Bu değerlendirme 5-18 Kasım 2025 tarihli haber akışı esas alınarak hazırlanmıştır.

İç politika: Barış sürecinde son durum, İBB – İmamoğlu iddianamesi…

Ekonomi: Enflasyon düşmüyor, çalışma koşulları giderek ağırlaşıyor, gelir dağılımı bozulmaya devam ediyor…

Dış politika: Gazze için bir kez daha “barış” planı, Colani Beyaz Saray’da, SDG-HTŞ görüşmeleri, Irak seçimleri, Amerika’da belediye başkanlığı seçimleri ve sosyalist dalga, Venezuela – Abd gerilimi…

İÇ POLİTİKA

Barış Sürecinde Son Durum

Barış süreci, çelişkili gelişmelerin bir arada gerçekleştiği seyrini korumaya devam ediyor. Örneğin Ahmet Özer’in tahliye edilmesi ve ardından hemen sürece destek vermek için çalışmalara başlaması pozitif bir durum yaratırken, yıllardır içeride tutulan eski Diyarbakır Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı’nın denetimli serbestlik hakkından yararlanma talebinin yine keyfi bahanelerle reddedilmesi tepkiyle karşılandı. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, kayyum atanmasına gerekçe olarak gösterilen davadan beraat ettiği halde, Mardin kayyumunun görev süresi İçişleri Bakanlığı tarafından uzatıldı. AİHM’in kararı üzerine tahliye edilmesi gereken Selahattin Demirtaş ise hâlâ cezaevinde tutuluyor. Devlet Bahçeli’nin “tahliyesi hayırlı olacaktır” açıklamasının ardından, Erdoğan, “yargı ne derse ona uyarız” açıklaması yaptı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ise “AİHM’in kararı kesinleşti, süreç mahkemece değerlendirilecek” yorumunda bulundu. Ekrem İmamoğlu ise yaptığı açıklamada AİHM’in kararını hatırlatarak Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın derhal serbest bırakılması gerektiğini belirtti. Demirtaş’ın tahliyesinin hukuki bir zorunluluk haline gelmiş olmasına rağmen bekletilmesi, çözüm sürecinin işleyişi açısından olumsuz bir durum yaratıyor.

Diğer taraftan PKK’nin Zap bölgesinden çekilme kararı verdiğini açıklaması kritik bir adım olarak değerlendiriliyor. Zap, çok uzun süredir Türkiye ile PKK arasında en yoğun ve en sert çatışmaların yaşandığı bölge olarak biliniyor. Süreç devam ederken de çatışma çıkma ihtimali en yüksek bölge olarak gösteriliyordu. Dolayısıyla PKK’nin Zap’tan çekilmesi en azından şimdilik sıcak çatışma ihtimalini zayıflatmış gibi görünüyor. Bunun çözüm süreci açısından kritik bir adım olduğu dile getiriliyor. Yine Reuters’in haberine göre 9 bin PKK’linin eve dönüşü için bir yasa tasarısı hazırlığı devam ediyor. Reuters bu haberi için net bir isim belirtmezken, bunun bir Ortadoğu yetkilisi ve Kürt siyasi parti kaynağından alınan bilgi olduğunu duyurdu. Bu gelişmeler ışığında, PKK’nin silah bırakma sürecinin belirli bir plan çerçevesinde devam ettiğini söyleyebiliriz.

Son iki haftalık dönemde, gözler Mecliste kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na” dönmüş durumda. Komisyonun İmralı adasına giderek Abdullah Öcalan’la görüşüp görüşmeyeceği kritik bir eşik olarak değerlendiriliyor. AKP, bu konudaki tavrını net bir şekilde dile getirmiyor. Hatta kararın verileceği komisyon toplantısının bir hafta ertelenmesi şüpheleri daha da arttırmış durumda. Ancak MHP lideri Devlet Bahçeli’nin çıkışı, durumu değiştirecek gibi görünüyor. 12 Kasım’da Erdoğan’la görüşen Bahçeli, 18 Kasım’daki MHP grup toplantısında, komisyonun mutlaka İmralı’ya gitmesi gerektiğini belirterek, kimsenin gitmemesi durumunda üç arkadaşıyla birlikte kendisinin İmralı’ya gideceğini açıkladı. Bu konuda MHP grubundan izin isteyen Bahçeli, dakikalarca ayakta alkışlandı. Bu açıklamanın Erdoğan’la yapılan görüşmeden sonra gelmesi, ortak bir karar olduğu yorumlarına neden olurken, komisyonun büyük olasılıkla adaya gitme kararı vereceği belirtiliyor.

Bu koşullarda CHP’nin komisyonda nasıl bir tavır takınacağı ise merak konusu. Öcalan’ın ailesiyle yaptığı görüşmede, CHP’nin süreç içinde olmasının çok kritik olduğunu belirttiği ve “Bu süreç AKP ve MHP’nin süreci değildir. CHP’nin sürece katılımına büyük anlam atfediyorum. Böyle büyür. CHP’nin içerisinde demokrat insanlar da vardır, olumlu düşünen insanlar da vardır” dediği, Ömer Öcalan tarafından aktarıldı. Ancak CHP’nin İmralı adasına gitmemesi konusunda hem parti içindeki süreç karşıtlarından hem de tabandan gelen ciddi bir baskı olduğu söylenebilir. Çözüm süreci başladığından bugüne, sürece daha pozitif bakan yorumcuların ve gazetecilerin dahi bu konuda olumsuz görüş belirttiği görülüyor. CHP’nin komisyona katılımı ile ilgili de bir tartışma yürümüştü ancak o tartışmada, komisyona katılımın CHP açısından daha iyi olacağını belirten pek çok insan vardı. Bu kez durum biraz farklı gibi görünüyor. Dolayısıyla CHP yönetiminin bu ortamda İmralı’ya gitme kararı alıp almayacağı merakla bekleniyor. CHP bu kararı alırsa hem kurultay öncesi parti içindeki delegelerle hem de tabanıyla önemli bir karşılaşma yaşayacak. Ancak İmralı’ya gitmeme kararı alırsa bu kez, uzun zamandır yakınlaştığı Kürt seçmeninin ve çözüm sürecini destekleyen kesimlerin tepkisini alacağı görülüyor. AKP çok uzun zamandır CHP’yi çözüm karşıtı bir yere iterek izole etmeye ve Kürt seçmeninden uzaklaştırmaya çalışıyor. CHP yönetimi her açıdan zor bir kararla karşı karşıya.

CHP ve İmamoğlu İddianamesi

CHP’nin uzun zamandır sürdürdüğü Millet İradesine Sahip Çıkıyor mitingleri devam ediyor. Her hafta en az iki yerde gerçekleşen buluşmalarda katılımcı sayısının ve coşkunun azalmadan devam ettiği görülüyor. Buna karşılık CHP’ye ve İmamoğlu’na dönük operasyonlar hız kesmeden devam ediyor. Dilek İmamoğlu’nun diplomatik pasaportu iptal edilirken, Ekrem İmamoğlu’nun babası ve oğlu ifadeye çağrıldı. Bunun yanında, Ruşen Çakır, Soner Yalçın ve Yavuz Oğhan’ın da içinde olduğu gazeteciler “suç örgütüne yardım” suçlamasıyla gözaltına alınarak ifadeye götürüldü. Gazeteciler ifadelerinden sonra serbest bırakıldı. Ayrıca Özgür Özel’in de içinde bulunduğu CHP’li bazı milletvekilleri hakkında, dokunulmazlıklarının kaldırılması talebini içeren dosyalar meclise iletildi.

Bu iki haftanın en önemli gelişmelerinden biri elbette Ekrem İmamoğlu ile ilgili iddianamenin hazırlanması oldu. Dört bin sayfayı bulan iddianamede, İmamoğlu için 828 yıl ile 2352 yıl arasında değişen hapis istemi bulunuyor. İddianamede aynı zamanda dört gazeteci de sanık olarak yer aldı. Ruşen Çakır, Soner Yalçın, Yavuz Oğhan ve Şaban Sevinç “sözde gazetecilik faaliyetleri yaparak kamu barışını bozmaya yönelik halkı yanıltıcı bilgi yaydıkları ve İmamoğlu suç örgütüne yardım ettikleri” suçlamasıyla iddianamede yer aldılar. Ayrıca İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na, CHP’nin kapatılması ile ilgili ihbarda bulundu. Bu gelişmelerden sonra Özgür Özel, “Bu bir iddianame değil, darbecilerin siyasete yönelik muhtırası” açıklamasını yaptı. İmamoğlu ise yaptığı açıklamada “AK Partili ilgililere teşekkürler. İddianamenin tümüyle siyasi olduğunu tüm dünyaya kanıtladınız” dedi. Bahçeli’nin, iddianameyi yüzyılın soygunu olarak değerlendirmesine karşın, mahkemenin tüm televizyonlarda canlı yayınlanması gerektiğini belirtmesi dikkat çekti.

İddianameyi değerlendiren hukukçular, birbiriyle ilişkisi olmayan ve çelişki barındıran yüzlerce şeyin aynı iddianamede yer aldığını, aralarında mantıksal bağ kurulamayan bir çok olayın “suç örgütüne” bağlandığını ve en önemlisi, İmamoğlu’nun Belediye Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı adaylığı kapsamındaki çalışmalarının suç örgütünün işleyişi olarak değerlendirildiğini belirtiyorlar. AKP döneminde vakayı adiye kabilinden yaşanan olaylar bu iddianamede suç unsuru olarak ele alınmış durumda. Genel olarak, içinden çıkılması zor ve İmamoğlu’nu yıllarca içerde tutacak kadar uzayacak bir dava iddianamesi olarak değerlendirmek mümkün görünüyor.

AKP’nin, bir taraftan İmamoğlu’nu kriminalize edip, yıllarca sürecek bir dava dosyası oluşturduğu diğer taraftan da CHP’yi siyaset dışına iterek etkisizleştirmeye çalıştığı görülüyor. CHP’ye kayyum atanması gündemi bitti derken, bu kez de kapatma davası gündemi oluştu. Öyle anlaşılıyor ki “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” yöntemi devreye sokulmuş durumda. CHP’ye mahkeme tarafından kayyum atanması büyük tepkilere neden olacağından ve daha önemlisi parti tüzüğü itibariyle kayyumun uzun süre başta duramayacağından endişe edildiği görülüyor. Bunun yerine partiyi kapatmakla tehdit edip, sistem içi muhalefet yapmayı taahhüt eden kadroları CHP’nin başına geçirmek çözümü daha efektif ve uygulanabilir görülüyor olabilir.

Yazının başına dönebilirsiniz

EKONOMİ

Genel ekonomik görünüm ve enflasyon

Enflasyonun düşmediğini ekonomi yönetiminin de kabul ettiği görülüyor. Merkez Bankası yıl sonu için enflasyon beklentilerini yukarı çekti. Yıl sonu için (aslında tutmayacağı ortaya çıkan) yüzde 28,5 hedefi korunurken gerçekleşme beklentisi yüzde 31-33 bandına çekildi.

Buna karşın ekonomi yönetimi genel görünümün olumlu olduğunu düşünüyor ve bunu destekleyen verileri açıklamayı tercih ediyor. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Eylül’de yıllıklandırılmış cari açığın 20,1 milyar dolar olduğunu belirterek dış finansmana erişimdeki olumlu seyrin sürdüğünü söyledi. Şimşek, doğrudan yatırımların son on yılın en yüksek seviyesine ulaştığını vurguladı. TCMB toplam brüt rezervleri, 7 Kasım haftasında bir önceki haftaya göre 1 milyar 449 milyon dolar artışla 185 milyar 46 milyon dolar oldu. Kur korumalı TL mevduat ve katılma hesaplarındaki (KKM) düşüş devam etti. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunun (BDDK) haftalık verilerine göre, 7 Kasım haftasında KKM hesaplarından 37,63 milyar TL’lik çıkış oldu. Bir önceki hafta 131,5 milyar TL olan KKM bakiyesi 93,82 milyar TL’ye geriledi.

Öte yandan dış dünyanın hükümetin politikalarına olumlu bakmaya devam ettiğini gösteren haberler devam etti. AB Komisyonu, Türkiye ekonomisinin sıkı para politikasına rağmen güçlü iç talep ve artan yatırımlarla 2025 ve 2026’da yüzde 3,4 büyümeyi sürdüreceğini, 2027’de ise büyümenin yüzde 4’e çıkacağını öngördü; enflasyonun ise kademeli olarak gerileyerek 2027’de yüzde 17,7’ye ineceği tahmin ediliyor. Morgan Stanley ekonomistleri, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın sıkı para politikasını sürdürmesini ve politika faizini kademeli olarak 2026 sonuna kadar yüzde 27’ye, 2027 sonuna kadar da yüzde 21’e düşürmesini beklediklerini açıkladılar.

İşçi hakları, iş cinayetleri ve çalışma koşulları

Çalışanlar cephesinde ise durumun hiç de iyiye gitmediği çok açık. Dilovası’nda merdiven altı bir parfüm deposunda meydana gelen patlamada 7 işçinin (ikisi çocuk) hayatını kaybetmesi, 4 işçinin yaralanması, burada çalışan işçilerin günlük 750 liraya çalıştığının ve işyerinin ruhsatının olmadığının ortaya çıkması ülkedeki dar gelirli / yoksul kesimin çalışma hayatının zorluk ve risklerini bir kez daha ortaya koydu. Mahalledeki yurttaşların işyerini defalarca şikayet etmelerine ve kaçak olan işyeri binası için 2021’de yıkım kararı alınmış olmasına karşın hiçbir adımın atılmamış olması olayın vahametini daha da artırıyor.

Öte yandan İSİG verilerine göre çocuk işçi ölümleri endişe verici boyutta artıyor. Kasım ayının ilk 16 gününde 9, bu yılın ilk 11 ayında ise en az 81 çocuk işçi çalışırken hayatını kaybetti. İSİG, çocuk işçiliği ve denetimsizliğin artışına dikkat çekiyor.

İşçi hak mücadelelerinde bu dönem Swatch işçilerinin grev kararı öne çıktı. Swatch Group Türkiye mağazalarında çalışan işçiler, toplu iş sözleşmesi sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine 13 mağazada greve çıktı. Türk-İş’e bağlı Koop-İş Sendikasında örgütlü işçiler, asgari ücretin biraz üzerinde olan maaşlarına yüzde 30 zam, yüzde 3 refah payı ve sosyal haklarda iyileştirme talep ediyor.

Kocaeli’nin Körfez ilçesinde Petrol-İş Sendikasına bağlı faaliyet gösteren Gübre Fabrikaları Türk AŞ (Gübretaş) fabrikasında 239 işçinin 3 Temmuz’da başlayan grevi sürüyor.

Gelir dağılımı ve istihdam

Bu dönemde istihdam ve gelir dağılımıyla ilgili önemli veri ve raporlar paylaşıldı. DİSK-AR raporuna göre, çalışma çağındaki 66,5 milyon kişiden yalnızca 22,8 milyonu kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda yer alıyor. Kadınlarda kayıtlı ve tam zamanlı istihdam (KATİ) oranı yüzde 19,7, erkeklerde yüzde 49,1 olarak hesaplandı. Genç kadınlarda geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 48,9’a ulaştı. Kayıtlı çalışanların yaklaşık yarısı ise asgari ücretli. Eurostat verilerine göre Türkiye, neredeyse 20 AB ülkesinin toplamından daha fazla asgari ücretli çalışana sahip. Avrupa Birliği’ndeki 21 ülke genelinde toplam 12,8 milyon kişi kendi ülkelerinin asgari ücretleri ile çalışırken İngiltere’de bu sayı yaklaşık 1,9 milyon, Türkiye’de ise 11,2 milyon kişi oldu. Açlık sınırının 30 bin TL olduğu düşünüldüğünde, bu durumun korkunç boyutlarda gelir adaletsizliğine işaret ettiği çok açık.

Değerlendirme yazımımızın kapsadığı dönemde gelir dağılımındaki çarpıklığa işaret eden çeşitli çalışmaların sonuçları açıklanmaya devam etti: Örneğin yüksek enflasyon ve adaletsiz vergilerin işçi ücretlerine faturasının ağırlaştığını gösteren DİSK-AR’ın raporuna göre kayıp, yılın ilk on ayında 1 trilyon 745 milyar liraya ulaştı. İPA’nın araştırmasına göre, İstanbul’da dört kişilik bir ailenin ortalama aylık gideri 104 bin 927 liraya çıktı. Yaşam maliyeti bir yılda yüzde 42,3 oranında yükseldi.

İstihdam ve işsizliğe dair açıklanan verilerde ise yer yer çelişkili ve kafa karışıklığına yol açan rakamlar gözleniyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayımladığı bültene göre, Türkiye’de işsiz sayısı artarak 3 milyon 75 bin oldu. Eylül ayında bu sayı 2 milyon 828 bin idi. İşçi sayısının 17 milyon 326 bin 143 kişi olduğu aktarılan bültende, sendikalı işçi sayısının 2 milyon 429 bin 527 olduğu bilgisi yer aldı. TÜİK’in Temmuz-Eylül dönemine ilişkin iş gücü istatistiklerine göre ise işsizlik oranı değişim göstermedi ve yüzde 8,5 seviyesinde gerçekleşti. İstihdam açısından bakıldığında ise TÜİK’in verilerine göre ücretli çalışan sayısı bir önceki yılın aynı ayında 15 milyon 991 bin 589 kişi iken 2025 yılı Eylül ayında 16 milyon 169 bin 476 kişi oldu. Ücretli çalışan sayısındaki artış, deprem etkisiyle ivme kazanan inşaat sektöründeki yüzde 7,4 artış ve ticaret-hizmet sektöründe yüzde 2,5’lik artıştan kaynaklandı. Ancak alt detaylarına bakıldığında Eylül ayında ücretli çalışan sayısının yıllık olarak sanayi sektöründe yüzde 3,7 azaldığı görülüyor. Sanayideki ücretli çalışan sayısı son bir yılda 187 bin 518 kişi geriledi. Burada en büyük düşüş, imalat sektöründe gerçekleşti. İmalat sektöründe çalışan sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 186 bin 971 kişi azalarak 4 milyon 713 bin 299 kişiye geriledi. İmalat istihdamındaki kayıp ise büyük ölçüde tekstilden kaynaklanıyor. Tekstil ve giyimde uzun süredir üretim ve istihdam krizi büyümeye devam ediyor. Tekstil sektöründe Ocak–Ağustos arasında 2 bin 781 işyerinin kapandığı, 58 bin 918 kişinin işini kaybettiği iddia ediliyor. Büyük şirketlerin birçoğunun üretim tesislerini başta Mısır olmak üzere düşük işçilik maliyetlerinin olduğu bölgelere kaydırdıkları görülüyor.

Öte yandan TÜİK verilerine göre; sanayi üretimi eylülde bir önceki aya göre yüzde 2.2 gerilerken, geçen yılın aynı dönemine göre ise yüzde 2.9 artış yaşandı.

Genel olarak piyasa ve üretim alanlarındaki gözlemler ise istihdamın azalıp işsizliğin arttığı yönünde. CHP TBMM Grubu’nun haftalık ekonomi raporu da bunu destekler nitelikte: İşsizlik maaşı başvuruları, bu yılın ilk 10 aylık döneminde geçen yıla göre yüzde 11.3 oranında artarak 1 milyon 491 bin 140 kişiye yükselmiş durumda.

Yazının başına dönebilirsiniz

DIŞ POLİTİKA

İsrail-Filistin meselesi ve ABD’nin yeni Gazze planı

Ateşkese rağmen İsrail’in Gazze ve diğer Filistin topraklarına yönelik saldırılarının devam ettiği görülüyor. Hamas, 10 Ekim’de yürürlüğe giren ‘ateşkes’ anlaşmasının ilk ayında İsrail’in Gazze’de 107’si çocuk, 39’u kadın ve 9’u yaşlı 271 Filistinliyi öldürdüğünü açıkladı. İsrail’in, anlaşma şartlarını 282 kez ihlal ettiği bildirildi. Öte yandan İsrail temel gıda ürünlerinin girişini engellemeye devam ediyor. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana Gazze’ye sadece 4 bin 453 yardım tırının ulaştığı belirtiliyor. Önceki ay benimsenen ateşkes ve “barış” planının başarılı olmadığı görülüyor.

Bu dönemdeki en önemli gelişme BM Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin önerdiği ve Çin ile Rusya’nın çekimser oy kullandığı yeni bir Gazze planının kabul edilmesi oldu. Temel olarak plan, Gazze’de Barış Kurulu’nun kurulması ve Uluslararası İstikrar Gücü’nün görev yapmasını öngörüyor. Plana göre Gazze, İsrail ve uluslararası güçlerin kontrolünde “yeşil bölge” ve yeniden yapılanmanın olmayacağı “kırmızı bölge” olarak ikiye ayrılacak. 2 milyondan fazla Filistinlinin kırmızı bölgeye sıkışmış durumda olduğu belirtiliyor. Plana karşı olduklarını açıklamalarına rağmen Çin ve Rusya’nın veto haklarını kullanmaması dikkat çekti. Rusya’nın kendi plan taslağını hazırladığı belirtildi. En önemlisi de planın İsrail tarafından Filistin devleti olasılığına karşı, Hizbullah ve Hamas  tarafından ise Filistin halkının haklarını yok ettiği gerekçesiyle kabul edilmemesi idi.

Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye ve Katar gibi ülkeler planı onayladı. ABD’nin, Suudi Arabistan gibi ülkeleri ikna edebilmek için sınırlı da olsa bir Filistin yönetimi tanımlama ihtiyacı hissettiği düşünülebilir. Suudi Arabistan’a 48 F-35 satışına ve İbrahim Anlaşmaları’na imza atmaya yönelik beklentilerin oluşturulması, sonrasında da Trump’ın F-35 satışına onay vermesi tesadüf değil. Genel olarak Amerika ve İsrail’in, Orta Doğu’yu “radikal İslamcı silahlı güçlerden” temizleme ve direniş eksenini zayıflatma hedefini tahkim ettiklerini söyleyebiliriz. Suriye’de HTŞ’nin (Hey’et Tahrir eş-Şam), IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) karşıtı koalisyona dahil olması, bu stratejinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.

Öte yandan son planın önemli belirsizlikler taşıdığı görülüyor. Uluslararası gücün hangi ülkelerden oluşacağı, Hamas’ın silah bırakıp bırakmayacağı ve Filistinli polislerin kimler olacağı gibi konular netlik kazanmamış durumda. Türkiye’nin barış gücüne katılıp katılmayacağı da belirsizliğini koruyor. Bu yeni planın da bu belirsizliklerin giderilemediği koşullarda fazla uzun ömürlü olmayacağı öngörülebilir.

Suriye

ABD Başkanı Donald Trump ile HTŞ lideri Colani, Beyaz Saray’da 1,5 saat süren basına kapalı bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmeye ilişkin resmî bir açıklama yapılmaması dikkat çekti. Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) merkezî Suriye yönetimine entegrasyonunda mutabakata varıldığı haberleri çıktı. Görüşme sonrası ABD, Türkiye ve Suriye’nin dışişleri bakanları arasında üçlü toplantı yapıldığı ortaya çıktı. Colani, 79 yıl sonra “Suriye Devlet Başkanı” sıfatıyla Beyaz Saray’da ağırlanan ilk isim oldu. Görüşme sırasında Sezar yaptırımları 6 ay süreyle askıya alındı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Colani ve Enes Hattab’a yönelik yaptırımların kaldırılmasını talep eden ve Rusya’nın desteklediği ve Çin’in çekimser kaldığı kararı 6 Kasım’da kabul etmişti. Hemen aynı zamanlarda Cumhurbaşkanlığı kararıyla HTŞ Lideri Colani ve HTŞ’nin bakanı Hattab Türkiye’de malvarlıkları dondurulacaklar listesinden çıkarıldı.

Hakkında resmi açıklama yapılmayan Beyaz Saray toplantısının ertesinde Colani ile yapılan medya mülakatları yayımlandı. Colani Washington Post’a ziyaretindeki en önemli amacın, Suriye ile ABD arasındaki ilişkinin yeniden inşasına başlamak olduğunu vurgularken, iki ülke arasındaki ilişkilerin son 100 yılda pek de iyi seyretmediğini hatırlattı. Fox News kanalına verdiği röportajda da ABD Başkanı Donald Trump ile ABD-Suriye ilişkilerini ve Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri tüm boyutlarıyla ele aldıklarını anlattı. Ertesi gün Suriye hükümetinin ABD öncülüğünde 2014 yılında kurulan IŞİD karşıtı uluslararası koalisyona katıldığı açıklandı.

Bu gelişmeler, HTŞ’nin uluslararası sisteme entegre edildiği anlamına geliyor. HTŞ artık “devlet gibi davranmak”, siyaset ve diplomasi yapmak zorunda olacaktır. Ancak bunun için gerekli donanım ve kadroya, daha da önemlisi irade ve bütünlüğe sahip olup olmadığı ileride anlaşılacak. HTŞ’nin 20 civarında farklı gruptan oluştuğu düşünüldüğünde tüm bu grupların IŞİD karşıtı koalisyona katılma, İsrail ile anlaşma ve 10 Mart Anlaşmasına uyum konularında fikir birliğinde olması oldukça zor. Özellikle Türkiye’nin yönlendirdiği grupların belli konularda direneceği öngörülebilir.

Genel anlamda görüşme taraflar arasında olumlu karşılandı. Colani – Trump görüşmesinin ardından Colani ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Komutanı Mazlum Abdi arasında 10 Mart’ta imzalanan anlaşma yeniden gündeme geldi. Kuzeydoğu Suriye yönetimi, merkezi Şam yönetimine görüşmelere kaldığı yerden başlanması için yeni bir teklifte bulundu. Hem hükümet kaynakları hem de SDG’ye yakın kaynaklar, taraflar arasında bu hafta Şam’da yeni bir müzakere turu planlandığını açıkladı. SDG’nin üst düzey bir yetkilisi ise, SDG’nin üç askeri komutanının Suriye Savunma Bakanlığı bünyesinde görev alacağını ileri sürdü. Kaynak, “Şu anda yeniden yapılandırılan Suriye ordusu birkaç tümen ve tugaydan oluşuyor. SDG bu yapıya bir tümen ve en az iki tugayla entegre edilecek” dedi. Yetkiliye göre, SDG bu birliklere komuta etmesi için Lokman Halil, Cîya Kobani ve Cemîl Kobani isimli askeri sorumluların adlarını bildirdi.

PYD Eşbaşkanlık Konseyi üyesi Salih Muslim, Trump ile Colani arasındaki görüşmeyi, ‘Bu toplantı Suriye sorununun çözümü ve terörle mücadele açısından yeni bir dönemin başlangıcıdır’ şeklinde değerlendirdi ve Amerika’da konuşulan konuların önümüzdeki günlerde Şam’da yapılacak toplantının odak noktası olacağını açıkladı. Beyaz Saray görüşmesinden birkaç gün sonra Colani “Suriye, ABD ile ortak güvenlik mimarisinin bir parçası olacak” diyerek ABD ile birlikte hareket edeceği mesajını verirken Mazlum Abdi, SDG’nin Suriye Devleti’ne entegrasyonunu hızlandırma taahhüdüne bağlı kalacaklarını belirterek, “Birleşik Suriye” söylemini kullandı.

ABD’nin girişimleri ile SDG’nin merkezi Şam yönetimine entegrasyonu konusunda temaslar sürerken, sahada taraflar arasında yeniden çatışmaların başladığı görüldü. Bir yandan hassas bölge Süveyda’da çatışmalar yeniden başlarken, diğer yandan SDG’nin kontrolünde bulunan Rakka’ya yönelik kontrol dışı grupların saldırıları olduğu belirtildi. Daha sonra Rakka’da, Suriye Savunma Bakanlığı güçleri ile SDG arasında çatışma çıktığı kaydedildi. Ancak bunun HTŞ merkez kararı mı yoksa bağımsız / kontrol dışı grupların eylemi mi olduğu net olarak ortaya çıkmadı. Çatışmaların yer yer şiddetlendiği, SDG’nin takviye birlikler gönderdiği aktarıldı. Hatta SDG Komutanı Sipahi Hemo’nun dün yaptığı “savaş hazırlıkları öncelik kazandı” açıklaması, Suriye’de olası bir çatışma sürecine dikkat çekti.

Ancak tüm bunlara karşın Fransa ve ABD’nin, HTŞ ile SDG arasında yoğun bir savaşa, yakın bir zamanda izin vermeyeceği değerlendirmesinde bulunulabilir.

Irak seçimleri

Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani’nin liderliğini yaptığı ve Ankara’nın da desteklediği İmar ve Kalkınma İttifakı ülke genelinde en yüksek oyu alarak birinci oldu ve 45 sandalye kazandı. Kürt partileri ise toplamda 58 milletvekili çıkararak güçlerini korudu. Irak Bağımsız Yüksek Seçim Komisyonu’nun verilerine göre, KYB Kerkük’te 5 sandalye elde ederken Birleşik Türkmen Cephesi, 2 sandalye elde etti. Seçim sonuçlarına göre Şii ittifakı ile seçimlere girmesine rağmen Sünni seçmenlerden de oy alan Başbakan Sudani’nin ittifakı birinci, Sünni ittifakı ikinci, Kürt partileri ise seçimi üçüncü sırada tamamladı.

Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ise Kürdistan bölgesinde önemli bir zafer elde etti. Sudani’nin ittifakının en büyük blok haline geldiği belirtiliyor. Seçimlerde oyunu bir milyonun üzerine çıkaran KDP bölgede birinci parti, Bafel Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ise ikinci parti oldu.

Şii siyasî dengelerde dikkat çekici değişimler yaşandı. İran bağlantılı oldukları gerekçesiyle ABD yönetiminin silahsızlandırılmasını istediği Haşdi Şabi’ye bağlı Şii silahlı grupların siyasî kanatları, bir önceki dönemde elde ettikleri 48 sandalyeyi 58’e çıkararak parlamentodaki sayılarını dikkat çekici şekilde artırdı. (Bu artışta seçimleri boykot eden epey bir güce sahip Sadr grubunun oylarının Haşdi Şabi’ye kaymasının da etkisi olduğunu belirtmek gerekiyor.) Bu durum, ABD ve İsrail’in direniş eksenini silahsızlandırma planları karşısında Irak özelinde bir direnç oluştuğu şeklinde yorumlanabilir.

Seçimlere katılım oranının bir önceki seçime göre yüksek olmasına rağmen (%50-55, Kürt bölgelerinde %70’in üzerinde) dağınık ve parçalı bir siyasi yapının ortaya çıktığı görülüyor. Her ne kadar Sudani de seçim sonrası yaptığı açıklamada İmar ve Kalkınma Koalisyonu’nun kapısının herkese açık olduğunu ifade ederek pozitif bir mesajla ön alıcı bir hamle yapsa da kısa ve orta vadede istikrarlı bir hükümetin oluşmasının oldukça güç olduğu tahmin edilebilir. Birkaç ay sonrasında seçimlerin yenilenmesi ihtimali yüksek görünüyor.

Amerika-Venezuela krizi

Bir ABD uçak gemisinin Karayipler’e gelişi ve 15 bin ABD askerinin bölgeye konuşlandırılması, bazı uzmanlara göre Venezuela’ya olası bir müdahale ihtimalini gündeme taşıdı. Venezuela’nın tepkisine yol açan yığınağın ardından ABD “Güney Mızrağı Operasyonu”nu resmen duyurdu. Operasyon kapsamında 20’den fazla saldırı düzenlenirken ölü sayısı 80’e yükseldi. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bu operasyonun “bir tatbikat değil, gerçek bir operasyon” olduğunu belirterek, “Güney Mızrağı Operasyonu”nun (Operation Southern Spear) resmen başlatıldığını açıkladı. Hegseth, Batı Yarımküre’nin ABD’nin “mahallesi” olduğunu, uyuşturucu kartellerinin faaliyetlerine izin vermeyeceklerini kaydetti. Maduro, ABD halkına ‘barış’ çağrısı yaptı ve ‘Yeni bir Gazze istemiyoruz’ dedi. İran Dışişleri Bakanı, ABD operasyonunun uluslararası barış ve güvenlik açısından tehlikeli sonuçlar doğurabileceği uyarısı yaptı. Son durum belirsizliğini koruyor.

Amerika’da belediye başkanlığı seçimleri ve sosyalist dalga

ABD Başkanı Trump’ın “Kazanırsa kentin fonlarını keserim” tehdidine rağmen New York’ta Belediye Başkanlığı seçimini Zohran Mamdani kazandı. Mamdani, kendini demokrat sosyalist olarak tanımlayan, Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (DSA) tarafından destklenen bir siyasetçi ve siyasi kimliğinin yan ısıra Müslüman ve genç olmasıyla da anaakım siyasetçilerden ayrışıyor. Mamdani’nin seçim vaatlerinin; barınma (karşılanabilir kiralar, kira yardımı), ücretsiz toplu ulaşım ve zenginlere yönelik vergilendirme üzerine kurulu olduğu belirtiliyor. Bunun “sınıf politikası” odaklı bir kampanya olduğunu vurgulayabiliriz. Mamdani’nin işçi sınıfı, göçmenler, düşük gelirli aileler, sanatçılar, hizmet emekçilerinden oluşan tabanının etnik ve dini olarak çeşitlilik gösterdiği, Müslümanlar, Yahudiler (Jews for Peace), feministler ve alt-orta sınıflardan geniş bir destek bulduğu belirtiliyor. Aynı zamanda Demokrat Parti’nin merkezci kanadına karşı olarak da kazanılan bu zaferin, Sanders ekibini ve sol hareketi güçlendirdiği söylenebilir. DSA’nın 40.000 kişilik aktif üye kitlesiyle seçim çalışmalarında kritik bir rol oynadığı görülüyor.

Öte yandan Seattle’da da demokrat sosyalist Katie Wilson’ın belediye başkanlığını kazanması, kentlerde adalet ve eşitlik talebinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

ABD’de 5 Kasım’da seçmenler, Virginia ve New Jersey’nin bir sonraki valilerini belirlemek, Kaliforniya’daki seçim bölgeleri düzenlemesi (redistricting) önerisi hakkında oy kullanmak ve Pensilvanya’da Yüksek Mahkeme yargıçlarının görev süresinin uzatılıp uzatılmayacağına karar vermek üzere de sandık başına gitmiş ve bu eyaletlerde Demokrat adaylar başarı kazanmıştı.

Yazının başına dönebilirsiniz