Bu yazı 9-22 Nisan tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

İÇ POLİTİKA

Silahsızlanma / Barış Süreci

Bu dönemde dikkat çeken en önemli gelişmelerden biri, tarafların kendilerine göre nitelediği, “silahsızlanma”, “barış/çözüm” veya “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan süreçle ilgili oldu. Ömer Öcalan’ın Bayram ziyaretinde amcası Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmenin detaylarını aktarması, Dem Parti’den gelen yeni anayasa çağrısı, Dem Parti İmralı Heyeti’ni Erdoğan’ın kabul etmesi, Sırrı Süreyya Önder’in geçirdiği ani ve ölümcül kalp rahatsızlığı, Pervin Buldan ve avukat Faik Erol’un İmralı ziyareti bu dönemin öne çıkan başlıkları oldu.

Ömer Öcalan’ın, Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmenin detayları

DEM Parti Milletvekili Ömer Öcalan, bayram vesilesiyle amcası Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmenin detaylarını 9 Nisan’da kamuoyuyla paylaştı. Ömer Öcalan, Abdullah Öcalan’ın süreç ile ilgili ‘Umudumu koruyorum’ sözlerini ve Suriye’de Alevilere yönelik katliama ilişkin tepkilerini aktardı. Abdullah Öcalan’ın sözleri hem süreçle ilgili umutları canlı tutması hem de Suriye’deki gelişmelerle ilgili hassasiyeti yansıtması açısından önemliydi. Öte yandan görüşmede yeğen Öcalan’ın verdiği bazı bilgilerin (örneğin DEM Parti’nin oy oranının yüzde 13 olduğu gibi ifadelerin) mevcut kamuoyu yoklamaları ile olan uyumsuzluğu da dikkat çekiciydi. Öcalan’ın sürece halkın katılımı olmamasına ve örgütlenmeye yönelik eleştirileri de önemliydi.

Dem Parti İmralı Heyeti’nin Erdoğan’la görüşmesi: Süreç Devam Ediyor (mu?)

İmralı heyetinin (), TBMM’de Erdoğan ile bir araya gelmesi önemli bir gelişme olarak not edildi.  Görüşme neticesinde İmralı Heyetinin sürecin hukuki boyutu ve atılacak adımlarla ilgili Adalet Bakanı ile görüşeceği bilgisi verildi.

Bahçeli’nin devlet adına sürece öncülük ettiği ve buna karşı yürütmenin başı Erdoğan’ın iktidarını koruma kaygısı ile ayak sürüdüğü ve hatta süreci baltalayacağı iddiaları arasında sürecin akıbetinin sorgulandığı bir dönemde bu görüşmenin gerçekleşmesi önemli bir gelişme olarak not edildi. (Mümtaz’er Türköne; yazdığı yazılar ve açıklamaları ile açtığı tartışmada, çözüm sürecinin hukuka dönülmeden başarıya ulaşamayacağını ve Erdoğan’ın süreci tırpanlayacağını öne sürerek, Cumhur İttifakının bozulabileceğini ima etmiş, Bahçeli ise bu yorumlara sert tepki göstererek seçimlerin zamanında yapılacağını açıklamıştı.)

Hukuk devletinin ve hukuk güvenliğinin ciddi manada sorgulandığı bir dönemde yürütülen sürecin başarısının ve akıbetinin, Öcalan’ın dile getirdiği üzere “demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirdiği”, Suriye başta olmak üzere dış gelişmelere bağlı olduğu açık.

Sırrı Süreyya Önder’in Kalp Rahatsızlığı ve Sürpriz İmralı Ziyareti

18 Nisan’da yapılacak görüşme beklenirken, TBMM Başkanvekili ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 15 Nisan Salı akşamı geçirdiği kalp rahatsızlığının ardından hastaneye kaldırıldı. Sırrı Süreyya Önder’in rahatsızlığı sonrası toplumun hemen her kesiminden, siyaset temsilcilerinden ve devletin kademelerinden gelen ziyaretler, barış çabalarının toplumda geniş bir kesim tarafından sahiplenildiğinin ve desteklendiğinin bir göstergesi olarak yorumlandı. Maalesef Sırrı Süreyya Önder’in hayati tehlikesi artarak devam ediyor.

Sırrı Süreyya Önder’in rahatsızlığı sonrasında, sürecin devamında Heyet’e bir isim eklenip eklenmeyeceği soruları öne çıkarken, Pervin Buldan ve Öcalan’ın avukatı Faik Erol’un İmralı’ya yaptığı sürpriz ziyaret dikkat çekti. Görüşmeye ilişkin açıklama, Sırrı Süreyya Önder’in tedavi gördüğü Florence Nightingale İstanbul Hastanesi önünde yapıldı. Öcalan, Önder için “Büyük barış çabasını topluma yansıtan, toplumsal ön yargıları şahsında kırabilen biridir…”, “Onun şahsında hayata geçen, Anadolu genleri ve kültürü dediğimiz şeydir. Barış dediğimiz şey de Anadolu genlerini, Türkmen geleneğini yaşanılır kılmaktır.” dedi.

CHP ve İmamoğlu Gündemleri

İktidarın 19 Mart’ın ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ve CHP’ye yönelik operasyonları ve CHP’nin, Genel Başkan Özgür Özel’in buna karşı eylem ve söylemleri, siyasi tansiyonu yüksek tutmaya devam ediyor. CHP’nin “Millet İradesine Sahip Çıkıyor” mitingleri sırasıyla 9 Nisan’da Şişli’de, 13 Nisan’da Samsun’da, 16 Nisan’da Beylikdüzü’nde ve 19 Nisan’da Yozgat’ta gerçekleşti. Bir diğer dikkat çeken eylem Filistin’e destek yürüyüşü eylemiydi. CHP İstanbul İl Örgütü’nün çağrısıyla Filistin’e destek için Tünel’den Taksim’e yürümek isteyenler polis engeliyle karşılaştı.

Yozgat mitingi, CHP’nin son seçimlerde aldığı oy oranının düşüklüğüne karşın oldukça kalabalık olması, traktörlerle mitinge katılım sağlayan çiftçilerin yoğunluğu ve mitingde konuşma yapan çiftçi Abdullah Ceylan’ın, “Turp ile şalgam ile devlet idare edilmez, adalet ile hukuk ile idare edilir” sözleri ile özellikle dikkat çekiciydi. CHP’nin bundan sonra da “AKP’nin Kalesi” olarak nitelenen yerlerde mitinglerini devam ettirmesi bekleniyor.

Yoğun katılımın gözlendiği mitinglerde, Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı sert açıklamaları devam ederken Bahçeli’nin İmamoğlu davasının bir an önce sonuçlanması gerektiği yönündeki (İmamoğlu ve Özel tarafından da desteklenen) açıklamaları, Cumhur İttifakı’nda görüş ayrılığı mı var tartışmalarının bir başka boyutu oldu.

Bu süreçte, İmamoğlu’na yönelik suçlamaların siyasi yönü ve Kanal İstanbul projesiyle ilişkisi gibi iddialar tartışılmaya devam ederken, CHP’ye kayyım atanması ihtimali de gündemde tutulmaya devam ediyor.

Yargı Gündemleri

Son dönemde yargının hali dikkate alındığında, kuvvetli suç şüphesine dayalı olarak uygulanması gereken tutuklama ve adli kontrol hukuki tedbirinin esas, tutuksuz veya adli kontrolsüz yargılamanın ise istisna haline geldiğine şahit olmaya devam ediyoruz. Timur Soykan ve Murat Ağırel’in habercilik faaliyetleri nedeniyle gözaltına alındıktan sonra tutuklama talebine karşın adli kontrolle serbest bırakılması da buna örnek soruşturmalardan birisi oldu.

Öğrencilere yönelik gözaltılar ve soruşturmalar da gündemdeki yerini korumaya devam etti. Gülhane Parkı’nda toplanan TİP’li gençler gözaltına alındı. Gözaltı süreçlerinde yaşanan işkence ve çıplak arama iddiaları da tartışma konusu olmaya devam ederken, iktidar bu kadar açık bir olguyu ısrarla reddetmeye devam ediyor.

Yargı süreçlerine ilişkin olarak ise, Ümit Özdağ’ın duruşma tarihi belli olurken, Bahadır Özgür’e hapis cezası verildi. Selçuk Kozağaçlı, tahliye edildikten sonra yapılan itiraz üzerine tekrar cezaevine gönderilirken, Rasim Ozan Kütahyalı CHP’ye kayyım haberi sonrası gözaltına alındı, pişmanlığını dile getirdi ve serbest bırakıldı. Saraçhane eylemleri sanıkları hakim karşısına çıkarken, Meclis’te Can Atalay’la ilgili AYM kararı gündem dışı okundu ancak iktidar cenahının sert tepkisi sonrası tutanaktan önce çıkarıldı, sonra tekrar eklendi ancak gündem dışı okunduğu gerekçesi ile Meclis Başkanı tarafından işleme alınmadı.

Liselerde Protestolar

Bu dönemde dikkat çeken bir diğer gelişme de liselerde yaşanan protestolar oldu. Öğretmenlerin “kadro dışı” bırakılması ve yerlerinin değiştirilmesi kararına tepki gösteren liseliler, okul bahçelerinde eylemler düzenledi. Eğitim Sen, bu atamaların “yandaş sendika üyelerine ayrıcalık” sağladığını iddia ederken, Milli Eğitim Bakanlığı ise bu iddialara karşılık olarak, atamaların “pozitif ayrımcılık” ilkesine göre yapıldığını açıkla. Öte yandan pozitif olanın tam olarak neyi ifade ettiğine dair bir açıklama yok. İstanbul Valiliği de konuyla ilgili bir açıklama yaparak “öğretmenler açığa alındı, kadrolu öğretmenler okullarından kovuldu, mağdur edildiler, siyasi sebeplerle yerlerine başka öğretmenler atandı” gibi iddiaların asılsız olduğunu belirtti.

Bakanlık ve Valilik öğrencilerin taleplerini ve proje okullar ile bu okullara yönelik kadro politikasına ilişkin eleştirileri reddetse de Bakanlık icraatının öğrencilerin ülke çapında tepkisine yol açacak mertebede tepeden inme, anti demokratik ve şeffaf olmayan, gerek öğrencilerin gerekse eğitimcilerin yararını gözetmeyen bir uygulama içine girmiş olduğu ortada.

 

EKONOMİ

ABD-Çin ticaret savaşları  

Bu değerlendirme yazısında ele aldığımız dönemde, uluslararası ekonomide yaşanan en önemli gelişme Trump yönetiminin Çin mallarına yönelik gümrük vergilerini %125’e çıkarması oldu. ABD, kendisiyle iletişime geçen ve misilleme yapmayan 75’den fazla ülke için ek tarifelerin 90 gün durdurulduğunu duyurdu. ABD’nin Çin’e dönük bu hamlesi, Çin mallarına uygulanan vergileri %104’e çıkarmasından, bunun ardından Çin’in misilleme yaparak ABD’ye dönük gümrük vergilerini %84’e yükseltmesinden sonra geldi.  ABD-Çin arasında yaşanan ticaret savaşının küresel bir resesyona yol açmasından endişe ediliyor, zira küresel ticaretin daralması genel olarak birçok ülkenin ekonomik büyümesinin zayıflamasıyla sonuçlanabilir.

ABD’nin Çin mallarına çok yüksek gümrük vergileri uygulaması, Çin’in elinde biriken döviz fazlasını şimdiye kadar olduğu gibi ABD varlıklarına yatırma davranışında da değişikliğe yol açabilir. Nitekim Çin devlet fonları, ABD merkezli özel sermaye şirketlerine yönelik yatırım kararlarını gözden geçirmeye başladı. Çin’in bu tutumunun devam etmesi küresel finans düzeninde ciddi çalkantılara yol açabilir.

19 Mart darbesinin maliyeti netleşmeye başladı

Ekonomi medyasındaki haberler, İBB Başkanı E. İmamoğlu’na dönük 19 Mart darbesinin ardından Merkez Bankası’nın (MB) TL’nin değerini koruyabilmek için yaptığı müdahalelerin döviz rezervlerinde büyük bir erimeye neden olduğunu ortaya koyuyor. Tahminler farklılaşmakla birlikte MB’nin piyasaya müdahalesinin yaklaşık 50 milyar dolarlık rezerv erimesine neden olduğu belirtiliyor.

MB politika faizini yüzde 46’ya yükseltti

MB Para Politikası Kurulu (PKK) politika faizini yüzde 46’ya yükseltirken gecelik borç verme faizini de %49’a yükseltti. Bu gelişmeyi, MB rezervlerini daha fazla eritmeyi göze alamayan ekonomi yönetiminin bu kez faiz silahını devreye sokması olarak yorumlamak mümkün. Fakat faizlerin yükseltilmesi iki açıdan ekonomiyi zora sokucu sonuçlara yol açacak gibi görünüyor. Bir yandan, ticari kredi faizlerinin de artması şirketlerin finansmana erişimini zorlaştırırken döviz kurlarının faizle kontrol altında tutulması TL’nin değerli kalmasına yol açarak ihracatı olumsuz etkileyebilecek.

Bütün bu gelişmeler, aslında, 19 Mart darbesiyle başlıca siyasi rakibini tasfiye ederek bir tür diktatörlüğe geçmeye çalışan iktidar blokunun ekonomi alanındaki sınırlılıklarını ortaya koyuyor. Bir yandan Mehmet Şimşek yönetiminde yabancılara yüksek faiz imkanı sunarak takviye edilen sınırlı döviz rezervleri yeniden kritik seviyeye gerilerken, diğer yandan mecburen artırılan faizler daralma eğilimdeki ekonomiyi daha ciddi bir darboğaza sokabilir. Ülkedeki gelir dağılımı bozukluğu ve hızlanan yoksullaşma konusunda ise ufukta bir düzelme işareti görülmüyor.

İşçi eylemleri – işçi hakları

1 Mayıs

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve Türk Tabipler Birliği (TTB), 1 Mayıs’ı Kadıköy Meydanı’nda kutlama kararı aldılar.

Grev kararları – TÜPRAŞ’ta eylem

Bu dönemde işçi eylemleri ve grev kararlarında gözlenen artışın devam etmekte olduğunu söyleyebiliriz. Narlıdere Belediyesi iştiraki Narbel şirketinde çalışan işçiler adına toplu iş sözleşmesi görüşmelerini yürüten Genel-İş İzmir 4 No’lu Şube grev kararını işyerine astı. Diğer yandan, Petrol-İş Aliağa Şubesi’nin örgütlü olduğu Tüpraş’ta işçiler iş yavaşlatma eylemine başladılar. Benzer eylemler Kocaeli, Batman ve Kırıkkale’deki Tüpraş rafinerilerinde de yapılıyor. İşçilerin eylemleri, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde Koç Holding’in yüzde 28 oranında zam ve üç yıllık sözleşme teklifiyle gelmesine karşı yapılıyor. Görüşmeler 3.500 TÜPRAŞ işçisini ilgilendiriyor. Petrol-İş İzmir Şubesi ise, DYO ve TPI boya fabrikalarında grev kararı aldı.

 

DIŞ POLİTİKA

 

HTŞ-SDG anlaşması kapsamında SDG, Halep’teki Kürt mahallelerinden ve Tişrin barajından çekildi

Bu yazıda ele aldığımız dönemde Suriye’de HTŞ ile SDG arasında yapılan anlaşmanın uygulanmasına ilişkin adımlara tanık olduk. Bunlardan biri, Mazlum Abdi’nin belirttiği gibi, Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) kuşatması altında olan Halep’in Kürt mahallesi Şeyh Maksut’un yerel Kürt asayiş güçleriyle HTŞ’ye bağlı Suriye güvenlik güçlerinin ortak denetimine geçmesi oldu. Buradaki YPG güçleri Fırat’ın batısına çekilecek. Bir diğer önemli gelişme de bölge halkı için son derece kritik bir işlevi olan Tişrin Barajı’nın güvenliğinin Şam yönetimine bırakılması, YPG güçlerinin Fırat’ın doğusunda konuşlanması oldu.

Bilindiği gibi her iki bölge, özellikle Tişrin barajı ve çevresi, SMO güçlerinin Rojava Özerk Yönetimi’ne sürekli saldırılar düzenlediği alanlardı. Mazlum Abdi’nin verdiği bilgiye göre, bundan böyle Şam’a bağlı güçler, SMO güçleri ile SDG arasına konuşlanarak bir tampon bölge oluşturacak.

Bu gelişmelere daha geniş bir çerçeveden bakınca, SDG ile Türkiye destekli SMO güçleri arasındaki gerilim alanlarının ortadan kaldırılmasının amaçlandığı söylenebilir. Söz konusu adımların atılmasında ABD’nin belirleyici bir etkisi olduğu, SGD ile Türkiye arasındaki diyaloğa aracılık ettiği bizzat Rojava Dış İlişkiler Dairesi Eş Başkanı İlham Ahmed tarafından dile getiriliyor. İlham Amed, bu gelişmeleri Türkiye’deki “sürecin” etkisine bağlıyor ve Türkiye ile çatışmaların durduğuna dikkat çekiyor. Mazlum Abdi de “Türkiye’nin SDG’nin ve Özerk Yönetim kurumlarının Suriye devleti içindeki varlığını kabul etmeye başladığını hissediyoruz” diyor. Sonuç olarak, ABD’nin Suriye’de SDG ile HTŞ arasındaki anlaşmayla belirli bir istikrar oluşturmayı ve Türkiye’nin SMO aracılığıyla bu istikrarı bozucu askeri hamlelerini sınırlandırmayı hedeflediği yorumu yapılabilir.

Bir diğer önemli gelişme de yerinden edilen Kürtlerin geri dönüşleriyle ilgili. Afrin’de Şam’a bağlı güvenlik güçlerinin SMO’nun yerini aldığına daha önce değinilmişti. Yine Mazlum Abdi’nin açıklamasına göre, Türkiye’nin “Barış Pınarı Harekatı”yla Tel Abyad ve Serakaniye’ye yerleştirdiği SMO güçlerinin yerini merkezi yönetim ordusuna bırakmasına yönelik girişimler devam ediyor. Bu girişimlerin başarılı olması, söz konusu bölgeleri terk etmek zorunda kalan Rojavalı Kürt nüfusun geri dönebilmesi için önem arz ediyor.

Son olarak, 26 Nisan’da Kamişlo’da Kürt Birliği ve Ortak Tutum Konferansı’nın toplanacağını belirtebiliriz. Bu konferansta, yeniden kurulan Suriye’de Kürtlerin temel taleplerinin ortaklaştırılması ve bu talepleri Şam’daki merkezi hükümetle müzakere edecek ortak bir Kürt heyetinin oluşturulması öngörülüyor.

Türkiye ve İsrail arasında Suriye’deki nüfuz alanlarına ilişkin görüşmeler

Geçtiğimiz haftaki gelişmeler, özellikle İsrail’in Türkiye tarafından üs olarak kullanılacağı gerekçesiyle Suriye’nin Palmira ve T4 üslerini bombalaması, İsrail-Türkiye ilişkilerini hassas bir noktaya getirmişti. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu Beyaz Saray’da Trump’la görüşmesinde “Türkiye ile askeri bir çatışmadan kaçındıklarını” belirtmiş, Trump da ABD’yi iki taraf arasında makul bir yol bulacak baş aktör olarak öne çıkarmıştı.

Bu gelişmeler üzerine Türk ve İsrail teknik heyetleri Azerbaycan’da bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmenin amacı, iki ülke arasında askeri çatışmayı önlemek üzere “güvenlik mekanizmasının” oluşturulmasıydı.

Heyetler arası görüşme yapılırken Türkiye ve İsrail’den yapılan açıklamalar, iki ülkenin Suriye’de birbirlerine nasıl bir sınır çizmeye çalıştığına dair önemli ipuçları içerdi. Türkiye Milli Savunma Bakanlığı görüşmeyle ilgili açıklamasında, “Bölgesel güvenliğin sağlanması için İsrail’in yayılmacı, işgalci tutumundan vazgeçmesi ve uluslararası toplumun bu hukuksuzluğa engel olması gerekiyor” ifadelerini kullandı. İsrail ve Arap medyasında çıkan haberlerde ise eski bir İsrail komutanının Azerbaycan’daki görüşmeleri, Suriye’nin İsrail ile Türkiye arasında paylaşılmasını sağlayacak modern bir Sykes-Picot anlaşması olarak yorumlaması dikkat çekiciydi. Buna göre Suriye artık tek bir ülke olarak kalmayacak, bölünmüş bir ülke olacaktı. İsrail Kabine üyesi Eli Cohen ise Azerbaycan’daki görüşmede Türkiye’nin “Suriye’de askeri üs kurmasının kabul edilemez olduğunu açıkça belirttik” dedi.

Önümüzdeki aylarda yaşanacaklar, İsrail ve Türkiye’nin kendi nüfuz alanları temelinde Suriye’yi nasıl bir paylaşıma tabi tutacağını, birbirlerini sınırlandırmak için hangi yollara başvuracağını daha yakından görmemizi sağlayacak.

ABD-İran arasında İran’ın nükleer programına ilişkin görüşmeler

İki ülke heyetleri arasında İran’ın nükleer programına yönelik ilk tur görüşmeler Umman’da gerçekleşirken ikinci tur görüşmeler için İtalya’nın başkenti Roma’da bir araya gelindi.

ABD’nin İran’dan talebinin, İran’ın nükleer programının sınırlandırılması mı, yoksa tamamen ortadan kaldırılması mı olduğu belirsizliğini koruyor. Diğer yandan Beyaz Saray Sözcüsü, Trump’ın “İran’ın nükleer programa sahip olduğunu görmek istemediğini” açıkladı. ABD’nin İran’dan başka talepleri de var: İran’ın Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve diğer Şii milislere desteğini tamamen kesmesini, İsrail’i vurabilecek kapasitede uzun menzilli füze üretimine son vermesini istiyor. Ayrıca Trump, görüşmelerden bir sonuç çıkmaması halinde İran’a yönelik askeri harekat tehdidinde de bulunuyor. İran ise önceki nükleer anlaşmada olduğu gibi yaptırımların kaldırılması karşılığında nükleer programını atom bombası üretmesine engel olacak şekilde kısıtlamaya hazır olduğunu belirtiyor. İran ayrıca ABD’nin gündeme getirdiği Tahran’ın füze kapasitesi veya bölgesel konularla ilgili nükleer dışındaki talepleri müzakere etmeyeceğini duyurdu. Öte yandan İsrail çok daha sert bir pozisyon benimseyerek İran’la müzakere yapılmasına karşı çıkıyor ve doğrudan İran nükleer enerji tesislerinin hedef alınmasını savunuyor.

ABD ile İran’ın pozisyonları arasındaki belirgin farklılığa, diğer bir deyişle ABD’nin İran’ı bölgede büyük ölçüde etkisizleştirecek talepler ileri sürmesine rağmen Trump Yönetimi’nin müzakereleri sürdürmesi birkaç faktörle açıklanabilir. Öncelikle, ABD’nin İran’a askeri bir harekat düzenlemesi, İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması, böylece dünya petrol piyasasının sıkışması gibi Körfez ülkelerinin de hoşnut kalmayacağı sonuçlara yol açabilir. İkinci olarak, Rusya’nın, fakat esas olarak Çin’in karşı hamleler geliştirmesine, dolayısıyla ABD’nin kapasitesini zorlayacak jeopolitik bir karmaşanın doğmasına neden olabilir.

Ukrayna Savaşı’nda barış arayışları

Ukrayna Savaşı’nın sona erdirilmesine dönük olarak Paris’te ABD’nin yanı sıra Almanya, Fransa ve İngiltere’nin katıldığı bir toplantı yapıldı. Kaynaklar, bu toplantıda ABD’nin barış planının Avrupalı ülkeler tarafından kabul edildiğini bildiriyor. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Avrupa ülkelerinin son derece “yapıcı” davrandıklarını dile getirdi. Bu toplantıda dikkat çekici bir gelişme, Rubio’nun Ukrayna’da kısa sürede ateşkes gerçekleşmezse ABD’nin “başka meselelerle ilgilenmek” üzere yoluna devam edeceğini açıklaması oldu. Bu arada, savaşın sona ermesini sağlayacak anlaşmanın koşulları ortaya çıkmaya başlıyor. Rusya ve Ukrayna arasında barışın önkoşullarının yer alacağı “ön protokol” için arabuluculuk yaptıklarını açıklayan Trump’ın Özel Temsilcisi Kellogg, Ukrayna’nın NATO üyesi olamayacağını, bunun tartışma dışı olduğunu dile getirdi.

Hamas-İsrail ateşkes görüşmeleri

İsrail Gazze’de Filistinlileri “tehcir” amaçlı operasyonlarını sürdürüyor. İsrail ordusu en son güneydeki Refah kentini kuşattı. Diğer yandan İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak girişimleri çerçevesinde ilave kaçak yerleşimler kurmak için hazırlıkları da devam ediyor.

İsrail, ateşkes teklifinin Hamas tarafından kabul edilmemesinden sonra Gazze’de 40 ayrı noktayı vurarak çok sayıda Filistinlinin ölümüne neden oldu. Hamas ise örgütün şimdiye kadar sunduğu en esnek teklif olarak tanımlanan kendi ateşkes önerisini gündeme getirdi. Bu öneri, İsrail hapishanelerinde tutulan Filistinli mahkumlara karşılık tüm İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasını, savaşın resmen sona ermesi ve İsrail’in Gazze’den tamamen çekilmesini öngörüyor. Üstelik Hamas’ın ilk kez Gazze’nin yönetimini Filistinlilerden oluşacak bir oluşuma devretmeye hazır olduğunun sinyalini verdiğini söyleniyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, askeri işgalin sona erdirilmesine ilişkin şartı kabul etmeyeceklerini, aksi halde Trump’ın “Gazzelileri sürgün planının” gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını belirterek bu öneriye karşı çıktı.

Türkiye’nin Kıbrıs politikasına Orta Asya ülkelerinden darbe

Türkiye’nin büyük önem verdiği Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) üç önemli üyesi  Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan Kıbrıs Cumhuriyeti ile diplomatik ilişki tesis edip büyükelçiler atadı. Bu atamaların, söz konusu üç ülkenin AB ile 4 Nisan’da Semerkant’ta gerçekleştirdiği ve AB’nin 12 milyar Euro’luk bir yatırım paketi taahhüdünde bulunduğu, ayrıca taraflar arasında kurumsal, ekonomik ve ticari ilişkilerin temellerinin atıldığı zirveyle bağlantılı olduğu ileri sürülüyor. AB ile yapılan zirvede üç Orta Asya ülkesi “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin kurulmasını kınayan” BM Güvenlik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına da bağlı kalacaklarını açıklamışlardı. Söz konusu gelişme, Türkiye’nin çok uzun süredir Orta Asya “Türki Cumhuriyetleri”ne dönük politikası ve “iki devletli çözümü” içeren Kıbrıs politikası açısından ciddi bir darbe olarak yorumlanıyor.

CHP’nin Eurofighter vetosuna karşı “milli” hamlesi

Alman medyasında İBB Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı E. İmamoğlu’nun tutuklanması üzerine Alman Hükümeti’nin Türkiye’ye Eurofighter satışını veto ettiği haberi yer almıştı. Bu gelişme üzerine CHP Milli Savunma Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Bağcıoğlu, bunun “siyaset üstü” bir mesele olduğunu, CHP’nin Alman Hükümeti nezdinde kararın geri alınması yönünde girişimde bulunduğunu açıkladı. CHP’ye göre İmamoğlu’nun tutuklanması bile Türkiye’nin silahlanma çabasını aksatmamalıydı.

 

EKOLOJİ

 

İklim Değişikliği Kanun Teklifi

Bu haber taraması dönemindeki önemli ekoloji gündemlerinden biri Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan İklim Kanunu oldu. Bu kanunun hazırlanış süreci, meclise sunuluşu ve sonrasında yaşanan tartışmalar, Türkiye’de çevre politikalarının hangi ekonomik ve siyasi çıkarlarla şekillendiğini ortaya koyar nitelikteydi. Muhalefet milletvekillerinin ve ekoloji örgütlerinin kanuna özellikle karbon ticareti üzerinden getirdiği eleştiriler, iklim krizine karşı etkin ve adil çözümler bulunması gerektiğine dair toplumsal talebi güçlü bir biçimde dile getirdi ve kanunun komisyona geri gönderilmesini sağladı.

20 Şubat’ta meclis gündemine gelen kanuna yapılan eleştirilerden biri kanunun sivil toplum görüşleri alınmadan tamamen enerji ve maden şirketleri, sanayi ve ticaret odaları ve ihracatçılar ile istişare edilerek hazırlanmasıydı. Kanun, karbon ticareti odaklı olması ve yeşil enerji adı altında yeşil badanalama[1] nedeni ile de eleştirilerin odağında oldu. TMMOB Başkanı Emin Koramaz’a göre kanunun genel yaklaşımı çevre sorununu teknolojik ve idari bir sorun olarak ele alması ve aslında çevresel sorunların altında yatan yapısal sorunları görmekten uzak olması. Koramaz, kanunun karbon salımını azaltmaya değil karbon satışı üzerinden yeni bir piyasa üretmeye yönelik olduğunu ifade ediyor. DEM Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca da kanunu bir kapitalist yağma kanunu ve ekolojik yıkım kanunu olarak değerlendirdi. Koca “kâr ve sermaye birikimini hedef almayan, kapitalist büyümeyi sınırlamayan, geniş ölçekli üretimle derdi olmayan bir üretim modeli hiçbir şekilde, hiçbir koşulda iklim krizini çözemez” dedi. İYİ Parti Bursa Milletvekili Hasan Toktaş da kanun teklifini bir “emisyon ticaret sistemi düzenlemesi” olarak değerlendirdi. Toktaş kanunun karbon yutak alanları olan orman ve sulak alanları koruma perspektifi ile yeniden düzenlenmesi gerektiğini belirtti. CHP milletvekili Semra Dinçer ise kanunun  sosyal adalet perspektifini tamamen dışarıda bırakılarak hazırlandığını belirtti. Yasa teklifinin doğayı da emekçi kesimleri de korumaya dair bir yaklaşımı olmadığını ifade etti. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen Karbon Zirvesi ise ekoloji aktivistleri tarafından protesto edildi ve aktivistler “iklim ticaret kanunu değil halkın iklim kanunu istiyoruz” dediler.  Grup basın açıklamalarında karbon ticareti ile karbonun metalaştırıldığını, çevreye zarar verme hakkının satın alındığını ve çevresel yıkımın yoksulluğu daha da arttırdığını belirtti. Verilen bu tepkiler sonucunda kanun yeniden değerlendirilmek üzere komisyona çekildi. DEM Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca verdiği röportajda muhalefetin, ekoloji örgütlerinin daha önce meclise sundukları ekokırım yasasını temel alan toplumsal katılımla hazırlanan bir alternatif ile ortaya çıkmasının gerektiğini ifade etti. CHP milletvekili Semra Dinçer de yasanın orman ve sulak alanların korunmasına, katı yakıttan çıkışa ve sıfır emisyona dair somut hedefler içermesi gerektiğini ifade etti.

İklim Kanunu’nun yarattığı tartışmalar ve gelen yoğun eleştiriler, Türkiye’de çevre politikalarının sadece teknik ve ekonomik değil, aynı zamanda sosyal adalet ve ekolojik sürdürülebilirlik perspektiflerinden de değerlendirilmesi gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Karbon ticaretinin piyasa odaklı mantığının sorgulanması ve ekolojik yıkımı derinleştiren politikalara karşı geniş çaplı toplumsal katılım ve şeffaflık talepleri, Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelede gerçekten anlamlı adımlar atabilmesi için ekoloji hareketlerinin ve sivil toplumun önemini bir kez daha ortaya koydu.

Madencilik, Çevre ve Adalet

Türkiye’deki madencilik projeleri, çevresel etkileri ve yerel topluluklar üzerindeki baskılarıyla tartışmaların merkezinde yer almaya devam ediyor. Çevre örgütleri özellikle Koza Altın İşletmeleri’nin Çanakkale ve Eskişehir’de yürüttüğü projelere dikkat çekiyor.

Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ), Valilik ve Çanakkale Belediyesi’nin 10-11 Nisan tarihlerinde organize ettiği  “Zirve 17” adı verilen su zirvesine maden şirketlerinin sponsor olması eleştirilere neden oldu.  Eleştirilerin üzerine Çanakkale Belediyesi zirveden çekildiğini açıkladı. Çanakkale’nin yüzölçümünün  %79’u madenlere açılmış durumda  ve bu madenler nedeni ile bölgenin tek içme su kaynağı olan Atikhisar Barajı maden şirketleri tarafından tehdit ediliyor. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan zirveye dair bu eleştirileri gündeme getirmek üzere söz aldığında toplantı salonundan zorla çıkarıldı. Doğan kendisine yapılan müdahaleye karşı suç duyurusunda bulundu.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, Balıkesir’in Karesi ilçesi Turplu Mahallesi’nde Koza Altın İşletmeleri A.Ş. tarafından 12,35 hektarlık alanda açılmak istenen altın madeni için “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değil” kararı verdi. Madenin patlatmalı açık ocak şeklinde işletileceği belirtiliyor. Madenden çıkarılacak cevherin ise İzmir Bergama’daki Ovacık Altın Madeni’nde siyanür kullanılarak ayrıştırılacağı ifade ediliyor. Maden alanı kadastro haritasında orman alanı olarak belirlenmiş. Buna rağmen, Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve Balıkesir Orman Bölge Müdürlüğü madenin açılmasında bir sakınca görmediğini belirtmiş. Maden alanı aynı zamanda Karanlık Dere mikro havzası içinde yer alıyor. Koza Altın’ın Serçiler ve Terziler köyleri yakınındaki altın-gümüş madeni projesi ise yukarıda belirtildiği üzere Çanakkale’nin tek içme su kaynağı olan Atikhisar Barajı’nı tehdit ediyor. Şirket bu bölgede daha önce iki kez Çevresel Etki Değerlendirme süreci başlatmış ve her iki başvuru da mahkeme tarafından reddedilmiş. Fakat, 2022 yılında yaptığı üçüncü başvuru İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu tarafından 16 Nisan’da değerlendirildi ve şirketin ÇED raporu oy çokluğu ile kabul edildi. Çanakkale Belediye Başkanı tepki olarak toplantıyı terk etti. 

Türkiye Erozyonla Mücadele ve Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA)’nın verilerine göre Eskişehir’in %71’i maden araması için ruhsatlandırılmış durumda. Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu üyeleri Cengiz Holding’in Eskişehir Alpagut ve Atalan mahallerinde yapmak istediği maden çalışmasını protesto etmek için Ankara’ya geldi ve Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndaki İnceleme Değerlendirme Komisyonu (İDK) toplantısı öncesi açıklama yaptı. Madenin Sakarya Nehri için çok ciddi bir tehdit olduğu ifade ediliyor. Aynı zamanda maden birinci dereceden arkeolojik sit alanına ve tarımsal alana da zarar verecek.  Komisyon toplantısı sonucu madenin ÇED sürecinin durdurulması ve ÇED dosyasının revize edilmesi kararı verildi. Karar ile ilgili basın açıklamasını Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu adına Eskişehir Tabip Odası’ndan Akif Aladağ yaptı. Aladağ, basın açıklamasında, Çayırhan Kömür Madeni’nde özelleştirmeye karşı direnen işçilerin madendeki göçük nedeniyle yaralanmasına da değindi. Eskişehir’de “ÇED gerekli değildir” kararı verilen başka bir maden ise Sarıcakaya İlçesi Bilal Habeşi Mahallesi’nde. Madeni işletecek olan şirket ise Koza Madencilik Şirketi. Eskişehir İkinci İdare Mahkemesi projeye yürütmeyi durdurma  kararı verdi. Koza ise karara rağmen maden inşaatına devam ediyor. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü inşaatın devam etmediğini savunuyor. Koza Altın, Eskişehir Sivrihisar İlçesi Kaymaz mahallesinde de entegre bir maden projesi için başvuru yaptı. Eskişehir Doğa ve Yaşam Platformu’ndan Avukat Mert Yedek projelerin Eskişehir’i bir maden çöplüğüne dönüştüreceğini ifade etti.  Koza Altın’ın Artvin Yusufeli’nde açmak istediği maden için de ÇED gerekli değil kararı verilmişti.

Aydın’da Coşkun ailesi Eysim Madenciliğin faaliyetlerine karşı ruhsat iptali davası açtı. Aile şirketin evlerinin tepesinde dinamit patlattığını ve yaşam alanlarını tehdit ettiğini ifade ediyor. Yapılan keşif sırasında bilirkişiye yalnızca Ali Coşkun eşlik edebildi. Ailenin diğer üyeleri, çevre dernekleri ve platform temsilcileri keşif alanına giremediler. 

Maden şirketlerinin kolayca “ÇED gerekli değildi”r kararları çıkarmaları maden projelerini Türkiye genelinde çevre mücadelesinin önemli odak noktalarından biri haline getiriyor. Sivil toplum ve yerel halkın tepkilerine rağmen yürütülen projeler, proje alanlarında  ekolojik dengeyi ve halk sağlığını tehdit ediyor.

Yapay zeka ve enerji talebi

Yapay zeka teknolojsi 2030 yılında Japonya’nın bugün tükettiği büyüklükte enerjiye ihtiyaç duyacak. Bilgi işlem 2030’da ABD’de tüm ABD imalat sektöründen daha fazla enerji tüketecek. İklim değişikliğiyle mücadele beklenen bu gelişmelerden nasıl etkilenecek? Bu rakamları mevcut küresel elektrik tüketimi ve oransal olarak onun neden olduğu karbon salımının üzerine eklediğimizde etkinin yönü gayet açık. Küresel sisteme Japonya kadar büyük bir kirleticinin daha ekleneceğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan enerji analistleri, enerji politikalarındaki diğer faktörleri de değerlendirerek daha olumlu bir tablo çizmeye çalışıyorlar. Fakat bu tablo pek ikna edici değil.

Bir faktör elektrik üretiminde kullanılan birincil enerji kaynağının niteliği. Bu ilave enerji ne ölçüde fosil, ne ölçüde yenilenebilir enerji kaynaklarından temin edilecek? Henüz yapay zeka modellerinin eğitiminde kullanılan enerjinin büyük bir kısmı fosil yakıtlardan temin ediliyor. Google gibi AI devleri yeşil hedeflerini korumak için yenilenebilir enerjiye (YE) yöneliyorlar. Soruna iklim açısından sıfır toplamlı bir oyun gibi yaklaştığımızda bunun kazananı yok. Çünkü Google gibi şirketler YE’ye yöneldiğinde diğer sekörlerin de elektrik enerjisi ihtiyaçlarını fosil tabanlı santrallerden ve nükleerden karşılamaları gerekiyor. Eğer iklim hedefleri zarar görmeyecekse, bunun AI’nin büyüyen enerji ihtiyacıyla, yenilenebilir enerji arzındaki büyüme arasında bir yarış olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bu YE için oldukça tehlikeli bir yarış. Bu yarışı yakalayabilmesi için şebekelere bağlanma, doğa koruma, arazi hakları vb. sorunlarla alakalı regülasyonların zayıflatılması gerekecek. Sadece “karbona” indirgenmiş yeşil dönüşüm hedefleri tutturulmaya çalışılırken hak temelli yeşil dönüşüm ilkesi bir kez daha zarar görecek. Üstelik AI sektöründe devam eden “kazananın her şeyi alacağı” beklenen sert rakabet, AI devlerinin enerji piyasalarında YE’ye yüklenerek yarattıkları fiyat zirvelerine aldırmadan yüksek enerji maliyetleriyle yollarına devam etmelerine yol açıyor.

Büyük dil modellerine (LLM) dayalı modern AI teknolojisindeki ilerleme ve öğrenme gezegen üzerindeki bu yükü azaltabilir mi? Önünde sonunda modern AI daha verimli algoritmalarla daha başarılı model “eğitimi” yapmayı öğreniyor. Burada ise klasik bir üretim-tüketim poblemi olan “sekme etkisi”[2] karşımıza çıkıyor. AI eğitiminde verimlilik arttıkça daha az enerji tüketilmiyor, daha yüksek başarıya ulaşmak üzere daha fazla AI eğitimi yapılıyor. Ocak 2025’te piyasa sürülen Çin menşeili Deep Seek’in farklı bir işlemci ve geleneksel LLM’lerden farklı bir algoritmayla %50 ila 75 oranında daha az enerji tükettiği söylense de sektördeki genişleme (daha fazla algoritma eğitimi, daha fazla kullanım) nedeniyle bu verimlilik artışlarının toplam enerji ihtiyacındaki artışı azaltmayacağı düşünülüyor.

Trump’ın gümrük vergileri ve küresel iklim hedefleri

Trump’ın meşhum “kurtuluş günü”nün ardından uzmanlar gümrük duvarlarının küresel bir durgunluğa yol açabileceğini ve bunun iklim hedeflerini yakalamak için gerekli olan yeşil yatırım projelerini de etkileyebileceğini söylediler. Küresel durgunluk korkusu petrol ve doğal gaz fiyatlarında şiddetli düşüşe yol açtı. Bunun kalıcı olması halinde kirletmenin de ucuzlayacağı ve yeşil hedeflerin bir kez daha zarar göreceği söylenebilir. Çin dünyanın en büyük yeşil enerji teknolojisi üreticisi; bu nedenle, özellikle Çin’e karşı uygulanan yüksek gümrük vergilerinin ABD’de yeşil dönüşümün maliyetini yükseltmesi bekleniyor. ABD kaynaklı talebin Çin yeşil teknolojisi üzerinde çekilmesi başka piyasalar için avantaj yaratabilir, diğer taraftan dünyanın ikinci büyük kirleticisi ABD’nin fosil yakıta yönelimini sıkılaştırmasının küresel toplam salım miktarı üzerinde olsumsuz etkisi olacaktır.


[1] Doğayı koruduğu iddia eline önlemlerin özünde bir pazarlama yöntemi olarak kullanılması.

[2] Rebound effect. Üretici için maliyetlerde, tüketici için masraflarda azamaya yol açan teknolojik başarı ve verimlilikten kaynaklanan tasarrufların (örneğin otomobil motorlarının daha az yakıtla eşit miktarda güç üretebilmeleri vb.) daha fazla veya daha farklı üretim ve tükemit kanallarına yönelmesi. Bu olgu orijinal olarak 1865’te kömür sektöründeki teknolojik dönüşümü inceleyen Britanya’lı iktisatçı William Stanley Jevons’a atfen, “Jevons Paradoksu” olarak da adlandırılmıştır.