Kapitalist bireyciliğin topluma karşı kışkırtılmış sahte özgür bireyi özünde en derinleştirilmiş köleliği yaşar.[1]
Abdullah Öcalan
Uzun yıllar boyunca insan hakları söylemi, Batı tipi liberal Cumhuriyetçilik için temel bir referans noktası oldu. Destekçilerine göre bu tür rejimleri diğerlerinden ayıran temel unsur sivil özgürlüklere olan saygıdır. Ancak son yıllarda, dünyada otoriterliğin yükselişiyle birlikte, sivil özgürlükler her yerde giderek daha fazla tehdit altında.[2]
Öte yandan şurası açık; liberal teoriler bundan çok daha önce bile medeni özgürlükler konusunda sınırlı bir anlayış sergilemişlerdi.[3] Bu sınırlı anlayış da insan haklarının suistimal edilmesine, suistimaller ve diğer müphem politikalar için yasal gerekçeler üretilmesine olanak sağladı.[4]
Liberalizmin sivil özgürlükler konusundaki sorunu, bu özgürlüklere – bireysel hakların toplumsal, ekonomik, cinsiyet, kültürel vb. kolektif boyutlarını göz ardı ederek – bireyci bir bakış açısıyla bakmasıdır. Bu politik miyopluk, Batı tarzı sistemlerin devlet kurumları veya baskın aktörler tarafından gerçekleştirilen insan hakları ihlalleriyle etkili bir şekilde başa çıkmasını engellemiştir.
Her bir toplum, bireyler ve bir bütün olarak kendisi için belirli normlar, özgürlükler, sınırlar ve görevler belirler. Bu şekilde bazı yaşam biçimlerini geliştirirken diğerlerini de sınırlar. Gerçek şu ki, “hukukun üstünlüğü”nden söz edilmesine rağmen, herhangi bir hiyerarşik sistemde gerçek egemenler, yönetici elitlerdir. Toplumsal ekolojist Modibo Kadalie, hiyerarşiye dayalı örgütsel biçimlerin, özgürlüklerin ve hakların suistimal edilmesinin ön koşullarını kendi içlerinde barındırdığını vurgulayarak şunu öneriyor:
“Hiyerarşik bir örgütlenmeniz olduğunda, ırkçılık, cinsiyet [eşitsizliği], insanların kendilerini diğerlerinden daha iyi, daha bilgili sanmaları gibi büyük sorunlarla karşılaşırsınız. Dolayısıyla, tüm bunların farkında olmalısınız. Bunun temeli ulusal, yerel veya ikisinin arası düzeyde bir devletin barındırdığı hiyerarşidir.”[5]
Elbette çok partili parlamentarizme dayalı siyasal yapılanmalar ile totaliter çoğulculuk karşıtı siyasal yapılanmalar arasında büyük farklar var. Sorun şu ki, iktidardakilere yönelik bir takım denge ve denetim mekanizmaları bulunan en liberal Batılı Cumhuriyetler dahi, günün sonunda tahakküm mantığına dayanır. Bunlar hâlâ Thomas Hobbes’un öngördüğü toplumsal sözleşmeyi baz alır: insanların umutsuz bir şekilde bireyci olarak görüldüğü, bu nedenle toplum dışı bir koruyucuya ihtiyaç duydukları bir gerçeklik. Bu rol, toplumu ruhsuz bir biçimde yöneten, varlığıyla toplumdaki güç dengesizliklerinin sürmesini sağlayan tepeden tırnağa bürokratik bir varlık olan Devlete verilmiştir. Dolayısıyla bu dünya görüşü, tüm insanların eşit olamayacağının peşinen kabulüyle başlar; bazıları çoban rolünü üstlenecektir, geri kalanlar da koyun. Bürokratik devletin toplum tabanından uzaklığı, Hobbes’un ona verdiği isimle vurgulanmaktadır: İncil’deki Leviathan canavarı. Hobbes bu isimle devletin toplum dışı karakterini vurgulamaktadır. Bu bakış açısı hiyerarşiyi somutlaştırır. Eski Yunanca’dan gelen hiyerarşi sözcüğü, kelimenin tam anlamıyla “kutsalların yönetimi” veya “baş rahiplerin yönetimi” anlamına gelir.
Halkın yönetenler ve yönetilenler olarak katmanlaştığı böyle bir toplumsal yapılanmada, ne kadar denge ve denetim kurulursa kurulsun gerçek bir eşitlikten söz edilemeyeceğini söylemeye bile gerek yok. Özgürlüğün ve adaletin kalıcı olması için, toplumun tüm üyeleri arasında gücün anlamlı ve adil bir şekilde dağıtılması gerekmektedir. İşte bu noktada, demokratik geleneğin geliştirdiği bakış açısı devreye girer.
Jean-Jacques Rousseau da toplumsal sözleşme kavramını ileri sürer, ancak onun çıkış noktası tüm insanların doğuştan eşit olduğudur: “İnsan özgür doğar, ancak her yerde zincire vurulmuştur” der. Toplumsal olmayan hiyerarşik varlıkların varsayılan gerekliliğini reddeder, bunun yerine insanların ortak yaşam normlarını ve sınırlarını kendilerinin belirlemesi gerektiğini savunur ve “özgürlükten vazgeçmek, kişinin insanlığından, insan olarak haklarından ve aynı şekilde görevlerinden vazgeçmesi anlamına gelir” der.[6]
Yirminci yüzyılın demokratik geleneğinin önemli temsilcilerinden Trinidadlı düşünür ve aktivist CLR James, bu yaklaşımın derin devrimci anlamını şöyle vurgular:
Rousseau, sözleşmenin hiçbir hükümetle ilgili olmadığını söyler. Sözleşmenin, bir toplum oluşturmak için insanlar olarak kendi aramızda olduğunu söyler; ancak bizim hiçbir hükümetle sözleşmemiz yoktur; sözleşme kesinlikle kendi aramızdadır…[7]
Toplumsal mücadeleler ve demokratik hakları elde etmeye yönelik birçok devrime rağmen, iki dünya savaşı ve uzun süren soğuk savaş, var olan Devlet biçimini kapitalist küreselleşme çerçevesinde tek uyumlu siyasi yapı ve insan hakları konusunda tek hakem olarak pekiştirdi.[8] Böylece terazinin kefesi, daha fazla güç ve özgürlük talep eden taban hareketlerinin aleyhine, toplum içindeki ayrıcalıklı ve sömürücü konumlarını her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye çalışan egemen sınıfların lehine ağır bastı.
Böyle bir durumda, iki baskın seçeneğin ötesinde geçerli bir çözüm bulunmuyor gibi görünüyor: bir yanda, boyun eğdirdikleri halklara istedikleri gibi muamele edecek otoriter liderlerin kontrolünde bir gelecek; diğer yanda, insanların özgürlükleri açısından hiçbir şey sunmayan, sadece belirsizliklerle dolu bir geçmiş ve şimdiki zaman. Bu nedenle, dünya çapındaki toplumsal hareketler tarafından ortaya atılan üçüncü bir alternatifin gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu alternatiflerden biri de, Kürt Özgürlük Hareketi ve onun önde gelen sözcüsü tutuklu Abdullah Öcalan’dır.
1999 yılında uluslararası bir komplo sonucu kaçırılmasından bu yana, Öcalan, Ortadoğu’da ve dünyada devletsiz, ve kapitalist olmayan doğrudan demokrasi perspektifleri üzerine bir diyalog çağrısı yapıyor. Sayısız kitabında, demokratik geleneğin ışığında tarihi ve toplumsal yaşamın çeşitli yönlerini analiz etme girişiminde bulundu. Katkı sağladığı önemli kavramlardan biri de insan haklarıdır; devlet merkezli ideolojilerin bireyci algılarının ötesine geçen bir yeniden kavramsallaştırma sunmaktadır.
Öcalan, baskın ve tamamen bireyci hak anlayışını reddeder; bunun yerine, hakların ancak demokratik güçlenme, toplumsal adalet, toplumsal cinsiyet eşitliği ve ekolojik denge bağlamlarında anlam kazandığını ısrarla savunur. Yazdığı üzere, bireysel olan aynı zamanda toplumsal, toplumsal olan da bireyseldir; biri diğerini içinde taşır. Toplumsallık yoksa bireycilik hiçbir anlam ifade etmez.[9]
Castoriadis’in toplumsal ve bireysel özerkliğinde olduğu gibi, Öcalan için de bireysel özgürlükler, kamusal işlerin yönetimini belirleyen daha geniş bir siyasi mimariyle iç içedir. İnsanlar, ortak yaşamlarını ilgilendiren karar alma süreçlerine doğrudan ve anlamlı şekilde katılamadıkça, birey olarak gerçekten özgür olamazlar. Aynı şekilde hiçbir toplum, kendi bireylerinin özgürlüğünü garanti altına almadıkça toplumsal olarak adil olduğunu iddia edemez. Doğrudan demokrasinin çoğulcu özü kısaca budur.
Öcalan’a göre, toplumsal ve demokratik bağlamdan, kolektif eylem, karar alma ve paylaşılan kimlik alanlarından kopuk soyut bir vatandaş kimliği yoktur. Bu durum, özellikle insan hakları için geçerlidir; zira bu haklar, tek tek bireyler tarafından veya yüce gönüllü yöneticiler tarafından bahşedilmemiş, zorlu ve sürekli kolektif mücadelelerle kazanılmıştır. Bu bağlamda Öcalan şunu vurgulamaktadır:
“Soyut vatandaş kavramı liberal gevezelikten başka bir şey değildir. Vatandaş, ancak bir gruba, topluluğa veya sivil topluma ait olarak somut bir anlam kazanabilir.”[10]
Mevcut siyasi bağlamımızda, güya garanti edilmiş ve tartışılmaz insan hakları vardır. Fakat buna rağmen, bu haklar sürekli olarak ihlal ediliyor ve baskın toplumsal yapı içerisinde bu ihlallere net bir çözüm bulunamıyor. Üstelik liberal toplumlar hızla faşizme doğru sürüklenirken, liberal hak-merkezli söylemin kırılganlığı daha da belirgin hale geliyor. Öcalan’ın analizine dikkat edersek, bunun neden böyle olduğunu ve toplumlarımız bürokratlar ve kapitalistler tarafından tepeden inme bir şekilde yönetildiği sürece özgürlüklerimizin neden bu kadar güvencesiz kaldığını anlamaya başlayabiliriz. Öcalan ısrarla şunu söylüyor:
“Bireysel hakları onaylayıp kolektif hakları tanımamak ve hatta kolektif hakları tamamen reddetmek faşist bir yaklaşımdır. Kolektif hak ve özgürlüklerin tanınmaması durumunda bireysel hak ve özgürlüklerin tanınmasının kıymeti yoktur.”[11]
Bu sonuçlar doğrultusunda, Öcalan insan haklarının algılanışında radikal bir değişim öneriyor: hem liberal bireycilikten hem de otoriter toplumculuktan uzaklaşmak. Onun demokratik alternatifi, kolektif katılım ile toplumsal çoğulculuğu bir tür optimal dengede bir araya getirmeyi hedefliyor. Şöyle diyor:
“Birincil hedef, toplumsallık ve bireysellik arasında optimal dengeyi sağlamak olmalıdır. Sonuçta, bireysel özgürlüğe dayanmayan toplumsal özgürlük, toplumsal özgürlüğe dayanmayan bireysel özgürlük kadar başarısızlığa mahkumdur. Temel insan hakları, toplum olma hakkına saldırmadan, ancak bir toplumla var olabileceğini bilerek ve aşırı bireyci, sorumsuz ve antisosyal eğilimlere boyun eğmeden daha fazla değer kazanabilir.”[12]
Bu mantık, toplumlarımızın işleyiş biçimi üzerinde ciddi devrimci sonuçlar doğuruyor ve kaçınılması veya tamamen terk edilmesi gereken yolların yanı sıra bizi ileriye götürebilecek başka yollar da ima ediyor. Bu analizi bir pusula olarak kullanan Öcalan, tahakküm geleneğine ait yapı ve kurumların, insanların bireysel ve kolektif haklar mücadelesine yardımcı olamayacağını, hatta aslında bir engel teşkil ettiğini öne sürüyor. Dolayısıyla devlet, kapitalist piyasa ve diğer bürokratik yapılar terk edilmelidir. Bu nedenle Öcalan şu ilkeli pusulayı sunuyor:
“Devlete odaklanmamak bir ilke meselesi olmalıdır. Toplumsal özgürlük, devlete odaklı çalışmayla çelişir. Devlete odaklı çalışma, yalnızca egemen iktidar adına yürütülebilir. Özgürlük hedefleyen toplumsal güçler için, odak noktasının “devlet dışı” bir politika olarak demokrasi olması gerektiği açıktır, çünkü bu güçlerin temel görevi egemenliğe karşı çıkmaktır, onunla ilişkilendirilmek değil.”[13]
Yenilenmiş bir insan hakları anlayışının temeli, her bir insanın eşitliğini ancak aynı zamanda benzersizliğini ve paha biçilemezliğini geliştiren demokratik geleneğin öğelerine dayanmalıdır. Bu, insan haklarının herkes tarafından tam olarak kullanılabilmesini sağlayacak belirli kurumsal yaklaşımlar açısından da önem taşır. Bu doğrultuda Öcalan, bireysel hak ve özgürlüklerin ancak demokratik bir toplumda anlamlı hale gelebileceğinde ısrarcıdır.[14]
Bu düşüncelerin mantıksal sonucu, insan haklarına gerçekten duyulan saygı ve bu hakların genişletilmesinin ortaya çıkarabileceği siyasi ortamın, gerçek eşitliğin olduğu bir ortam olduğudur. Bu tür bir ortamda bireyler, aktif vatandaşlar olarak, komünler ve halk meclisleri gibi taban kurumları aracılığıyla kamu işlerinin öz yönetimine aktif olarak katılırlar ve bu kurumlar da değiştirilebilir delegelerden oluşan konseyler ve halk kongreleri tarafından koordine edilir. Böyle bir siyasi mimaride, ulus devlette olduğu gibi (genellikle şiddet içeren) tek bir ulus içinde homojenleşmeyi hedeflemek yerine, bireysel ve toplumsal özellikleri koruyan ve saygı gösteren komün konfederasyonlarının kurulması gibi radikal bir ademi merkeziyetçilik söz konusudur. Öcalan bunu şu şekilde ifade ediyor:
“Merkeziyetçi ve bürokratik bir yönetim ve iktidar anlayışının aksine, konfederalizm, toplumun tüm gruplarının ve tüm kültürel kimliklerinin kendilerini yerel toplantılarda, genel kongrelerde ve meclislerde ifade edebileceği bir tür siyasi öz-yönetimi öngörür. Bu demokrasi anlayışı, topluma ait tüm katmanlara siyasi alan açar ve farklı ve çeşitli siyasi grupların oluşmasına imkan tanır. Bu şekilde, toplumun bütününün siyasi entegrasyonunu da ilerletir.”[15]
Sonuç olarak, insan hakları mücadelesinin, onları kötüye kullanmaya son derece yatkın olan tahakküm kurumlarına terk edilemeyeceği veya bu kurumlar aracılığıyla yönlendirilemeyeceği vurgulanmalıdır. Bu mücadele, komünler, meclisler ve diğer siyasi araçlar gibi halkın demokratik yapılarıyla ilişkili tabandan gelen bir mücadele olmalıdır. Bizi ezen ve sömüren aynı egemen sınıf, çok uzun zamandır özgürlüklerimizin ve haklarımızın güvencesi olduğunu iddia ediyor. Demokratik gelenek, bizi devlet ve kapitalist piyasa gibi bürokratik tahakküm sistemlerini terk etmeye ve tabandan eyleme, kolektif karar almaya ve eşit bir temelde bir arada yaşamaya dayanan insanlığın özüne dönmeye çağırıyor. İnsanların eşit ve benzersiz olduğu bir dünyayı ancak bu temelde yaratabiliriz.
[1] Abdullah Öcalan: The Political Thought of Abdullah Öcalan: Kurdistan, Woman’s Revolution and Democratic Confederalism (London: Pluto Press, 2017), available online at https://www.thetedkarchive.com/library/abdullah-ocalan-the-political-thought-of-abdullah-ocalan?utm_source=chatgpt.com
[2] Bequelin, Nicholas. “Human Rights on the Edge: Can Human Rights Survive the Decline of Global Western Hegemony?” Social Europe, 10 February 2025. https://www.socialeurope.eu/human-rights-on-the-edge
[3] Deveaux, Monique. “Normative Liberal Theory and the Bifurcation of Human Rights.” Ethics & Global Politics 2, no. 3 (2009): 171–91. https://doi.org/10.3402/egp.v2i3.2055
[4] Sanders, Rebecca. “Human Rights Abuses at the Limits of the Law: Legal Instabilities and Vulnerabilities in the ‘Global War on Terror.’” Review of International Studies 44, no. 1 (January 2018): 2–23. https://doi.org/10.1017/S0260210517000377
[5] Lorenzo Kom’boa Ervin, JoNina Abron-Ervin, and Modibo Kadalie: Black Anarchist Legacies (Active Distribution, 2025), p46.
[6] Do, T. “Jean Jacques Rousseau’s Concept of Freedom and Equality.” Trans (São Paulo) 23, no. 1 (2023). https://www.scielo.br/j/trans/a/CYJ9Ff7tzjdsMD5Nb8vZwms/?format=html&lang=en
[7] CLR James: Modern Politics (Oakland: PM Press, 2013), p33.
[8] Bosshard, Michaela A. “Tensions between Collective and Individual Human Rights.” Ideas for Peace. Accessed October 6, 2025.
https://ideasforpeace.org/content/tensions-between-collective-and-individual-human-rights/
[9] Abdullah Öcalan: The Road Map to Negotiations (Cologne: International Initiative Edition, 2012), p25.
[10] Abdullah Öcalan: The Road Map to Negotiations (Cologne: International Initiative Edition, 2012), p24.
[11] Abdullah Öcalan: The Road Map to Negotiations (Cologne: International Initiative Edition, 2012), p25.
[12] Abdullah Öcalan: Beyond State, Power, and Violence (Oakland: PM Press, 2023), p481.
[13] Abdullah Öcalan: Beyond State, Power, and Violence (Oakland: PM Press, 2023), pp295-296.
[14] Abdullah Öcalan: The Road Map to Negotiations (Cologne: International Initiative Edition, 2012), p31.
[15] Abdullah Öcalan: Democratic Confederalism (Cologne: International Initiative Edition, 2011), p26.
