24 Haziran seçimlerinin sonuçlarına da yansıyan muhalefetin yenilgisini sorgularken asıl yenilginin 24 Haziran’da sandıkta gerçekleşmediğini, 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumu öncesinden başlayarak sürecin kazanılamadığını, sandıktan çıkan sonucun sürecin  bir çıktısı olduğunu idrak etmek gerekiyor.

Seçimler kazanılabilir miydi?

Hileli seçim  tezgahı boşa çıkarılabilse, muhtemelen kazanılırdı. Fakat tek başına Adil Seçim Platformu’nun performansının bile gösterdiği bir gerçek var: Siyasi partiler hileli seçim tezgahını boşa çıkarabilecek bir kapasitenin sahibi olamadılar. Oysa herkes biliyor ki, seçimler boykot edilmediğinde sandıkların gözetim ve denetimini halk yapmak zorundaydı. AKP-MHP’nin hakim olduğu sandıklarda neler olup bittiği hala bir muamma. Çünkü muhalefet adına seçimlere katılan siyasi partiler bu muammayı çözecek örgütlü bir seçmen seferberliği yaratamadı.

Bir kez seçim atmosferine girildiğinde, muhalif siyasetçi ve entelektüellerin umudu büyütmek adına kamuoyunu yanlış beklentilerle yönlendirmeleri yeni bir durum değil. Yıllardır bu yapılıyor ve seçimler sonrasında kitlesel bir hayal kırıklığı yaşanıyor.

AKP’yi tek başına hükümet kuramaz duruma getirdiği için muhalefetin başarılı olduğu iddia edilen 7 Haziran 2015 milletvekili seçimi dahi bir başarısızlıktı. Başarı iddiasında bulunurken MHP’nin muhalefetin kararlı bir bileşeni olduğu varsayılıyordu. Öyle olmadığı ve MHP’nin aslında “devletin bekası” bloğunun kararlı bir bileşeni olduğu, muhalefeti manipüle ettiği anlaşıldığında iş işten geçmişti. Bugün benzer bir yanılsama İyi Parti ile ilgili olarak örgütleniyor. Oysa İyi Parti muhalefetin ilkesel bir ittifak kurması ve ortak aday çıkarması önünde engel oluşturan partiydi. Seçim yenilgisinin hazırlanmasında rolünü oynadı ve “devletin bekası” cephesi içinde nasıl sivrilebileceğinin hesaplarını yapıyor.

Şöyle ya da böyle kuşkucu ya da eleştirel pozisyon alan birçok entelektüelin de yaratılan politik yanılsama atmosferine eklemlendikleri, akıl yürütüp tahminlerde bulunurken yanlış öncüller ürettikleri söylenebilir.

Örnek verilecek olursa: Seçim atmosferinde sürekli sorulan soru seçimlere katılan şu ya da bu siyasi partinin hal ve gidişatı oldu. Oysa yüksek siyaseti buzdağının görünen kısmı olarak kabul etmeyen çözümlemelerin dar ve yüzeysel kalması kaçınılmazdır. Çözümlemelerin zengin ve aydınlatıcı bir içerik edinmesi için, işçi hareketinden insan hakları hareketine muhalefetin ne durumda olduğuna bakmak gerekir. O zaman mesela yüksek siyasetin hal ve gidişatını etkileyebilecek bir kitle örgütü olarak DİSK’in işçiler ve yüksek siyasetle ilişkisi de ciddiyetle ele alınır. Belli ki DİSK genel başkanlarının CHP’den milletvekili seçilmelerini işçi hareketinin yüksek siyasete yansıması olarak değerlendirmek mümkün değil. Aksine, Türkiye’de yoksulların kitleler halinde AKP-MHP’ye oy vermeye devam ettikleri ve iktidar karşıtı bir işçi hareketinin sahnede olmadığı uzun zamandır biliniyor.

24 Haziran seçimlerine doğru muhalefet süreci kazanabileceğini gösteren toplumsal aktörleri ortaya çıkarabildi mi? Seçimleri kazanma ihtimali var mıydı? Her iki sorunun da yanıtı olumlu değil. Tabii ki konjonktürel olarak iktidar krizinin doğrudan seçim sandıklarına yansıması ve her şeye rağmen muhalefetin kazanması mümkündür. Bariz çöküşe karşı belirsizliği tercih etmek şaşırtıcı bir seçmen davranışı değildir. Zaten tam da bu nedenle iktidar baskın ve darbe niteliğinde bir erken seçim yapma kararı aldı. İktidar büyüme eğilimindeki ekonomik krizin siyasi bir değişken olarak sahaya inmesini engelleyemeyeceğini ve bir an önce seçimlere gitmenin doğru olduğunu anlamıştı. Nasılsa OHAL ve hileli seçim tezgahı cepteydi.

Bu şartlarda, muhalefetin iktidarın meşruiyetini tartışmalı hale getirmeye devam eden bir oy oranına ulaşması başarı olarak kabul edilebilir. Anlaşılmaz görünen, niçin 24 Haziran’da iktidarın sandıkta kazanması ya da yenilmesinin başarı ölçüsü haline getirildiğidir. “Muharrem İnce rüzgarı” örneğin DİSK’in ya da KESK’in yapamadığını yapıp AKP-MHP’ye oy veren işçi kitlelerini mi kazanmıştı? Orta sınıf katmanlarında mesleki-örgütsel siyasi bir bilinç sıçraması yaşanmış ve miting alanlarını bu şekilde mi doldurmaya başlamıştı? Kürt siyaseti 2015’ten itibaren içine sürüklendiği savaş açmazından kurtulmaya mı başlamıştı? Yüzbinlerce insanın hayatını alt üst eden KHK mağduriyetleri insan hakları alanında bir KHK mağdurları hareketiyle mi sonuçlanmıştı? Sorular çoğaltılabilir.

Kesin olan, Akşener’den sonra İnce vakasının da diktatörlük rejimine meşruiyet kazandırması ve seçim gecesinden başlayarak bunun tescil edilmesidir. 24 Haziran seçimlerini muhalefet adına yenilgiye çeviren bu gelişmelerdir. Öyle ki, 16 Nisan gecesi #HAYIR seçmenlerini şaibeli evet sonucunu kabullenmeye çağıran CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, 24 Haziran’da aynı tavrı sürdürmekle birlikte işi diktatörlük rejimini tebrik etmeye vardıran Muharrem İnce’yi tekzip etmek zorunda kalmıştır.

Gerçekçi bir bakış açısıyla, muhalefetin başarı ölçüsünün 24 Haziran’da sandıkta kazanmak olmadığını, hileli seçim tezgahını teşhir etmek ve iktidarın meşruiyet kazanmasını engelleyecek bir kitlesel seferberliği hayata geçirmek olduğunu anlamak zor değildir. Muhalefete egemen yüksek siyaset kurgusu buna izin vermediği için, kamuoyu “Sandıkta kim kazandı, kim kaybetti?” şeklinde absürt bir tartışmanın içine çekildi.

Şunu netlikle görmek gerekiyor: Muhalefet partileri, hal ve gidişatlarıyla, itiraz ettikleri diktatörlük rejimininin dayattığı çerçeveye hapsoluyor ve meşruiyet kazanmasına hizmet ediyorlar. Yeni meclisin yeni milletvekilleri yeminlerini ettikten sonra bu süreç resmen tamamlanmış olacak. Strateji diktatörlük rejimini tasfiye etmek ve köklü bir demokratik değişimi gerçekleştirmek ise, seçimleri kazanmak tali bir meseledir. Asıl mesele süreci kazanmak ve yeri geldiğinde seçimleri süreç  kazanımının bir parçasına dönüştürmektir.