Bu değerlendirme 27 Ağustos – 9 Eylül 2025 tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.
İç Politika: CHP İstanbul İl Başkanlığı’na yönelik kayyum ataması kararı ve direniş, belediyelere yönelik operasyonlar, barış sürecinde yaşanan gelişmeler.
Ekonomi: Yoksulluk artarak devam ederken makroekonomik göstergeler çöküş sinyalleri vermeye devam ediyor.
Dış politika: Gazze’de soykırım, Suriye’de gerilim, Ukrayna’da barış umudu azalıyor…
İÇ POLİTİKA
CHP’deki Tartışmalı Atama ve Direniş
Geçtiğimiz iki haftalık süreçte Türkiye’nin iç politika gündemi, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) etrafında yaşanan hukuki ve siyasi gelişmelerle şekillendi. Yargı süreçlerinin siyasi müdahalelerin bir aracı haline geldiği bu ortamda, yapılan son müdahalelerin iktidarın muhalefeti sindirme ve kendine bağlı bir siyasi yapı yaratma arayışında olduğu tartışmalarını öne çıkardı. Bu durum, siyasetteki kutuplaşmayı derinleştirirken, demokrasinin en asgari unsurlarının bile tehlikeye girdiği yorumlarına neden oldu. Bugün CHP’nin yaşadıkları, siyasi tarihte benzeri görülen ve muhalefete yönelik sistematik baskıların bir devamı olarak değerlendiriliyor; nitekim geçmişte Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Kürt siyasi hareketinin türevleri de benzeri yargısal kuşatmalar ile karşı karşıya kalmıştı. Bugün aynı yöntem çok benzer araçlarla CHP’ye uygulanıyor. CHP’nin son dönemde yaşadıkları zaten ağır aksak ilerleyen seçimli demokrasiye yönelik ciddi bir darbe olarak değerlendirilebilir.
Mahkeme kararı ve Polis Destekli Gürsel Tekin
CHP İstanbul İl Başkanlığı’na yönelik kayyum ataması kararı, gündemin en önemli maddelerinden birii oldu. İktidarın CHP’yi içeriden bölme çabalarından biri İstanbul İl Yönetimi üzerinden devreye sokuldu. İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin il kongresini iptal edip, mevcut yönetimi görevden alarak yerine Gürsel Tekin’i ve beraberindeki heyeti ataması kamuoyunda büyük tepki uyandırdı. Hukuki olarak “kayyum” unvanını kabul etmese de Tekin hem kamuoyunda hem de parti yönetimi tarafından bu şekilde nitelendirildi. Gürsel Tekin’in sık sık açıklamalarıyla gündemde yer aldığı süreçte “Ortada bir cenaze var, o cenazeyi kaldırmayalım, koksun mu?”, “Ben kabul etmeseydim kayyım gelirdi” diyerek görevini meşrulaştırmaya çalıştığı ve sürdürme kararlılığını gösterdiği görüldü.
Kararın uygulanması sırasında yaşananlar ise ibret vericiydi. Yüzlerce polis, adeta bir ordu gibi CHP İstanbul İl Başkanlığı binasının çevresinde yığınak yaparken, Gürsel Tekin’in il binasına polis eskortu eşliğinde girmesi, seçilmiş bir partinin iradesinin adeta polis zoruyla ele geçirilmesi olarak yorumlandı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in tepkili açıklamaları ve çağrıları iktidar kanadında sokağa çağrı olarak nitelendi ve tepkiye neden oldu. Özel ise bu çağrısının, “partililerin baba ocağına, il binasına çağrısı” olduğunu belirtti. Özgür Özel, ilk karmaşanın sona ermesinin ardından İstanbul’a gelmeyerek normal programına devam etti ve ardından partinin İstanbul İl Başkanlığı’nın yeri değiştirildi. Eski il binası, Genel Başkanlık Çalışma Ofisi olarak yeniden düzenlendi.
İktidardan Gelen Açıklamalar
Bu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaşananları “ana muhalefetin eski ve yeni kadroları arasında oluşan koltuk kavgası” olarak yansıtmaya çalıştı. Ancak bu anlatının kamuoyunda çok karşılık bulmadığı söylenebilir. İstanbul dışındaki delegelerin büyük çoğunluğunun çok kısa sürede noterden kurultay çağrısı yapması ve DEM Parti başta olmak üzere diğer sol ve sosyalist partilerden gelen destek açıklamaları, bu direnişin parti içi bir meseleden çok, Türkiye’nin demokratik geleceğine dair bir mücadele olarak algılandığını gösterdi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise, “Mahkeme kararlarını tanımıyorum demek hukuk devletine kafa tutmaktır” diyerek kayyum kararlarını savunurken, CHP lideri Özgür Özel, Bahçeli’nin bu açıklamalarına karşı, “AKP ile ittifak Asliye Ceza’da kuruldu. Biz bunu yapmadığımız için partinin başından gideceksek, giderim ben” diyerek sert bir şekilde yanıt verdi. Ancak bu açıklamaların devamında Hikmet Çetin’in MHP lideri ve Feti Yıldız ile yaptığı görüşmeler ise kamuoyunda merakla karşılandı. CHP’nin MHP’ye ve hatta DEM’in de içinde olacağı şekilde zaman zaman birlikte hareket etme çağrıları yaptığı biliniyor ancak bunun ne şekilde karşılık bulduğu veya bulup bulmayacağı dikkatle izlenmesi gereken bir durum olarak değerlendirilebilir.
Yargıdaki Yetki Gaspı
CHP’ye yönelik bu hukuki süreç, mahkemelerin görev ve yetkileriyle ilgili önemli tartışmalara da yol açtı. Asliye Hukuk Mahkemesi gibi alt düzey bir mahkemenin, Yüksek Seçim Kurulu’nun görev alanına girdiği ve geçmişte yapılmış bir seçimi bu şekilde geçersiz kılma ihtimali, iktidara yakın gazetecilerde bile kafa karışıklığı ve endişe yarattı. Bu süreçte, CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve ona yakın olduğu bilinen gazeteci ve siyasetçilerin suskunluğu veya ayrışmayı körükleyen yaklaşımları da dikkat çekiciydi.
Bu durum, iktidarın yargıyı kullanarak muhalefeti bölme ve kontrol altına alma taktiğinin bir devamı olarak değerlendirebiliriz. Benzer şekilde, geçmişte Kürt Özgürlük Hareketi siyasi partilerine yönelik kapatma davaları, eş başkanlarının tutuklanması ve belediyelerine kayyum atanması gibi olaylar da muhalif bir siyasi hareketi etkisizleştirmeyi amaçlayan sistematik bir stratejinin parçası olmuştu. Bu durum, yalnızca bir partiyi değil, tüm muhalefeti hedef alarak, siyasi rekabetin kurallarını değiştirme amacı taşıyor. Bugün CHP’nin yaşadığı kayyum krizi, Türkiye’deki siyasi mücadelelerin hukuki zemin üzerinden nasıl yürütüldüğünü, ayrışan siyasi hareketlerin iktidar tarafından nasıl yok edilme tehdidi ile karşı karşıya bırakıldığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Belediyelere Yönelik Baskılar
CHP’ye yönelik baskıların bir diğer ayağını da belediyelere yönelik operasyonlar oluşturdu. Bu süreçlerin yalnızca hukuki değil, aynı zamanda siyasi geçişkenlikler içerdiği görüldü. Yolsuzluk iddialarıyla tutuklanan Beykoz Belediye Başkanı Alaattin Köseler’in 30 saat sonra yeniden tutuklanması, belediye başkanlarının siyasi tercihlerine göre baskı altına alındığı yorumlarına neden oldu. Bu durum, yerel yönetimler üzerinden siyasi mühendislik yapıldığına dair önemli bir gösterge olarak öne çıktı.
Barış Süreci
Türkiye’nin iç siyaseti, Kürt meselesi ve barış süreciyle ilgili gelişmelerden bağımsız değildi. Meclis’te kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun çalışmaları tartışmalı bir şekilde ilerlerken görüşmelere yeniden ara verildi.. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın, komisyondan bir heyetin Abdullah Öcalan’la görüşmesinin “bir zaaf oluşturmayacağı” yönündeki açıklamaları, ittifak içinde gerilime yol açtı. DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan, önümüzdeki hafta Öcalan ile görüşeceklerini duyurdu. Öcalan ise daha önce yaptığı açıklamada, “Bahçeli’nin çağrısı ile başlayan ve fesih ile devam eden tarihi inisiyatifimin arkasındayım” diyerek barış ve demokratik siyaset aşamasına geçilmesi gerektiğini belirtmişti.
EKONOMİ
Türkiye ekonomisi, özellikle memur, işçi ve emekliler açısından, derinleşen yapısal sorunlar ile siyasi gerilimlerin etkisi altında daha da kötüleşiyor. CHP’ye yönelik operasyonların etkisi, enflasyon ve işsizlik rakamları ile yeni ekonomi politikalarına dair haberler, çoğunluk için pek de iç açıcı olmayan bir tablo gösteriyor.
CHP İstanbul İl Kongresi’nin iptali ve kayyum atanması, finansal piyasalarda sert dalgalanmalara neden oldu. BIST 100 endeksi yüzde 5’ten fazla değer kaybederken, TL’yi savunmak için devlet bankalarının iki günde 5 milyar dolar satış yapmak zorunda kalması, 19 Mart’taki gibi bir kur şoku yaşanmasını engelledi. Makro veriler de pek iç açıcı değil. TÜİK verilerine göre Ağustos enflasyonu aylık bazda yüzde 2,04 yıllık bazda ise yüzde 32,95 olarak gerçekleşti. ENAG ise aylık enflasyonu yüzde 3,75, yıllık bazda ise yüzde 65,49 olarak açıkladı. İstanbul Planlama Ajansı’nın araştırmasına göre İstanbul’da yaşayan dört kişilik bir ailenin yaşam maliyeti 100 bin liraya dayanmış durumda. “TÜİK’e göre Temmuz 2025’te dar tanımlı işsizlik yüzde 8 olarak açıklanırken, zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 29,6’ya çıktı. Genç işsizlik oranı ise yüzde 15 seviyesinde gerçekleşti”. İşçi, memur ve emekli maaşlarına yapılan ara zamların kaldırılarak zamların hedeflenen enflasyon oranında yapılması, ancak gerek enflasyonun hedeflenen rakamların çok ötesine geçmesi ve gerekse devletin vergi oranlarını gerçekleşen enflasyon oranında artırması, sabit gelirlilerin kayıplarını daha artırıyor.
Öte yandan 2026’da hayata geçirilmesi planlanan Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) ile çalışan maaşlarından yüzde 3 kesinti yapılacak olması ve söz konusu sistemin Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan (SGK) bağımsız şekilde yürürlükte olacak olması çalışanların sırtına yeni yükler mi gelecek sorusunu da beraberinde getiriyor. Bloomberg’in Boğaz köprüleri ve 9 otoyolun özelleştirilmesine dair haberi, iktidarın seçime yakın dönemlerde bütçeye kaynak aktararak geçici refah yaratma stratejisini yineleyeceğini, kamu varlıklarının satışının seçim öncesi kaynak yaratma aracı olarak kullanılabileceğini düşündürüyor.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen TCMB rezervlerinin 180 milyar doları aşması, rezervlerdeki artışın kaynağına dair soru işaretlerini de beraberinde getiriyor.
DIŞ POLİTİKA
Gazze’de Soykırım
İsrail son iki hafta içinde de sistematik saldırılarla sivilleri hedef almaya devam etti. İnsanları açlıkla terbiye politikası da bir tür tuzak olarak kullanılıyor. Yardım dağıtımı sırasında sivillere gerçek mermilerle ateş açılıyor. 400’e ulaşan açlıktan ölenlerin 140’ının çocuk olması, toplam ölümlerin 75 binlere yaklaşması, yaşananların topyekûn bir yok etme, soykırım ve tasfiye operasyonu olduğunun kanıtlıyor. Zaten Netanyahu da Gazze’yi tamamen savaş alanı ilan etti ve sivilleri bölgeden çıkmaya zorladı. Özellikle ABD ile İsrail’in bu tasfiye konusunda uzlaştığı da artık su götürmez bir gerçek. Zira Trump’ın tehditlerinin hemen ardından Hamas jet hızıyla açıklama yaparak müzakereye hazır olduklarını bildirdi. İsrail buna rağmen anlaşma şartlarını görüşmek üzere Katar’da bir araya gelen Hamas’ın müzakere heyetine saldırdı. Katar’ın Trump’ın son Körfez gezisinde açıklanan trilyonlarca dolarlık yatırımlarını, aynı zamanda ABD’nin en büyük askeri üssüne ev sahipliği yaptığını ve Türkiye’nin de burada bir üssü bulunduğunu hatırlatalım. İsrail’in saldırıları Katar’la sınırlı kalmadı. Yemen’e yönelik saldırılar da devam etti. Ayrıca 44 ülkeden barış aktivistinin 50 tekne ile katıldığı yardım konvoyunun da Tunus açıklarında vurulduğu iddia edildi.
Bu trajik tablo karşısında, uluslararası kamuoyunun tepkisi ise tam bir ikiyüzlülük örneği. Avrupa’da Gazze için yapılan protestoların sert müdahaleler ve yüzlerce kişinin gözaltına alınması, bu çelişkinin en somut kanıtı. Hükümetlerin ve resmi organların bir yandan İsrail’e eleştirilerini belli bir dozda tutarken, diğer yandan kendi kamuoyunu gözdağı verme çabaları, ifade özgürlüğü ve insan hakları gibi evrensel değerlerin dahi “ulusal çıkarlara” kurban edildiğini gösteriyor. Burada İspanya hükümetinin diğerlerinden farklı olarak İsrail’e yönelik silah ambargosunu ve İsrail’e askeri malzeme taşıyan uçak ve gemilerin İspanya hava sahası ve limanlarını kullanmasının engellenmesini içeren dokuz maddelik bir eylem paketini onayladığını vurgulayalım. İspanya’nın tavrının Avrupa içinde farklı seslerin olduğunu, ancak bu seslerin genel politikayı değiştirmeye yeterli olmadığına işaret ettiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan dünyanın dört bir yanından aralarında tanınmış Hollywood yıldızlarının da olduğu yüzlerce oyuncu, yönetmen ve sinema emekçisi İsrailli yapımcılarla çalışmayı reddettiklerini açıkladılar. Kültür ve sanat alanından gelen bu tür boykot hareketleri, aslında hükümetlerin ikiyüzlülüğüne karşı bir direniş biçimi olarak kültür ve sanatın ne denli önemli olabileceğini hatırlatıyor.
Suriye
Bir süredir durmuş olan HTŞ ile SDG arasındaki görüşmelerin yeniden başladığına dair haberler basına yansıdı. Görüşme haberlerinin yanında iki dikkat çekici gelişme daha oldu. Bunlardan ilki ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Barak’ın “… ABD de PKK’yi yabancı bir terör örgütü ilan etmiştir. Ancak artık PKK ile ilişkili olmayan başka bir örgüt var: DSG ve YPG” şeklindeki açıklaması, diğeri ise Salih Müslim’in “Adem-i merkeziyet kabul edilmezse bağımsızlık talep ederiz” açıklaması oldu. Görüşmelerin bu açıklamalardan sonra başlaması ise dikkat çekiciydi. Bu arada Türkiye’nin HTŞ üzerindeki rolü üzerinde de durmak gerekiyor. Türkiye’nin Suriye’de Kürt kazanımlarını mümkün olduğunca azaltmaya çalıştığı aşikar. Ancak Rojava’yı tamamen yok edemeyeceğinin de -en azından mevcut durumda- farkında olmakla birlikte SDG’nin kontrol alanlarını daraltmaya çalışıyor. Özellikle petrol ve tarım bölgelerinden SDG’nin çıkarılmasının hedeflendiği söylenebilir. Türkiye etkisi Esad sonrası dönemde ilk kez yapılacak olan seçimler üzerinde de hissediliyor. 15-20 Eylül tarihleri arasında yapılacak olan seçimde merkezî hükümetin kontrolü dışında bulunan bölgelerde sandık kurulmayacak. Bir başka deyişler Dürzi ve Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde seçim yapılmayacak.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) verilerine göre HTŞ’nin yönetimi ele geçirdiği tarihten sonraki 9 ayda 10 binden fazla insan ölmüşken SDG’yi silahlarını teslim edip HTŞ’ye entegre olmaya zorlamanın ve bunu beklemenin hayatın doğal akışına uygun olmadığı açık. Zira SDG’nin kurduğu modelin diğer gruplara da rol model olduğunu önceki dönem değerlendirmelerimizde vurgulamıştık. Benzer bir modeli oluşturma yönünde adımlar atan Dürzilerle SDG arasındaki dayanışmanın da güçlendiği görülüyor.
İsrail’in Suriye’ye saldırıları da sürüyor. Şam’ın güneyindeki bölgelere düzenlenen hava saldırıları ve indirme operasyonunda Suriye geçici hükümetine bağlı çok sayıda askerin öldürüldüğü, bazı lojistik teçhizatların imha edildiği, bir kısmının ise İsrail güçlerince taşındığı bildirildi. İsrail Suriye’ye yerleştirilen Türk casus cihazlarının ele geçirildiğini ve imha edildiğini açıkladı. Ayrıca İsrailli bir yetkili “Şara yönetimini ateşle oynamaması ve Türk emirlerini dinlememesi konusunda uyardık” dedi.
Bu arada KDP lideri Mesud Barzani’nin, France 24’e verdiği röportajda gündeme getirdiği Suriye’deki bazı Arap aşiretlerinin Rojava’ya yönelik saldırı ihtimali de dikkat çekiciydi. “Rojava asla yalnız bırakılmayacak. Rojava’ya saldırırlarsa, bütün Peşmerge güçleri Kamışlo’ya gidecek ve ben de onlardan biri olacağım” dedi. Türkiye ile güçlü ilişkileri olan Barzani’nin bu açıklaması “acaba Türkiye Arap aşiretlerini ayaklandırarak Peşmerge’nin kalıcı girişine zemin mi hazırlıyor” sorusunu akla getiriyor.
Ukrayna ve Rusya
15 Ağustos’ta gerçekleşen Trump–Putin görüşmesiyle gündeme gelen barış ihtimallerinin yerini tekrar gerginliklere bıraktığı görülüyor. Haber taramasına konu olan dönemde yaşanan gelişmelere bakıldığında, yeniden çift kutuplu dünyaya doğru bir gidiş olduğu söylenebilir. Özellikle Çin’de düzenlenen genişletilmiş Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) toplantısında verilen daha adil ve eşitlikçi bir uluslararası sistem mesajı, Çin-Hindistan-Rusya işbirlikleri ve ŞİÖ toplantısının hemen ertesi günü Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nda teslim alınmasının yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen askeri geçit törenlerindeki Çin-Rusya-Kuzey Kore işbirlikleri Batı’ya mesaj olarak yorumlanabilir. Zira, bu toplantılar sonrasından Macron’un Ukrayna ile Rusya arasında sağlanacak olası bir ateşkesin ardından oluşturulması planlanan “Güvence Gücü”nde 26 ülkenin yer almak istediğini ve Fransa’nın da bu oluşuma katılacağını açıkladı. Putin ise, özellikle de çatışmalar sürerken Ukrayna’ya gönderilecek askerler meşru hedef olur dedi. Birkaç gün sonra da Rusya Ukrayna’ya, işgalin başından beri en büyük hava saldırısını düzenledi. Saldırıda 805 insansız hava aracı (İHA) ve farklı türlerde toplam 13 füze kullanıldığı bildirilirken, ülke genelinde Kiev’deki hükümet binaları dahil, 37 farklı noktanın isabet aldığı kaydedildi.
Aslında savaşın yalnızca Ukrayna ile sınırlı olmadığını, Kafkasya ve Orta Doğu dengeleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu; savaşın uzamasının, Rusya’yı yıpratmak, ekonomisini zayıflatmak ve Orta Doğu’dan çekilmeye zorlamayı hedefleyen ABD’nin stratejik bir tercihi olduğunu önceki değerlendirmelerimizde vurgulamıştık. ABD, Azerbaycan-Ermenistan barışı ve Zengezur Koridoru ile hem İran’ı sınırlamış hem de Çin’in Kuşak ve Yol projesine karşı stratejik üstünlük kazanmıştı. Bu şartlar altında savaşın kısa vadede bitmeyeceği, taraflardan birinin kesin yenilgisi olmadan süreceğini öngörmek yanlış olmaz.
ABD, Trump ve Küresel Etkiler
ABD Başkanı Trump’ın ikinci dönemi, küresel arenada dalga etkisi yaratan radikal kararlarla devam ediyor. Trump’ın Fed Yönetim Kurulu Üyesi Lisa Cook’u görevden alma girişimi ve Cook’ın bu karara dava açması, ABD merkez bankasının bağımsızlığına yönelik en agresif saldırılardan biri olarak kayıtlara geçti. Trump’ın, faiz politikaları üzerinde doğrudan kontrol sağlama arzusunun bir yansıması olan bu hamle, finansal piyasaların geleceği açısından ciddi endişelere neden oldu. Cook’un hukuki direnişi ise, ABD’deki kurumların bu baskıya nasıl karşı koyacağının bir göstergesi olacak.
Beyaz Saray’da teknoloji şirketlerinin CEO’larına verilen yemek ise, Trump’ın endüstriyi yerel yatırımlara zorlama stratejisinin bir parçasıydı. Özellikle yapay zekâ ve yarı iletken tedarik zinciri konularının ön planda olduğu görüşmeler, ABD-Çin teknoloji savaşının daha da şiddetleneceğinin sinyalini verdi. Teknoloji devlerinin küresel tedarik zincirlerini yeniden düzenlemesi, Trump’ın Çin ile rekabette önceliklerinden biri. Trump ayrıca teknoloji devlerinin yapay zeka dolayısıyla artan enerji ihtiyacını karşılamak için gelecekte kömür ve nükleer santrallere ağırlık vereceklerini her fırsatta vurguluyor.
Bir diğer kritik gelişme, ABD Temyiz Mahkemesi’nin Trump’ın Kanada, Çin ve Meksika’ya uyguladığı tarifeleri yasadışı bulması oldu. Mahkemenin, Başkan’ın ticaret yetkilerini aştığı yönündeki kararı, Trump’ın “tek taraflı ticaret savaşları” politikasının hukuki sınırlarına işaret etti. Trump’ın kararı “siyasi bir kumpas” olarak nitelendirmesi ise, yargı ile yürütme arasındaki gerilimi tırmandırdı. Muhtemel temyiz süreci göz önünde bulundurulduğundan gümrük vergileri 14 Ekim’e kadar yürürlükte kalacak.
Savunma politikalarında da radikal bir değişiklik gündemde: Trump’ın Pentagon’un adını “Savaş Bakanlığı” olarak değiştirme kararı. Bu sembolik ancak anlamlı hamle, ABD’nin Soğuk Savaş dönemi retoriğine dönüşü olarak yorumlanabileceği gibi, dış politikasının daha agresif ve askeri odaklı bir çizgiye evrileceğinin işareti de olabilir.
Son olarak, ABD’nin, Trump’ın suç örgütü Tren de Aragua’ya ait olduğunu ve uyuşturucu taşıdığını iddia ettiği bir tekneyi imha edip 11 kişinin hayatını kaybetmesiyle tırmanan Venezuela ile ABD arasındaki gerilim, karşılıklı tehditler ve askeri hazırlık iddiaları, bölgenin yeniden bir çatışma alanına dönüşme riskini barındırıyor. Petrol kaynakları üzerinden şekillenen bu gerilim, sıcak çatışma riski de taşıyor.