı operasyonlarda 47 ülkeden en az 443 aktivist gözaltına alındı. Bu durum dünya çapında büyük protestolara yol açtı. Uyguladığı soykırım, İsrail’in uluslararası arenada prestij kaybına uğramasına neden oldu. Protestolar BM Genel Kurulu ile sınırlı kalmadı. Özellikle Avrupa’da, Almanya, İtalya, İspanya ve Hollanda’da gündelik hayatı durduran yüzbinlerin katıldığı büyük eylemler yapıldı.
Diğer yandan, Prof. Hamit Bozarslan’ın da vurguladığı gibi, İsrail’in Gazze’den sonra Batı Şeria’ya yönelme riski bulunuyor. 7 Ekim saldırılarını yalnızca bir trajedi değil, aynı zamanda Gazze’nin kendi geleceğini de ortadan kaldıran bir dönüm noktası olarak tanımlayan Bozarslan, “7 Ekim sadece bir katliam değil, rasyonelliğin intiharıdır. Gazze’nin üniversiteleri, okulları, bakanlıkları vardı. Gazze tehlike altında değildi. 7 Ekim, Gazze’ye çok büyük bir darbedir. Hamas’ın tarih sahnesinden silinmesi gerekiyor” dedi. Ayrıca, İsrail’in insanlık dışı saldırılarının artık uluslararası arenada da “soykırım” olarak adlandırıldığını vurgulayan Bozarslan, İsrail’in soykırım suçlamasıyla karşılaşabileceği ve bunun da kalıcı sonuçlarının olacağı değerlendirmesinde bulundu.
Erdoğan’ın Amerika Ziyareti ve Türkiye-ABD İlişkileri
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Eylül ayında gerçekleştirdiği Amerika ziyareti, Türkiye-ABD ilişkileri açısından Biden dönemindeki Beyaz Saray ambargosunun kalktığı yeni bir sayfa olarak değerlendirilebilir. Trump ile Beyaz Saray’daki görüşmeden önce düzenlenen basın toplantısında Donald Trump’ın diyaloğa hâkim olduğu ve kendi gündemini dikte ettiği gözlemlendi. Trump, her fırsatta olduğu gibi bu defa da rahip Brunson ve Esad’ın devrilmesinde Erdoğan’ın rolü konularını hatırlatmadan geçmedi. Ayrıca Erdoğan’a yönelik “hileli seçimleri herkesten daha iyi bilir” ifadeleri de dikkat çekti. Erdoğan’ın ajandasında olan, CAATSA yaptırımları, Halkbank Davası ve F-35 projesi gibi konularda pek bir gelişme sağlanamazken daha önce dillendirilmeyen LNG alımı ve nükleer enerji gibi konularda ciddi adımlar atıldı. Erdoğan daha Türkiye’deyken ABD’den yapılan ithalattaki gümrük vergileri sıfırlanmıştı. Görüşmeler sonucunda, 200’den fazla uçağı kapsayan THY’nin Boeing siparişi, 20 yıl boyunca ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz alımı ve paket nükleer santral alım anlaşmaları imzalandı. Ayrıca Türkiye’nin Rusya’dan enerji alımını kesmesinin beklendiği ifade edildi.
Erdoğan’ın Filistin konusu dahil herhangi bir yorumda bulunmadığı, sadece Halk Bankası meselesinden bahsettiği görüşmeden sonra, Türkiye’nin Amerikan mahkemesine yaptığı davayı düşürme talebi reddedildi. Erdoğan’ın “çözüldü” açıklamasına rağmen davanın devam etmesi, Türkiye’nin bu konuda somut bir kazanım elde edemediğini gösterdi.
Öte yandan Erdoğan-Trump görüşmesi öncesinde ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın açıklamaları da ciddi tartışmalara yol açtı. Zira Barrack, Trump’ın Erdoğan’a ilişkin değerledirmelerinde “çözüm olarak ona meşruiyet vermeliyim” dediğini söylemişti. Trump’ın bu ifadeleri, dolaylı olarak Suriye’deki HTŞ lideri Colani’yi meşrulaştırmakla ilgili olduğu şeklinde yorumlanabileceği gibi, Türkiye’deki otoriter rejimin Trump tarafından tanınması anlamına geldiği de söylenebilir. Erdoğan muhtemelen bu görüşmede somut kazanımlar elde edemedi. Fakat, Trump ile yan yana görüntü vermeyi başararak siyasi bakımdan daha güçlü olduğu algısını güçlendirebildi.
Son bir not olarak Erdoğan-Trump görüşmelerinden sonra Türkiye’nin İran’a yönelik BM yaptırımlarını uygulamaya başladığının resmi olarak açıklandığını belirtelim.
Suriye’deki Gelişmeler ve 10 Mart Anlaşması
Suriye geçiş hükümetinin Cumhurbaşkanı Colani’nin BM Genel Kurulu’na katılması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump ile görüşmesi sonrasında Suriye’de yaşanacak gelişmeler merak konusuydu. Münbiç yakınlarında Deir Hafer ve Tişrin Barajı bölgelerinde SDG ile HTŞ tarafındaki SMO arasında ağır silahların kullanıldığı çatışmalar, Halep’in yoğun Kürt nüfusu olan Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin HTŞ tarafından kuşatılması bölgede tansiyonu bir anda yükseltti. HTŞ saldırılarının bölge halkı ve milisler tarafından püskürtüldüğü aktarıldı. Taraflar arasında gerginliğin artmasıyla ABD’nin devreye girdiği görüldü. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, CENTCOM Komutanı Brad Cooper ile birlikte Suriye’nin kuzeydoğusuna hareket ederek SDG Komutanı Mazlum Abdi ile görüştü. Sonrasında Şam’a giden ABD heyeti burada geçiş hükümetinin Cumhurbaşkanı Colani ile bir araya geldi. Çatışmalar sürerken ABD heyeti ile eşzamanlı Şam’a giden Mazlum Abdi ile Colani, CENTCOM komutanı ve Tom Barrack’ın da katılımıyla bir araya geldi. Görüşme sonrasında “kapsamlı bir ateşkes” konusunda mutabakata varıldığı açıklandı.
Amerika’nın tüm taraflara 10 Mart Anlaşması’nı uygulama çağrısı yaptığı bu süreçte, anlaşmanın önündeki iki temel sorun:
- SDG kontrolü altındaki doğal kaynaklar açısından zengin olan Deyrizor ve Rakka’’nın durumu ile,
- SDG’nin, Suriye Ordusu’na entegrasyona bireysel olarak değil, bir tümen olarak katılmak istemesi, olarak özetlenebilir.
Son haberlerde bu iki sorunda anlaşmaya yaklaşıldığı yönünde bilgiler olduğu görülüyor. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin, “Beklentim şudur: PKK’nın kurucu önderliği SDG/YPG’ye direkt aynı mahiyet ve muhtevada bir çağrıda bulunarak, Şam yönetimiyle imzalanan 10 Mart tarihli mutabakata uyulmasını istemelidir.” açıklaması da dikkat çekici. Türkiye’nin amacının, SDG’yi dar bir alana sıkıştırmak ve HTŞ’yi güçlendirmek olduğu anlaşılıyor. Şimdilik Suriye’deki durumun hala gergin ve belirsiz olduğu, 10 Mart Anlaşması uygulanmazsa çatışma riskinin devam edeceği söylenebilir. Önümüzdeki dönem kritik gelişmelere yol açabilir.
Fosil yakıtlardan çıkılamıyor
Hükümetler 2023’e göre daha yüksek fosil yakıt üretimi planlıyorlar. Bu durum ülkelerin BM iklim zirvelerinde fosil yakıtlardan uzaklaşmak yönünde verdiği taahhütlere aykırı. Eğer planlanan çalışmaların tümü birden gerçekleşirse 2030 yılında küresel fosil yakıt üretimi 1.5 C hedefiyle uyumlu olan miktarın iki mislinden daha fazla olacak.
Analiz, Stockholm Çevre Enstitüsü, Climatete Analytics (Berlin) ve International Institute for Sustainable Development (Kanada) tarafından hazırlanan Production Gap 2025 raporuna dayanıyor. Rapor en büyük 20 fosil yakıt üreticisi ülkenin planlarını inceliyor. Bu ülkeler arasında sadece İngiltere, Avustralya ve Norveç 2023-30 yılları arasında azaltım planlıyor. Çin, ABD, Almanya ve Endonezya ise sadece kömürde azaltım planlıyor. Climate Analytics’ten Neil Grant “Şimdiye kadar yenilenebilir enerji arzındaki artış, fosil yakıt talebinin üzerine bir ilave oldu, bu talebin tepe noktasını görmedik.” diyor.
2021’de Glasgow’daki taraflar konferansında (COP26), ülkeler “kömürü azaltmak” hususunda anlaşmışlardı. O tarihte Çin ve Hindistan anlaşmanın dilinin hafifletilmesi yönünde müdahil olmuşlardı. 2023’te Dubai’deki COP28’de ise ülkeler “kömürden aşamalı uzaklaşmak” yönünde bir anlaşma imzalamışlardı. Bu anlaşmaların pratik anlamı belirsizliğini koruyor.
AB’nin COP30 öncesi kararsızlığı
2025’in ilk altı ayında, ilk defa, küresel elektrik üretiminde rüzgar ve güneşin katkısı kömürü geçti. Rüzgar ve güneşte Çin’in dünyaya liderlik ettiğini, fakat COP30 öncesi BM Genel Kurulu’nda açıkladığı ulusal katkı beyanının iklim analistleri tarafından yetersiz karşılandığını bir önceki yazımızda belirtmiştik. On yılların “iklim şampiyonu” AB ise katkı beyanını hala açıklayamadı. 350.org’dan Andreas Sieber’e göre “Macron, Orban ve Meloni gibi sağ kanat anti-Avrupalılar AB iklim hedefleri üzerinde pervasız bir politik oyun oynuyorlar.” ABD’nin Paris anlaşmasından çekileceğini bir kez daha beyan ettiği, Rusya ve Suudi Arabistan gibi petrodevletlerin Paris’i yavaşlatıp engellediği koşulllarda AB’nin ikircikli pozisyonu küresel iklim eylemini daha da yetersiz ve kırılgan hale getiriyor.
Gazze’de ekokırım
İsrail’in Gazze’yi kitle katliamları ve sürgünlerle adeta insansızlaştırma politikası biliniyor. George Monbiot tarafından kaleme alınan bir yazıda, İsrail’in işlediği soykırım (jenosit) suçuna ilaveten ekokırım (ekosit) suçuna da değiniliyor:
7 Ekim 2023 öncesinde Gazze topraklarının %40’ı tarımsal amaçlı kullanılıyordu. Müthiş nüfus yoğunluğuna rağmen temel gıda ürünlerinde büyük ölçüde kendine yeterliydi. Son yayımlanan BM raporuna göre Gazze tarım arazilerinin sadece %1.5’i erişilebilir ve hasarsız durumda. İsrail karakuvvetleri tarım arazilerini, seraları, meyve bahçelerini talan ederken, havadan yaptığı ilaçlamalarla bitkileri öldürüyor. İsrail Savunma Güçleri (IDF) Gazze sınırındaki tanpon bölgeyi içeri doğru sürekli genişletiyor. Oysa tarım topraklarının önemli bir bölümü bu bölgelerde. Gazze blokajıyla birlikte ele alındığında İsrail’in yarattığı ekokırım kaçınılmaz bir şekilde açlık sorununa yol açıyor.
İsrail saldırıları atıksu arıtımını ve katı atık bertarafı sisteminin çökmesine neden oldu. Ekim 2023 öncesi Gazze’de kullanılabilir suya erişim günde kişi başı 85 litre iken 2025 Şubat ayında bunun 5.7 litreye düştüğü belirtildi. Gazze’nin yaşamsal kıyı yeraltı suyu hazneleri ise Hamas tünellerine deniz suyu enjekte edilmesi nedeniyle kullanılamaz hale geldi.
BM Çevre Programı bombardıman nedeniyle geçen yıl Gazze’nin her metrekaresinde pekçoğu asbest, patlayıcı, insan bedeni kalıntıları, toksik madde, ağır metaller içeren 107 kg moloz bulunduğunu yazdı. Ayrıca IDF’nin yasaklı beyaz fosfor kullandığına dair de dikkate alınması gereken raporlar var. Beyaz fosfor yaygın toprak ve su kirliliğine yol açan, solunum yollarına zarar veren toksik bir toz ve yanıcı bir kimyasal silah.
Ayrıca İsrail saldırılarının karbon ayakizi de raporlaştırıldı. İsrail saldırılarının doğrudan ve dolaylı neden olduğu seragazı salımları orta büyüklükteki bir ülkenin yıllık salımları büyüklüğünde.
Monbiot yazısında militarizm ve çevre ilişkisine de değiniyor. İnsanları öldürmekle sorumlu askeriyeyi “çevreci” olmaya davet edecek değiliz. Diğer taraftan askeriyelerin neden olduğu sera gazı salımlarının küresel toplamın %5.5’ini teşkil ettiğini, ve bunun Paris iklim anlaşmasına raporlanmasının zorunlu olmadığını bilmekte yarar var. Halen ekokırım suçunu tanımlayıp cezalandıran uluslarası bir kanun olmasa da İsrail’in Filistin ekosistemlerine verdiği hasar Roma Statüsü’nün 8. maddesinin ihlali olarak tanımlanabilir.
Trump ve müttefiklerinin, ekokırıma uğramış Gazze’de bir Riviera yaratma planı nasıl işleyecek göreceğiz.
Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi
Bu yaz Türkiye’nin ekoloji gündeminin merkezine oturan 7554 sayılı yasa, zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılmasının önünü açarak doğa ile sermaye arasındaki çatışmanın yeni bir evresini temsil etti. Yasa ile Türkiye’deki madencilik rejiminin doğa üzerinde kurduğu tahakküm daha da derinleşirken, vatandaşların mülkiyet hakları ile ilgili ihlaller de şiddetini artırıyor. Yasaya karşı biraraya gelen yerel halk temsilcilerinin ve sivil toplum örgütlerinin kurduğu Toprağımızı Vermiyoruz Platformu ise doğanın metalaştırılmasına ve zeytinliklerin şirket çıkarlarına tahsis edilmesine karşı tabandan yükselen bir direniş ağı olma niteliği taşıyor. Bu bağlamda, platformun Eylül ayında Muğla’da düzenlediği miting farklı sınıf, kimlik ve bölgesel mücadelelerin kesiştiği bir dayanışma alanı olarak ortaya çıktı. Mitinge katılan CHP, DEM, EMEP, TİP ve Sol Parti temsilcileri, ekoloji mücadelesini demokrasi mücadelesiyle ilişkilendiren konuşmalar yaptılar. Bu söylemler arasındaki ortak payda, ekolojik tahribatın aynı zamanda demokrasinin aşınmasının bir sonucu olduğuydu. CHP lideri Özgür Özel’in halk meclislerini demokrasinin vazgeçilmez zemini olarak tanımlaması; DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları’nın Şırnak Besta ve Samandağ’daki mücadelelerle kurduğu dayanışma köprüsü çağrısı; ve KESK Eş Başkanı Ayfer Koçak’ın emek-doğa ilişkisinde tahribatın sınıfsal boyutuna dikkat çekmesi, ekoloji mücadelesinin çok katmanlı yapısını gözler önüne serdi. Fakat mitingin kamusallaşma biçimlerinde özellikle siyasi parti temsilcilerinin bu ortak hattı yeterince vurgulamadığına dair eleştiriler söz konusu oldu. Onur Hamzaoğlu Bianet’teki yazısında bu soruna işaret etti ve partilerin kendi sözcülerinin mesajlarını öne çıkarıp birleşik mücadele perspektifini geri plana atmalarını eleştirdi. Hamzaoğlu ekoloji mücadelesi gibi ortak mücadele hatlarında birleşik mücadelenin tüm aktörler tarafından vurgulanmasının demokrasi mücadelesi için de önemli bir fırsat olduğunu belirtti.
Uluslararası plastik ticaretinde İngiltere ve Türkiye
AB 2023 yılında, OECD dışındaki ülkelere atık ihracatını yasaklamaya karar verdi. Yasak Kasım 2026’da iki buçuk yıl için yürürlüğe girecek ve yürürlük süresi uzatılabilecek. Hatırlanacağı üzere Ağustos ayında Cenevre’de yürütülen BM plastik kirliliği antlaşması görüşmeleri (INC-5.2 – Intergovernmental Negotiating Committee) özellikle Suudi Arabistan, Katar, Rusya gibi petrol üreticisi ülkelerin görüşmeleri tıkaması nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Küresel, bölgesel yönetim boşluğunda İngiltere’de plastik ihracatını kısıtlayan bir yasak bulunmuyor. Plastik kirliliğine karşı mücadele eden ABD merkezli The Last Beach Cleanup kampanya grubunun raporuna göre İngiltere’nin gelişmekte olan ülkelere plastik atık ihracatı 2025’in ilk altı ayında bir önceki yıla göre %84 arttı. Endonezya ve Malezya’ya yapılan ihracat bu artışın aslan payını oluşturuyor. İngiltere, Almanya ve Japonya’nın ardından yılda 600 bin ton plastik ile en büyük üçüncü küresel atık ihracatçısı. Plastiğin gerikazanımı maliyetli bir işlem, dolayısıyla “ihracat” gelişmiş ülkeler için daha kârlı bir seçenek oluyor. Uluslarası atık ticaretinde ihraç edilen atığın gayrinizami, “kötü” alıcıların eline düşmesi maliyetleri daha da aşağı çekiyor. Uluslararası atık ticareti hakkındaki rakamlar bir “alt tahmin” çünkü ticaretin önemli bir kısmı gayrinizami gerçekleşiyor.
İngiltere Türkiye’ye de plastik ihraç ediyor. Boy Wasted adındaki bir araştırma son on yıldır Türkiye’nin gerikazanım sektöründe her ay iki kişinin ezilme, uzuv kopması, yanma gibi nedenlerle hayatını kaybettiğini ortaya koyuyor. Türkiye’de atık sektöründe göçmen işçiler üzerine araştırma yapan Kanadalı gazeteci Adnan Khan, “Türkiye’de plastiği geri kazanmak için bir lisans sitemi var ama lisans almak çok kolay ve denetim çok zayıf. Bu işlemeyen bir sistem.” diyor.
