Yakın Dönem Türkiye Tarihi Çalışma Grubu / 8 Mart 2018

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarları döneminde cinsiyet eşitliği ve kadın hakları alanlarındaki düzenlemeler her daim tartışma konusu oldu. AKP iktidarının ilk dönemlerinde (neo)liberal-muhafazakar bir çizgi izlerken 2010 sonrasındaki politikalarında aileyi merkeze alan düzenlemelere imza attı; partinin söylem ve politikalarında İslami referanslar temel belirleyen haline geldi. 2000’li yılların başlarında, Avrupa Birliği’ne uyum süreciyle birlikte Medeni Kanun’da ve Türk Ceza Kanunu’nda cinsiyet eşitliği ve kadın hakları bağlamında ilerici sayılabilecek değişiklikler yapıldı. Bu yasal değişikliklerle de uyumlu bir şekilde aynı dönemde bağımsız kadın örgütleriyle bir düzeyde ilişkiler geliştirildi. 2010 yılından itibarense cinsiyet eşitliği ve kadın hakları bağlamında geriye gidişin başladığı, bu yönde kurumsal değişikliklerin yapıldığı söylenebilir. Bağımsız kadın örgütleriyle sınırlı düzeyde kurulan ilişki, yerini hükümet çizgisinde hareket eden kadın kurumlarıyla kurulan ilişkilere bıraktı. Toplumun İslamcılaştırması cinsiyet politikaları üzerinden de yürütülmeye başlandı.  Temmuz 2016’dan itibaren Türkiye’nin OHAL’le yönetilmeye başlanmasıyla birlikte bu politikalar çok daha hızlı ve sert bir şekilde yürütülmeye devam ediliyor. Aşağıdaki sorular aracılığıyla AKP hükümetlerinin özellikle son 2010 sonrasında izlediği cinsiyet politikaları çok genel hatlarıyla tasvir edilmeye çalışılacaktır:

1-  2000’li yılların başında Medeni Kanun’da ve Türk Ceza Kanunu’nda cinsiyet eşitliği ve kadın hakları bağlamında gündeme gelen değişiklikler nelerdir? Bu değişikliklerin Türkiye’deki cinsiyet rejimi bağlamında önemi nedir?

Türkiye’de kadın hareketi 90’lı yılların sonuna doğru Medeni Kanun’da kadına karşı ayrımcılık içeren maddelerin kaldırılması, kanunlarda kadınlar lehine düzenlemeler yapılması için çeşitli çalışmalar yürüttü. Kadın hareketinin çalışmaları sonucunda kadınların hak alanını genişleten Yeni Medeni Kanun 1 Ocak 2002 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi. AKP hükümetleri bu değişiklikleri kendilerinin yaptığının propagandasını yapsa da Medeni Kanun değişiklikleri gündeme geldiğinde AKP henüz kurulmamıştı. AKP ise ilk hükümet dönemine -Yeni Medeni Kanun 1 Ocak 2002 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesinden 10 ay sonra- Kasım 2002’de başlamıştır.

Medeni Kanun‘da kadınların lehine düzenlenen maddeler söyle özetlenebilir: 

Eski kanuna göre kadının evlenebilmesi için 15 yaşını doldurması gerekiyordu. Bu madde değiştirildi ve gençlerin evlenmesi için 17 yaşını doldurmaları gerektiği eklendi. 

Erkeğin aile reisi olduğu ibaresi kaldırıldı ve evlilik birliğini eşlerin beraber yönettiği ibaresi eklendi. Evlilik birliğinin temsili eşlerin her ikisine verildi. 

Eski kanununa göre oturulacak evi erkek seçebiliyorken bu hüküm değiştirildi eşlerin oturacakları evi birlikte seçecekleri belirtildi. Eşlerden birinin açık rızası olmadan diğerinin aile konutu üzerindeki tasarruflarına sınırlandırma getirildi. Ev kiralık olduğunda diğer eşin rızası olmadan kira aktinin fesh edilemeyeceği eklendi. 

Evli kadının çalışma iznini eşine bağlı kılan madde kaldırıldı. Eşlerden birinin meslek seçiminde diğerinin iznini almak zorunda olmadığı kanuna eklendi. 

Eski kanuna göre evin ve çocukların geçiminden erkek sorumlu iken yeni kanunda, “Eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve malvarlıklarıyla birlikte katılırlar” şeklinde düzenlendi.

Evlenme için müracaat yeri eskiden erkeğin oturduğu yerin evlendirme memurluğu idi. Bu madde cinsiyet ayırımı yapmadan her iki tarafın oturduğu yere göre düzenlendi. 

Eskiden nafaka davalarında, dava açılma yeri  davalının ikametgahına yakın mahkemeler iken yeni kanunda nafaka alacaklısının yerleşim yerine yakın mahkeme olduğu şeklinde değiştirildi.  

Miras bölüşümünde tarımsal taşınmazların hangi mirasçıya dağıtılacağı konusunda erkek çocuklara öncelik tanıyan eski hükme yeni kanunda yer verilmedi. 

Mal ayrılığı rejimi yerine edinilmiş mallara katılma rejimi getirildi. Mal ayrılığı rejimi her eşin kendi adına kayıtlı mallara sahip olması esasına dayanıyordu. Yeni mal rejime göre evlilik birliğinin kurulmasından sonra her eşin karşılığını vererek elde ettiği malvarlığı, evliliğin sona ermesi durumunda eşler tarafında eşit olarak paylaşılır. Kişisel mallar ve miras yoluyla geçen mallar bu paylaşıma dahil değildir.

Medeni Kanun’daki bu değişikliklerin ardından kadın örgütleri Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) düzenlenme sürecine dahil oldu. TCK’de kadın erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla 2003 yılında TCK Kadın Platformu kuruldu.  Bu platform iki yıl boyunca çeşitli konferanslar, paneller ve basın toplantıları düzenledi. Taleplerini içeren bir kitapçık hazırlayarak milletvekilleriyle görüşmelerini düzenli olarak sürdürdü. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Ekim 2004’te onayladığı Yeni TCK 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. 

TCK düzenlemelerinde kadın hareketinin şu taleplerine yer verildi:

Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar bölümü düzenlendi. Cinsel saldırı suçları topluma, aileye karşı suçlar olarak tanımlanmaktan çıkarıldı. Kişilere karşı işlenen suçlar ve kişinin vücut dokunulmazlığına karşı suçlar olarak tanımlandı.

Tecavüzün tanımı genişletilerek oral, anal, vajinal her türlü tecavüz ve daha önceki kanunda yer almayan cinsel taciz suç kapsamına alındı. 

Tecavüz eden kişiyle evlenme halinde cezanın ertelenmesini öngören madde, evlenmek amacıyla kaçırma ve alıkoyma suçlarında cezanın iptalini öngören maddeler kaldırıldı. 

Aile içi tecavüz ve cinsel saldırı açıkça suç kapsamına alındı. Aile içi şiddete ağır ceza öngörüldü.

Töre saikiyle işlenen cinayetleri nitelikli insan öldürme kapsamına alındı. 

Savcı ve hakim kararı olmadan genital muayene yapana ve yaptırana ceza öngörüldü.

Çocukların cinsel istismarında “rıza”nın var olabileceğini varsayan tanımlamalar kaldırıldı. 

Kabul gören bu düzenlemelerin yanında TCK Kadın Platformu’nun yeni TCK’de yer almayan önerileri şu şekilde özetlenebilir: Bekâret kontrollerine sınırlama getirilse de kadın örgütleri bunun her koşulda yasaklanması ve kadının rızası olmadan yapılan genital muayenenin cezaya tabi olmasını talep ediyordu. LGBTİ+ haklarını korumak için cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılığın suç kapsamına alınması talep edildi. Ancak bu öneri kabul görmedi. Töre saikı ifadesinin namus saikı ifadesi ile değiştirilmesi istendi. 15-18 yaş arası akranlar arasında rızaya dayalı cinsel ilişkiyi cezalandıran düzenlemenin kaldırılması talep edildi. Genel ahlak referansının ve müstehcenlik maddesinin ifade özgürlüğüne tehdit oluşturmayacak şekilde düzenlenmesi ve yasal kürtaj süresinin 12 haftaya çıkarılması kadın örgütlerinin kabul görmeyen talepleri arasında yer aldı. 

TCK’de yapılan olumlu değişikliklere rağmen haksız tahrik indiriminin namus bahanesiyle işlenen suçlarda uygulanıp uygulanmayacağı belirsiz kaldı. Kadın cinayetlerinin hız kesmeden devam etmesi üzerine 2006 yılında TBMM bünyesinde bir komisyon oluşturuldu. Komisyon çalışmaları sonucunda Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler konulu Başbakanlık Genelgesi aynı yıl içinde yayınlandı.

2- AKP’nin izlediği cinsiyet politikasında kırılma ne zaman başlıyor? Yasal ve kurumsal alanda yapılan hangi düzenlemeler üzerinden bu politika değişikliklerini takip edebiliriz?

2007’ye kadar olan dönem, yani AKP iktidarının ilk dönemi, AB’ye üyelik sürecinin siyasal ortamı belirlediği, ABD ve AB destekli iktidar partisinin görece liberal yasal düzenlemeler yaptığı, Kürt meselesinde ise çatışmasızlığın hakim olduğu bir dönem. Yukarıda detaylı bir şekilde anlatılan, AB uyum yasaları çerçevesinde Medeni Kanun’da ve TCK’de yapılan yasal değişiklikler, AKP iktidarının ikinci döneminde (2007-2011) hukuki olarak varlığını sürdürürken, bu alanda çalışma yürüten feminist hukukçuların en çok dikkat çektiği nokta, yasaların hayata geçirilmesinde sorun yaşandığı ve kadınların haklarından haberdar olmaları, yapılan yasal değişiklikleri öğrenebilmeleri için yeterli kamuoyu bilgilendirmesi yapılmadığıydı. 2007 yılı itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Müftü Yardımcılığı pozisyonu için kadın çalışanlar aranmaya başlandı. Kadınları hedef alan şiddetin oranı bu dönemde artmaya devam etti, cinayetleri önleyici kalıcı çözümler geliştirilmedi; yargıçların yasal mevzuatın gerisinde karar almaya devam ettiği vakalar basına yansıdı. Kota politikası AKP tarafından sahiplenilmediği gibi, çok net bir şekilde de reddedildi. Örneğin, 22 Temmuz 2007 seçim sürecinde, kadınlara ‘siyasette kota’ isteyerek, “Ruanda’da bile var” diyen avukat Hülya Gülbahar’a, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Sen Ruanda mı olmak istiyorsun, buyur Ruanda ol. Ben kotayı kadınlara haksızlık olarak görüyorum. Benim kadın kollarım bu konuda Ka-Der’den çok daha samimi, bunu bilin!” diyerek yanıt verdi. 

2010 referandumunun ardından yapılan anayasa değişiklikleriyle Anayasa’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesindeki kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip oldukları ibaresine, “eşitliğin pratikte gerçekleşmesi için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacağı” ifadesi eklendi. Bu düzenlemeyle pozitif ayrımcılık anayasal düzeyde resmiyet kazanmış olsa da, bu maddenin uygulamadaki/pratikteki karşılığı son derece zayıftır. Ayrıca Anayasa’nın 10. Maddesi düzenlenirken LGBTİ+ bireylerin haklarını güvence altına almak amacıyla cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği üzerinden ayrımcılık yapılamayacağı ibaresinin eklenmesi kabul edilmedi. Dolayısıyla LGBTİ+’ların hakları açıkça anayasal güvence kapsamına alınmadı. 

Bu dönemde kadın cinayetleri konusunda siyasetçilerin yaptıkları yorumların da kadını suçlayan cinsiyetçi bir söylem içerdiğini belirtmek gerekir. Örneğin dönemin Başbakanı Münevver Karabulut cinayeti hakkında Temmuz 2009’da “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz. Yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya.” sözlerini sarf edecektir. 

Hükümet ve kadın örgütleri arasındaki ilişkide 2010 yılının önemli bir tarih olduğu söylenebilir. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Temmuz 2010’da kadın kurumlarıyla yaptığı Dolmabahçe toplantısında “Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum.” demesi takip edilecek politikalara dair ciddi bir ipucu sunmaktadır. Zaten gergin bir hat üzerinde ilerleyen kadın kurumları ve hükümet arasındaki ilişiki bu toplantıdan sonra daha da kırılgan bir zeminde yürütülmeye başlanmıştır. AKP hükümetinin 2011 sonrası cinsiyet politikasını en net şekilde özetleyen olay Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’ndan kadın sözcüğü çıkartılması ve bakanlığın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürülmesidir. Bunun sonrasında kadın erkek eşitliğini değil aileyi merkeze alan politikalar hız kazanmıştır. 

2011 yılında İstanbul Sözleşmesi olarak anılan “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Sözleşmesi” imzalandı ve bu sözleşme 2014 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye’nin ilk imzacı devlet olduğu İstanbul Sözleşmesi kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, kadınların her türlü şiddetten korunması, kadınlara yönelik şiddetin faillerin kovuşturulması, yargılanması ve cezalandırılması için hazırlanmış uluslararası bir hukuk metindir. Bu sözleşmeyi imzalamasının ardında Türkiye iç hukukunda da düzenlemeye gitmiştir. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun 8 Mart 2012 tarihinde TBMM’de oy birliği ile kabul edilmiş ve bu kanun 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 6284 sayılı Kanun’da, şiddetin önlenmesi konusunda geniş kapsamlı tedbirler düzenlenmiş ve bu tedbirleri alma yetkisi hakimin yanı sıra kolluk kuvvetleri ve mülki amirlere de yüklemiştir. Bu şekilde tedbirlerin kısa sürede alınarak şiddete maruz kalan kesimlere daha etkin bir koruma sağlanması amaçlanmıştır. Türkiye’de kadın erkek eşitliğini sağlamak ve şiddeti önlemek amacıyla çıkarılan kanunlar oldukça geniş kapsamlıdır. Ancak kağıt üzerindeki bu düzenlemeler uygulamada yetersiz kalmaktadır. Hükümetin aynı dönemde ve sonrasında izlediği cinsiyet politikaları bu kanun metinleriyle zıtlık oluşturmaktadır. Uluslararası bağlayıcılığı da olan bu metinlerin göstermelik kaldığı şiddet vakalarını önleme konusunda yeterince referans alınmadığı söylenebilir.

2012 yılında, AKP öncesi dönemde kurulan Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu’nun adı, “Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak değiştirildi. “Eşitlik” kelimesinin “fırsat eşitliği” olarak değiştirilmesiyle, devletin kadınlar lehine pozitif ayrıcılık uygulama sorumluğundan vazgeçmiş olduğu söylenebilir.

2012 yılında “Her kürtaj bir Uluderedir.” sözüyle kamuoyuna yansıyan kürtaj karşıtı devlet politikaları devreye girer. Her ne kadar yasal olarak kürtaj yasaklanmamış olsa da, fiili olarak kürtaj yaptırmak, özellikle taşrada, son derece zorlaşmış, fiili olarak yasağa dönüşmüş durumdadır. Yine aynı dönemde birçok kadının hamileliğinin, hasta mahremiyeti ilkesi ihlal edilerek, ailelerine bildirildiği vakalar basına yansıdı.Aynı dönemde kürtaj tartışmalar kamuoyunda yürütülürken AKP çevrelerinin konuyla ilgili yorumlarının Selefi çizgide olduğunu söylemek mümkün. Başka konular hakkındaki benzer çizgide yorumlar bu dönemden itibaren medyada sıkça duyulmaya başlar. 

2013 yılında basına “kızlı-erkekli” evlere düzenlenen baskın haberleri yansıdı.

Aynı dönemde evlenen öğrencilere kredi imkanı ve harç kredilerinde indirimler sağlandı. Bu ve benzeri politikalar gençlerin evlenerek aile kurmasının ve çok çocuk yapılmasının teşvik edilmesinin örnekleri olarak ele alınabilir. 

Cinsiyet alanında yapılan en kritik yasal değişiklerden biri, kadınların mülkiyet haklarıyla ilgiliydi. 2014 yılında kadınların miras haklarına doğrudan müdahale edilerek, tarım arazilerinin “ehil çocuğa” bırakılmasına yönelik yasa çıkartıldı. Başlangıçta “erkek çocuk” ifadesinin yasada geçirilmesi planlansa da bu daha sonra ehil çocuk ifadesiyle değiştirildi. Toplumda ehil çocuk genellikle büyük erkek kardeştir. Bu ehil çocuk, tarımsal araziler, arazi üzerindeki ekinler, stoklanmış ekinler ve tarımsal araçların mirasçısı olmuş ve diğer kadın erkek kardeşler için takdir ettiği payı para olarak verme hakkını kazanmıştır. Bu düzenleme, kadınların miras hakkına yönelik çok ciddi bir darbe olarak değerlendirilebilir.

2015 yılında resmi nikah olmaksızın dini nikah yapılması suç olmaktan çıkartıldı. Kamuoyunda oldukça tartışma açan bu düzenleme, çok-eşliliğin ve çocukların evlendirilmesinin önünü açan yasal değişiklerin ilk aşaması olarak değerlendirildi.

Aralık 2015’te Türkiye Büyük Millet Meclisi içinde, kısaca “Boşanma Komisyonu” olarak bilinen, tam adı “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu” olan bir komisyon kuruldu. Boşanma komisyonunun Mayıs 2016’da yayımladığı rapor iktidarın cinsiyet politikalarındaki hedeflerini ve niyetlerini ortaya koyan bir belge olarak değerlendirilebilir. Raporda -bir kısmı boşanma başlığıyla alakalı olmamasına rağmen- kadınların miras hakkı, nafaka hakkı, ikna sürecine girmeden boşanma hakkı, şiddetten korunma hakkı gibi haklarla ilgili olarak yapılan öneriler, kadınların haklarının ne derecede risk altında olduğunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Raporda, kocanın ölümü durumunda kadının %50 miras payı ile ilgili düzenlemenin çocukların aleyhine olduğu gerekçesiyle kaldırılması gerektiği öngörülüyor. Halihazırdaki uygulamaya göre, kocanın ölümü durumunda eş, kadının ev içi emeği nedeniyle malların %50’si üzerinde hak sahibi, geri kalan %50 ise (eş 1/4 oranında pay alır ve 3/4’lük pay çocuklar arasında paylaştırılır), çocuklar ve eş arasında paylaşılıyor. Boşanma Komisyonu raporu aynı zamanda kadınların nafaka hakkının (evlilik süresiyle) sınırlandırılması, boşanma durumunda din alimlerinin arabuluculuk yapması gerektiğine işaret ediyor. Ayrıca, şiddet uygulayan kişinin çocuklarıyla görüşmeye devam edebilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu, şiddete uğrayan kadınların, şiddeti uygulayan kişiden uzaklaşmasının ve korunmasının koşullarını kaldıracak bir öneri. Rapordaki bir diğer madde ise, kendilerine tecavüz eden kişiyle evlenmek zorunda kalan kadınların beş yıl süreyle başarılı bir evlilik geçirmeleri durumunda tecavüzcüye cezasızlık sağlanabileceğini söylüyor.

2016 yılının sonunda hükümet, “cebir, tehdit, hile veya iradeyi sakatlayan başka bir neden olmaksızın 16.11.2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçunda mağdurla failin evlenmesi durumunda koşullarına bakılmaksızın hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir.” hükmünün eklenmesi meclise öneri olarak sunmuştu. Hem kadın örgütlerinin tepkisi hem de daha yaygın toplumsal tepki sonucunda bu tasarı geri çekildi. Ancak Aralık 2016’da çocuklara yönelik cinsel suçları düzenleyen TCK’nin 103. ve 104. Maddelerinde değişiklik yapıldı ve cezalarda kademelendirmeye gidildi. 12 yaş ve altındaki çocuklara karşı işlenen suçlarda en üst sınırdan ceza verileceği belirtildi.103. maddenin “15 yaşını tamamlamamış her çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışın cinsel istismar sayılacağına” ilişkin hükmü iptal edildi. Böylelikle rıza yaşı fiili olarak 12’ye indirilmiş oldu. Bu durum da, 12 yaşından büyük çocuklara cinsel istismarda cezasızlık için ‘rıza’ kavramına başvurulabileceği anlamına gelmektedir.

Ekim 2017’de Nüfus Hizmetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, sağlık personellerinin takibi dışında doğmuş çocukların bildiriminde sözlü beyan yeterli kılındı. Aynı değişiklikle, müftülüklere resmi nikah kıyma yetkisi verildi. Her iki değişiklik de pratikte çocuk evliliklerinin ve çokeşliğinin yasal düzeyde önünün açılması anlamına gelmektedir.

Tecavüzcülerin/istismarcıların (kimyasal yolla) hadım edilerek cezalandırılması, özellikle Özgecan Aslan cinayetinin ardından, dönem dönem kamuoyunun gündemine getirilen bir konu. En son Şubat 2018’de çocuk istismarcılarının cezalandırılması ile ilgili olarak tekrar gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da yaptığı konuşmada bu doğrultuda yasal düzenlemelerin yapılacağını söyledi. Aynı konuşmada, zina konusununda yasal düzeyde yeniden ele alınacağını söyleyerek, zinanın yeniden ceza kapsamına alınabileceğine dair imada bulundu.

Hükümetin cinsiyet politikaları ağırlıklı olarak devlet düzeyinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı üzerinden ve bu kurumlar arasındaki işbirliği aracılığı ile ilerliyor. AKP, iktidarının üçüncü dönemine kadar seküler kadın kurumları ile ilişkisini bir düzeyde devam ettirdi. 2011 sonrasında ise, yeni dönemin Selefi politikaları ve devlet-parti bütünleşmesi dikkate alınacak olursa hükümetin seküler kadın kurumlarıyla ilişkinin bu siyasi bağlamda yer alması somut olarak mümkün değildi. 2013 yılında Sümeyye Erdoğan’ın başkanlığında kurulan Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) ile hükümet arasındaki ilişkiyi bu çerçevede değerlendirmek gerekir. 2017 yılında KADEM ile MEB arasında ve KADEM ile AFAD arasında işbirliği protokolleri imzalandı. KADEM bu şekilde hem devletin eğitim politikasına hem de Suriyeli mültecilerin toplumsal hayatına iktidarın cinsiyet politikasını taşıyacak bir kanal olarak girmiş oldu.

3- Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (ve Diyanet Vakfı’nın) cinsiyet politikalarındaki rolü nedir?

Din işlerinden sorumlu devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, devlet politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü ve de son yıllarda artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her daim bir tartışma konusu olagelmiştir. Cumhuriyet’in dini hizmetlerle ilgili yetkili kurumu olarak planlanan Diyanet bugünün iktidarının en etkin araçlarından birisi olarak varlığını sürdürmektedir. Son yıllarda Diyanet tartışmalarının gündemi bu kadar meşgul etmesinde elbette AKP iktidarları boyunca hem kurumun faaliyet alanlarındaki artan çeşitlilik hem de siyasal ve toplumsal alanda pek çok konuya dair tartışmalara bizzat dahil olması ve yorumlarda bulunması etkili olmaktadır. Ayrıca Diyanet’in AKP hükümetinin göreve başladığı 2002 yılından itibaren kadınlara yönelik din hizmetlerine ve aile değerlerini korumaya yönelik faaliyetlere öncelik vermesi de kurumun cinsiyet politikalarına dair tartışmaları beraberinde getirmektedir. Bugünün Türkiye’sinde Diyanet sadece dini bilgiye kaynaklık eden bir kurum olmanın ötesinde, “toplumsal ahlak” ve “milli” değerlerin korunması ve bilhassa aile ve kadına yönelik kapsamlı faaliyetleriyle de ayrı bir önem taşımaktadır. Özellikle 2010 sonrası değişen bürokratik yapısı ve politik gündemlere dair daha çok söz alması da dikkat çekicidir. AKP’nin cinsiyet eşitliği ve kadın hakları bağlamında ciddi kırılmalar yaşadığı 2010 yılı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bürokratik yapısında da değişikliğe gidildiği bir döneme denk gelmektedir. 2010 yılında yapılan hukuki değişikliklerle birlikte kurum, genel müdürlük seviyesinden müsteşarlık seviyesine yükseltilmiş, personelinin finansal durumu iyileştirilirken Diyanet’in görev alanı da genişletilmiştir. Yeni düzenlemeyle beraber, “Aile, kadın, gençlik ve toplumun diğer kesimlerine yönelik dini konularda aydınlatma ve rehberlik yapmak” şeklinde bir görev tanımı eklenmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle beraber kurum devlet teşkilatı içinde daha üst bir noktaya getirilmiştir. 2016 yılı bütçesi itibariyle ise Diyanet eğitim, sağlık, kültür ve turizm harcamalarının kat be kat üzerinde bir bütçe harcamasına sahip olan en büyük devlet kurumlarından bir tanesidir. Dini alanda kamu hizmeti sunmakla yükümlü bir kurumun bugün yalnızca camilerle sınırlı olmayan, eğitim, aile ve sosyal politikalar ve sağlık bakanlıkları başta olmak üzere pek çok kurumla iş birliği içinde geniş bir alanda faaliyetlerini yürüttüğü görülmektedir. Kurumun hizmet verdiği kesimler arasında ise kadınlar ve gençler önemli bir çoğunluğu oluşturmaktadır. Diyanet’in 2016 yılı istatistiklerine göre Türkiye genelinde hizmet verdiği kuran kursu sayısı 15.742 iken bu kurslara katılan kişi sayısı 1.066.724’tür. Ayrıca bu kurslara katılanların çok büyük bir çoğunluğunu kadınlar oluşturur. Kurslara katılan erkek sayısı 121.980 iken, kadınların sayısı 964.744’tür. Yine hacca ve umreye gidenlerin çoğunluğunu da kadınlar oluşturmaktadır. 

Diyanet’in aile ve kadına yönelik faaliyetlerinin kapsamını AKP iktidarlarıyla beraber yorumlamak mümkündür. AKP ile beraber kadınlara yönelik din hizmetleri sunulması ve aile değerlerinin korunması kurumun öncelikleri arasında yer almaya başlamıştır. Serpil Sancar’ın “Diyanet’in ‘Kadınlaşması’: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yeni Kadın ve Aile Politikası” yazısında da belirtildiği üzere kadınlara yönelik vaaz, dini eğitim, Kuran kursu, yatılı yurt, barınma, danışmanlık, dini ibadetlere katılma kolaylığı, haç ziyareti vb. faaliyetlerle kadınların dindarlaşmasına özel bir öncelik verilmektedir. Örneğin 2003 yılında il müftülükleri bünyesinde Aile Bürosu olarak hizmet vermeye başlayan kurumlar, 2007 yılında Aile İrşat ve Rehberlik Bürosu adı altında faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. Aile İrşat ve Rehberlik Bürolarına (AİRB) gelen sorular daha çok evlilik, boşanma, eşlerin birbirleriyle problemleri, aile içi şiddet, cinsel sorunlar, kadının çalışması, miras, kürtaj, tüp bebek sahibi olmak, akrabalık, töre cinayetleri, evlilik programları, internet kullanımı, evlilik dışı veya öncesi cinsel ilişki vb. meseleler üzerinedir. Bu büroların açılmasının amacı, “toplumun aile hakkında dini açıdan doğru bilgilendirilmesini sağlamak, aile yapısının korunmasına katkıda bulunmak, özellikle aile ve aile bireyleriyle ilgili dini içerikli soru ve sorunların çözümüne katkıda bulunmak” şeklinde belirtilmektedir. Nitekim AİRB’ler üzerine yapılan araştırmalara bakıldığında gelen soruların çoğu zaman dinle ilgili olmadığı görülmektedir. Sabaha kadar internette vakit geçiren eşinin davranışını değiştirmek için başvuranlar, kendini cinsel açıdan istekli bulmayanlar, eşinden farklı bir kişiye ilgi duyduğunu belirtenler vb. çeşitli problemlerle başvurular yapılmaktadır. Bu bürolara yapılan başvuruların zaman içinde artış gösterdiği ve başvuranların büyük çoğunluğunun kadınlar olduğu da yine çalışmalarda dikkat çekmektedir. 

Diyanet’in değişen AKP iktidarlarıyla beraber aldığı konum ve cinsiyet politikalarına dair etkisinden bahsederken Diyanet başkanlarına bakmak da anlamlı olacaktır. AKP’nin iktidara gelişiyle Diyanet Başkanı olan Ali Bardakoğlu döneminde, özellikle Diyanet personelinin eğitimi, akademik çalışmalar ve yurtdışında yapılan hizmetler konusunda pek çok çalışma yürütülmüştür. Ayrıca, Bardakoğlu döneminde Diyanet’in kadın personel sayısı ve aile ve kadınlara yönelik faaliyetlerinin de arttığı görülmektedir. Ali Bardakoğlu’nun görev süresinin dolmasının ardından Kasım 2010 itibariyle Diyanet İşleri Başkanı olarak Mehmet Görmez ise 2012 yılında kamuoyunda çokça tartışılan kürtaj tartışmaları ile ilgili olarak “Toplumun temeli ailedir. Ailenin devamlılığını çocuk sağlar. Dinimiz evlenip çoğalmayı teşvik etmiştir. Çocuk aileye ve topluma Allah’ın emanetidir. Her aile bakıp yetiştirebileceği sayıda çocuk yetiştirmelidir. Çocuk istenmediği durumlarda, karı kocanın ortak istekleriyle gebeliği önleyici tedbirler alınması caizdir. Kürtaj haram ve cinayettir. Çocuk düşürmek ve aldırmak gebeliği önleyici tedbirlerden değildir. Çocuk aldırmak cinayet hükmündedir.” şeklinde çokça tartışılan bir beyanda bulunarak Diyanet’in o dönemki devlet politikasını birebir destekleyen kurumsal politikasını da özetlemiş bulunmaktadır. Yine Ocak 2016’da Mehmet Görmez’in başkan olduğu dönemde kamuoyuna yansıyan başka bir konu da Diyanet’in sitesinde yer alan ensest fetvasıdır. Diyanet’in sitesinde Ocak 2016’da, “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşürür mü?” diye iletilen soruya Diyanet, “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir haramlık oluşturmaz” şeklinde cevap vermiş, kamuoyu tepkilerinin ardından söz konusu yanıtı internet sitesinden kaldırmıştır. Görmez ise konuyu “İslamafobik bir haber mühendisliğı olarak eleştirirken, Diyanetin itibarsızlaştırılması çabası” olarak yorumlamıştır. Görmez’in ardından 2017 yılında ise göreve Ali Erbaş atanır. 2017 yılının tartışmalı fetvalarından birisi de Diyanet’in sitesinde yer alan erkeğin telefon, faks, mektup, mesaj ve internetle ile de eşinden boşanabileceği şeklindeki medeni kanun ve yasalara aykırı açıklamasıdır: “Bir kimse, yüzüne karşı ‘seni boşadım, benden boş ol’ gibi boşamayı ifade eden sözleri şifahî olarak söylemek suretiyle, eşini boşayabileceği gibi, bu sözleri telefon, mektup, mesaj, internet ve faks yoluyla bildirerek de boşayabilir. Söz konusu iletişim vasıtalarıyla boşamak, sözlü olarak yüz yüze boşamak gibi geçerlidir. Ancak, bu durumda kocanın, boşamış olduğunu inkâr etmemesi gerekir. Boşamanın yazılı olması halinde ise boşanan kimse, yazının veya mesajın eşinden geldiğinden emin olmalıdır. Bu durumda boşama hükümleri, kadının mektubu okuduğu andan itibaren başlar. Fakat koca eşini daha önce gıyaben boşamış da bunu mektupla haber veriyorsa, boşamanın hükümleri, kocanın boşadığı andan itibaren başlar.” 

Diyanet’in önemli yan kuruluşlarından birisi olan Türkiye Diyanet Vakfı da Diyanet ile paralel çalışmalar yürüten ve Diyanet’e destek olmak amacıyla kurulmuş bir vakıftır. Vakfın amacı, “İslam dinin gerçek hüviyetiyle tanıtılmasında, toplumun din konusunda aydınlatılmasında Diyanet’e yardımcı olmak, gereken yerlerde cami yapıp donatmak, fakir hastalar için tedavi kurumları açıp işletmek, zekât, fitre gibi yapılacak yardımları şartlarına uygun olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtmak” olarak tanımlanmaktadır. Görev alanı incelendiğinde Diyanet ile aşağı yukarı aynı gibidir. Türkiye’nin her yerinde, il ve ilçelerde müftülüklerle paralel şubeleri bulunmaktadır. Personelin büyük çoğunluğu aynı zamanda Diyanet personelidir. Diyanet Vakfı’nın birimlerinden biri olan Kadın Aile Gençlik Merkezi (TDV KAGEM) ise ilk olarak 1996 yılında kurulmuş, ancak 2011 yılında ise yeniden yapılandırılarak KAGEM ismini almıştır. KAGEM’de ailenin güçlenmesine yönelik çalışmalar yapılmakta ve bu bağlamda konferanslar, seminerler, kurslar ve projeler gerçekleştirilmektedir.

Diyanet ve Diyanet’e destek olduğu ileri sürülen Diyanet Vakfı ve KAGEM başta olmak üzere bu vakfın alt birimleri son yıllarda özellikle Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile çeşitli protokollere imza atmış bulunmaktadır. Bu protokoller genel olarak “aile yapısının ve değerlerinin korunması, gelecek nesillere sağlıklı bir biçimde aktarılmasını sağlamak üzere ailenin güçlendirilmesi, aileyi ve aile içinde bireyi tehdit eden problemler hakkında toplumun duyarlı kılınması…” şeklindedir. Bu amaçlar doğrultusunda radyo ve televizyon programları yapmak; konferans, panel, seminer düzenlemek yapılacak görevler arasındadır. Nitekim Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın ülke genelinde kapsamlı bir şekilde faaliyetlerini yürüttüğü Aile Eğitimi Programı (AEP) isimli yetişkin eğitimi programının sponsorlarından birisi de yine Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Diyanet’in ayrıca üreme sağlığı üzerine Sağlık Bakanlığı ve kız çocuklarının okullaştırılması kapsamında Millî Eğitim Bakanlığı birimleri ile türlü protokolleri bulunmaktadır. Tüm bu protokollerdeki temel hedef aile yapısı ve değerlerinin korunması, ailenin güçlendirilmesi ve sosyal hizmetlerle ilgili çalışmalar yürütülmesi şeklinde ifade edilmektedir. Devlet teşkilatı bünyesinde sahip olduğu imkânlar, yıllar içinde ciddi anlamda artış gösteren bütçesi, radyo, televizyon, basılı yayın faaliyetlerinin yanı sıra eğitim, seminer ve rehberlik hizmetleri olmak üzere oldukça çeşitlenen hizmet alanları ve türlü devlet kurumları arasındaki iş birlikleri çerçevesinde Diyanet bugünün cinsiyet politikalarında faal bir devlet aygıtı görevi görmektedir. Toplumda dindarlaşmanın artırılması için kadınlara özel bir öncelik verilmekte, aile yapısı üzerinden İslami ögeler etrafında şekillenen yeni kadınlık, annelik rollerinin inşa edilmeye çalışıldığı görülmektedir. 

4- AKP’nin cinsiyet politikası nedir? Söylem düzeyine “eşitlik” yerine ön plana çıkartılan “adalet” ve “fıtrat” kavramlarından hareketle AKP’nin cinsiyet politikaları nasıl tarif edilebilir? Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) gibi iktidara yakın kadın örgütlerinin söylemleri ve işlevleri nedir?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi 2010 yılında dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Dolmabahçe’de kadın kurumlarıyla yaptığı “demokratik açılım” toplantısında “Ben kadın ve erkek eşitliğine inanmıyorum … onun için fırsat eşitliği demeyi tercih ediyorum. Kadınlar ve erkekler farklıdır, birbirinin mütemmimidir (tamamlayıcısıdır)” dediğinde bu ifade şaşkınlıkla karşılanmıştı. Günün siyasi bağlamına yerleştirildiğinde, siyaseten feminist hareketini, kadın hareketini hedef alan bu sözler, ilerleyen yıllarda “cinsiyet eşitliği” kavramının AKP iktidarları tarafından yönetilen kurumsal bir saldırıyla sulandırılıp altının oyulduğu Türk-İslam otoriterliğinin bir habercisi, AKP’nin cinsiyet söyleminde bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir.

Bugün, en başta feminist teori ve pratiği gizli veya açıktan siyasi rakip olarak ilan eden, yer yer İslami referanslarla “kadın /erkek “fıtratına” sarılan yeni “cinsiyet adaleti” retoriğinin kuramsal bir tutarlılığı yoktur. Ancak pratik siyasi bir ihtiyaca hizmet etmek üzere hazırlandığı söylenebilir. Sümeyye Erdoğan’ın başkan yardımcısı olduğu 2013 yılında kurulan KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği – kamu yararına çalışan dernek yasal statüsüne sahiptir), kamu kaynaklarından cömertçe yararlandırılarak tam da ‘karşı çıktıkları batının’ belirsiz postmodern söylemleri ve post-truth gerçeklerle donatılmış bir “cinsiyet adaleti” söyleminin kuruculuğunu üstlenmiştir. Artık her yıl 8 Mart haftalarında (bu yıl 8 Mart 2018’de dördüncüsü düzenlenecek olan) “Toplumsal Cinsiyet Adaleti” kongrelerini düzenlemekte, hakemli kuramsal bir yayın iddiasındaki “KADEM Kadın Araştırmaları Dergisini” çıkarmakta, profesyonel halkla ilişkiler hizmeti gören şirket projeleri aracılığıyla iş dünyasına ve uluslararası kurumlara açılmaya çalışmaktadır. Eğitimli İslami muhafazakâr kadınlar tarafından yönetilen bu derneğin halk tabanına ulaşırken üst siyaset alanında da söylem kurucu bir rol oynadığı söylenebilir. KADEM’in “kurucu” söylemindeki postmodern söylem ve post-truth gerçeklere dair bazı örnekleri derneğin kuramsal dergisinin birinci sayısında, dernek başkanı akademisyen E. Sare Aydın Yılmaz’ın (kendisi “cinsiyet adaleti” üzerine pek çok yazı yazarak ve konuşmalar yaparak söylem anneliği görevini yerine getirmektedir) kaleme aldığı editöryale referansla inceleyebiliriz.

Yılmaz, “eşitlik” kavramının iki cins arasında farklılık gözetilmemesi anlamına geldiğini iddia ederek yerine “adalet” kavramını önerir –çünkü şu radikal bulguya sahiptir: Kadın ve erkek farklı yaratılışa (fıtrata) sahiptirler. Seküler “toplumsal cinsiyet” kategorisinin, yüzde 99’u Müslüman olan bir toplumu anlamaktan uzak “oryantalist” bir kategori olduğunu savunur. Bunun nedenlerini açıkla(ya)madığı için “garbiyatçılığa” (özcü bir batı karşıtlığına/ düşmanlığına) düşer ve tarif etmeye çalıştığı “ataerkiyi” tarif edemez hale gelir. Okuduğu postmodern psikanalitik teoriyi yorumlamaktan uzak olduğu da söylenebilir. Kısır ve siyasi angajmana hapsedilmiş bir bakış açısıyla yola çıktığı için kabul ettiği “kadının ikincil plana itilmişliğini” yalnızca siyasi ve ekonomik yaşama katılım açısından tarif eder. (Bahsi geçen yazının sadece siyasi ve ekonomik katılımla alakalı olduğu söylenerek bizim eleştirimiz hafife alınabilir belki ama bir kurum dergisinin açılış editöryalinde bir söylem annesi tarafından yazılan bir yazıda bu eksiklik affedilemez.)

Yılmaz, yazısının Cumhuriyet modernleşmesini ele aldığı bölümünde ikinci dalga feminizmin Türkiyeli yazarlarına da eksik ve çarpık referansla çok hızlı bir şekilde, Cumhuriyet modernleşmesinin kadın üzerindeki tasarruflarının “kadını bir araç olarak kullandığı”, reformlarının “göstermelik” olduğu sonucuna varır. Oysa Yılmaz’a göre Türkiye’nin son on yılına baktığımızda elimizde kadının statüsü açısından iç rahatlatıcı veriler vardır: TBMM’de kadın milletvekili oranı, yüzde ikilerden yüzde onlara yükselmiştir! Tabii, bunların yüzde kaçının Kürt kadın milletvekili olduğunu sorgulamaya dahi gerek yoktur.

Yılmaz kadınların Türkiye ve Dünya ölçeğinde siyasete zayıf katılımını verilerle ortaya koyduktan sonra sorunu teşhis eder: Çünkü kadının toplumsal hayatta fıtratına aykırı bir şekilde, erkekler gibi davranması beklenmektedir. Fıtratına aykırı davranması gereken kadına erkek egemen söylemi benimsemesi dayatılmaktadır. Bunu yapmayı reddeden kadınlar da başarısız addedildikleri için toplumsal yaşamdan, siyasi ve ekonomik katılımdan dışlanmaktadır. Bunun aşılabilmesinin bir yolu vardır: Kadından fıtratına aykırı bir şekilde davranması beklenmemelidir. “Cinsiyet adaleti” bunun için gereklidir. Bu kavram, “kadının bir yandan geleneksel değerlerden (ama İslamı burada suçlamamak gerekir) bir yandan da bizzat moderniteden kaynaklanan mağduriyetini giderecek bir yaklaşıma dikkat çekmektedir. Bu yaklaşım kadının doğası ile ters düşmeden toplumsal hayatta sağlıklı bir şekilde var olmasını sağlayan adalet anlayışıdır.”

Yukarıdaki yazı kadının özel yaşamda üstlenmesi gereken role dair bir tartışma içermiyor. Fakat KADEM’in “Cinsiyet Adaleti Kongrelerinde” son iki yıldır sırasıyla “Kadın ve Aile” ve “Boşanma” ana temalarının tercih edildiğini görüyoruz. Örneğin popüler KADEM temalarından biri “çocukların din eğitiminde annenin rolüdür”. Kariyer sahibi (kariyerist) İslami-muhafazakâr kadınların yönettiği KADEM, Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk-İslam iktidarının devlet destekli bir sivil toplum uzantısı olarak görülebilir. Bu kadınların talep ettikleri, toplumsal cinsiyet rollerine bölünmüş bir kamusal ve özel alandır. Bu işbölümünün kariyer sahibi, varlıklı muhafazakâr kadınlar için belki de dokunulmazlıklara sahip bir iktidar alanı yaratacağına şüphe yok. (Şirket boardlarında sandalye, kol faaliyetleri için maddi kaynak, ev işlerinde yardımcı işçi kadınlar vs.). Fakat ezilen ve yoksul kadınları beraberinde yükseltecek bir hareket olmadığı kolaylıkla görülebilir. Bu projenin ezilen ve yoksul kadınlara sunacağı esas olarak hane içi işbölümünün acılarını hafifletmek ve itaat olacaktır. Dahası, 2000’ler Türkiye’sinde inandırıcılığı olabilecek bu türden bir İslami-muhafazakâr (seçkinci) projenin Türk-İslam faşizmine doğru yol alan bir toplumda bizzat proje sahiplerine fayda sağlayacağı dahi şüphelidir. Gelecek onlar açısından da hayal kırıklıklarına gebedir.

Feminizmi rakip olarak gören, “eşitlik” yerine “eşdeğerlik” ve “fıtrat” kavramlarını benimseyen fakat toplum tabanıyla çok daha kuvvetli teması olan diğer bir toplum mühendisliği projesi de Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle yürütülmektedir. Serpil Sancar’ın Diyanet Yayınları üzerinden yaptığı okumalar, bu kurumun kadın ve cinselliğe dönük yerleşik bakış açısının seküler toplumda esas alınan “eşit hak ve sorumluluk” ilkesine değil, Allah nezdinde “eşdeğer” olmak fikrine dayandığını gösteriyor. “Eşitlik” karşısında “eşdeğerlik” fikrine göre, kadın erkekten farklı fizyolojik ve psikolojik yaradılışa (fıtrata) sahip olduğu için Allah katında daha değersiz değildir. Fakat, fıtratı nedeniyle farklı hak ve sorumluluklara sahip olması meşru ve mantıklıdır. Bu yaklaşım üzerine İslam ilahiyatının kendi tartışmalarını bilemiyoruz, fakat seküler yaklaşım açısından ciddi sorunlar taşıdığını rahatlıkla görebiliyoruz: Birincisi, insan türünün cinselliğini kadın ve erkek olarak ikili kodlamak ve yine toplumsal cinsiyeti bu iki biyolojik kategori üzerinden inşa etmek çağımızın tıbbi, psikolojik ve toplumsal bilgisi açısından kabul edilemez. İkincisi, bilimsel olarak insan türünün, belki farklı cinslerin farklı fıtratı (doğuştan gelen “intrinsic”  özellikleri) olduğu savunulabilir ama Diyanet yayınlarında esas alınan kadın fıtratının bilimsel temelleri olduğu söylenemez. Aksine, Diyanet’in vurguladığı “kadın fıtratı”, ataerkil cinsiyetçi toplum yapısı için kullanışlı işbölümü yaratmak üzere kurgulanmış bir kadınlık inşasını (toplumsal cinsiyet modelini) hedeflemektedir. 3. soruda değindiğimiz gibi,  bu kadınlığın kullanışlı özellikleri Diyanet yayınları ve son yıllarda etkinliği artan Aile İrşat ve Rehberlik Büroları’nın (kuruluş 2003) rehberlik faaliyetlerinden hareketle şöyle özetlenebilir: Sabır ve gerektiğinde Allah’a sığınarak aile içi problemlere katlanmak, böylelikle aile kurumunun devamını sağlamak; doğurup dindar nesiller yetiştirerek toplumun devamını sağlamak; bunları başarıyla yerine getirebilmek için dindar bir eş ve anne olmak. Diyanet’in kadınlığı özellikle annelikle özdeşleştirildiğini, anne olmayan bir kadının adeta yarım bir kadın telakki edildiğini vurgulamalıyız. Ayrıca, Diyanet yayınlarında kadınlara önerilen Hz. Ayşe, Hz. Hatice gibi rol modelleri aracılığıyla “İslam’a hizmet” aşkı ve “adanmışlık” fikri aşılandığı, bu anlamda muhafazakâr modelin aşılarak militan ve misyoner bir İslami kimliğin telkin edildiği de söylenebilir. Bu tür nüansların varlığı, gelişimi ve etki alanı daha fazla araştırmayı hak eden bir konudur.

Cinsiyet eşitliğine karşı yürütülen sistematik saldırı daha da çeşitlendirilebilir. Bunun tipik bir örneği olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2016 yılında KADEM’in yeni hizmet binasının açılış konuşmasında (bir STK’nin hizmet binasının açılışında) yaptığı şu konuşmayı hatırlatalım: “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkar ediyor demektir… Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, eksiktir, yarımdır”. Sibel Hürtaş tarafından yazılan Özgürlük Araştırmaları Derneği Raporu’nda (2017) bu söylemin AKP’nin kadın programında yaygın olduğunu belirtilmektedir.

5- OHAL dönemi politikalarından kadınlar ve LGBTİ+ bireyler, kadın ve LGBTİ+ hakları alanında çalışan kurumlar nasıl etkilendi?

15 Temmuz kalkışması sonrası “Allah’ın lütfu” sayesinde ilan edilen Olağan Üstü Hal (OHAL) uygulaması tekrar tekrar uzatıldı. Üstelik 8 Ocak tarihli Bakanlar Kurulu toplantısından sonra Bekir Bozdağ OHAL’in 6. kez uzatılacağını söyledi. Yasada belirtilen sınırlar dahilinde ve belli koşullarla uygulanması gerekirken, OHAL, iktidarın krizlerini yönetebilmek ve muhalefeti susturmak için kullandığı çok işlevli bir araca dönüşmüş durumda. Bu durum kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikalara ve bu dönemde kadın ve LGBTİ+’lara karşı yapılan saldırılara bakılarak da net bir şekilde görülebilmektedir: Kadın düşmanı yasaların gündeme gelmesi, kadınlara ve LGBTİ+’lara karşı muhafazakar baskının artması, kadına ve LGBTİ+’lara yönelik şiddette artış… Kısacası kadın ve LGBTİ haklarına yapılan saldırılar OHAL ile daha da arttı diyebiliriz. OHAL ile birlikte gelişen sürecin kendisinin devlet-erkek şiddeti ile şekillendiğini söyleyebiliriz. 

OHAL ve KHK’larla en büyük saldırıların kadınlara ve LGBTİ+ bireylere yöneliyor olması şaşırtıcı değil. Zira bu kesimlerin OHAL öncesi baskıcı dönemde de tüm baskılara rağmen sokak gücünü kullanabilen ve iktidara karşı önemli bir muhalif tutumu geliştirebilen odaklar olduğu biliniyor. Kadınlar ve LGBTİ+’lar kazanılmış yasal haklarının ellerinden alınmasına karşı örgütlenen, cinsel ve cinsiyetçi şiddeti her daim gündemde tutan, faklı bölgelerdeki çevre direnişlerinin ön saflarında yer alan, yasaklamalara karşı protestolar geliştirebilen bir direnç odağı olmaya devam ediyor. Bu yüzden, iktidarının OHAL ilanından bu yana kadın ve LGBTİ+ düşmanı uygulamalarını fazlasıyla artırması bu konuda bilinçli bir stratejinin uygulandığı anlamına geliyor.

Çeşitli kaynaklarda belirtilen olgular, tespitlerimizi doğrular nitelikte görünüyor: 

20 Temmuz 2016 ve 2017 Temmuz arası istatistiklerine göre OHAL ile kadın cinayetlerinde artış olduğu, ortalama günde öldürülen kadın sayısının üçten beşe çıktığı ifade ediliyor. 

SES Şubesi Kadın Sekreteri Sibel Yıldız, yaptığı açıklamada kadına yönelik şiddete ilişkin şu verileri paylaşıyor: “2017 yılının ilk 10 ayında en az 242 kadın ve kız çocuğu erkekler tarafından katledildi, 77 kadın tecavüze uğradı, 207 kadın taciz edildi, 286 çocuk cinsel istismara maruz kaldı. Basına yansıyan vakalar sonucu oluşturulmuş bu sayıların gerçekte çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Her güne en az iki kadın cinayeti düşüyorken iyi hal, haksız tahrik gibi cezai indirimler uygulanmaya devam ediyor”.

Cinsel istismar, cinsel saldırı ve fiziksel şiddet vakalarında da OHAL sonrası ciddi artış olduğu görülüyor. 

Bu konuda yapılan kapsamlı çalışmalardan birini HDP’nin, Eylül 2017’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ne sunduğu “Olağanüstü Hal Dönemi Kadın Hakları” adlı rapor teşkil ediyor.
Temel olarak OHAL sürecinde kadın düşmanlığı ve muhafazakar söylemlerin arttığına vurgu yapan rapora göre, KHK’lerle kamudan ihraç edilenlerin 25 bin 523’ünü (başka bir deyişle kamudan ihraç edilenlerin beşte birini) kadınlar oluşturdu. Türkiye’deki ortalama kadın istihdam oranları, (yaklaşık %28)  ve daha önemlisi kadınların OHAL şartlarında yeni iş bulamadığı ve ekonomik özgürlüklerini kaybettikleri, dahası ihraç edilen kişilerin çoğunun muhalif kimliğiyle tanınan kişiler olduğu göz önüne alındığında bu rakamın ne kadar ciddi olduğunu görmek zor değil. Bu durumun orta ve uzun vadede kadınların toplumsal hayata katılımlarında ciddi sorunlar yaratacağını öngörmek kehanet olmasa gerek.

Raporda, Haziran 2017 tarihi itibarıyla 11 sendikadan (KESK’e bağlı) ihraç edilen toplam 3 bin 100 çalışanın 600’den fazlasının kadın olduğu belirtiliyor. Rapora göre yurtdışı bursu iptal edilen öğrencilerin 3’te biri, üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerin ise 5’te biri kadın. OHAL döneminde 11 kadın derneği ile bir çocuk hakları derneği; Türkiye’nin ilk ve tek kadın haber ajansı Jin Haber Ajansı (JINHA) ve yerine yeniden kurulan ŞÛJIN, KHK ile kapatıldı. (Kanalların kapatılmasıyla “Ekmek ve Gül” ve “Mor Bülten” gibi kadın haklarını konulan nadir iki TV programı yayından kalkmış oldu.) 35 kadın belediye başkanı tutuklandı. 16 kadın gazeteci hala tutuklu. Tutuklanan HDP’li 9 milletvekilinin 5’i kadın. 

Fiziksel şiddet açısından bakıldığında raporda şu önemli verileri görüyoruz: 2017 yılının ilk 7 ayında 170 kadın ve kızın öldürülmüş, 50 kadın tecavüze uğramış, 126 kadın tacize uğramış, 215 kız çocuğu cinsel istismara maruz kalmış, 237 kadın da şiddete uğramış.

Ana akım medya tarafından çok da dikkate alınmayan, sadece 3. Sayfa için haber değeri taşıyan LGBTİ+ bireyler açısından durum daha da iç karartıcı:

15 Temmuz öncesi henüz OHAL ilan edilmemişken; Ankara’da her yıl yapılan 17 Mayıs Homofobi ve Transfobi Karşıtı Yürüyüş’ün 2016 yılında yasaklanması, İstanbul Onur yürüyüşlerinin engellenmesi, polis saldırıları… Özetle, giderek artan hak ihlalleri LGBTİ+ bireylerin yaşamından hiç eksik olmadı. Kaos GL’nin “2016 Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Temelli İnsan Hakları İhlalleri İzleme Raporu”na göre 2016 yılında medyaya yansıyan en az 9 homofobik ve transfobik nefret cinayeti var. Tüm muhalif seslerin susturulmaya çalışıldığı, temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı bir ortamda “toplumsal değerlere ve genel ahlaka aykırı” görülen LGBTİ+ bireyler OHAL sonrası daha da zor şartlarda mücadele eder hale geldi. 

LGBTİ+ bireylerin hak gaspına dair ilk göze çarpan haber, Ankara Valiliği tarafından, “Nefret Suçu mağduru Transları Anma Günü” olan 20 Kasım’da, Ankara’da gerçekleştirilecek etkinliklerin süresiz olarak yasaklanması oldu. Özellikle yasaklanmanın duyurulma şekli dikkat çekiciydi.

LGBTİ+ bireylere yönelik olarak son dönemdeki baskıcı tutumları dile getiren detaylı bir çalışma için Yıldız Tar’ın “OHAL’in Büyük Hikayeleri, Referandum ve Bizim Çocuklar…” başlıklı yazısından alıntı yaparak faydalanabiliriz: 

“Kaos GL’nin 2016 Medya İzleme Raporu’na göre Temmuz 2016’dan itibaren basılı medyada LGBTİ haberlerinde inanılmaz bir düşüş var. Senenin son 6 ayında LGBTİ’ler neredeyse görünmez. Hedef gösteren haberler hariç! Temmuz ayında ana konusu LGBTİ’ler olan toplam haber sayısında dramatik bir düşüş yaşandı. Rapora göre bunun nedeni 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından ilan edilen OHAL olarak yorumlanabilir. Darbe girişimi ve ardından yaşanan “büyük ve ulusal medyatik gelişmeler” içerisinde LGBTİ’ler kendisine yer bulamadı. Medyada görünürlük ilk 6 aya göre ciddi biçimde azaldı. Bunda çok sayıda basın organının kapatılması kadar, LGBTİ meselesinin artık hak savunucuları arasında “lüks” olarak görülmesi de var. Oysaki OHAL ve savaş gibi dönemlerde toplumda en savunmasız bellenen grupların doğrudan şiddetin hedefi haline geldiğini insanlık tarihinden biliyoruz. Amiyane tabirle filler tepişirken ezilen çimenlerin hikayesini kimse anlatmıyor….”

“… Temmuz ve Ağustos ayında iki üzücü haber LGBTİ toplumunu derinden etkiledi. Suriyeli eşcinsel mülteci Wisam Sankari ve trans kadın Hande Kader öldürüldü. LGBTİ’ler şiddete karşı sokağa çıktı. Darbe girişimin ardından yaşanan bu iki cinayette de henüz yasal bir süreç yok…”

… Velhasıl-ı kelam, gündelik hayatları zaten senelerdir bir olağanüstü hal rejimine hapsedilen LGBTİ’ler; ilan edilen OHAL ile birlikte katmerlenmiş bir şiddet ve ayrımcılıkla karşı karşıya. OHAL kaldırılmadan bu hak ihlallerinin son bulması da olası gözükmüyor…” 

LGBTİ+ bireylerin yaşadıklarına ilişkin bir başka veriyi paylaşalım: 

“CİSST ve LGBTİ sivil toplum temsilcilerinin Cezaevleri Genel Müdürlüğü’yle yaptığı görüşmeye göre, Türkiye’de tutuklu bulunan LGBTİ tutsak sayısı 137’ye ulaşmış durumda. Türkiye’de Maltepe, Metris, Rize, Tekirdağ, Eskişehir, Samsun, Alanya ve birçok cezaevinde LGBTİ koğuşları var. LGBTİ bireylerin en fazla yaşadığı sorunların başında ekonomik sorunlar geliyor.  LGBTİ tutsaklara yönelik hak ihlallerine dair çalışma yürüten Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) Yönetim Kurulu Üyesi Hilal Başak Demirbaş,  Maltepe Cezaevi’nde trans bireyin gardiyanlar tarafından darp edildiğini ve Alanya L Tipi Cezaevi’nde bir LGBTİ tutsağın hücrede tutulduğu bilgisini paylaştı.” 

Bu somut verilerin ötesinde OHAL’in orta ve uzun vadeli olarak getirdiği olumsuzluklara da değinmeye çalışalım:

OHAL ihraçlarının kadınların toplumsal hayata katılımındaki olumsuz etkilerine değinmiştik. Ancak bu dönemde yürürlüğe giren bazı uygulamaların çok daha derin toplumsal eşitsizlikler yaratacağını belirtmemiz gerekiyor.

Tecavüzcüleri aklamak için gündeme getirilen İstismar Yasası ve müftülere nikah kıyma yetkisi veren Müftülük Yasası’nın OHAL ilanından sonra gündeme gelmesi elbette ki tesadüf değil. Kadınlar üzerindeki gerici baskının artması ve bu baskıların apaçık saldırılara dönüşmeye başlaması iktidarın şiddeti teşvik ettiği, yürüttüğü erkek egemenliğine dayalı savaş hedefli genel politikalara dayanak ve altyapı olarak tesis ettiğinin bir göstergesi. 15 Temmuz’un ardından yeni koalisyon hükümeti (AKP-MHP) çevrelerinden bir yandan muhafazakar aile merkezli Türk-islamcı söylemlerin, diğer yandan da cinsiyetçi söylemlerin kullanılmaya başlandığı, örneğin bazı dini cemaatlerin “kadınların evde oturup dua ve zikirle meşgul olmaları” söylemlerini kullandığı da çok gözle görünen bir durum. Meşrulaştırma amaçlı söylemlerin devam edeceği görünüyor.

Bir yandan muhafazakar aile merkezli “Türk-islamcı” toplumsal yapıya, diğer yandan neoliberal ekonomi politikalarına dayanan iktidarın kendi sürdürülebilirliğini sağlamak adına OHAL gerçekten “Allahın lütfu” işlevi gördü. İktidarı güçlendirdiği, kadın düşmanı politikaların hayata geçmesine zemin hazırladığı ve en sonunda sokakta iktidara direnen kadınlara doğrudan yöneldiği için OHAL’in kaldırılması bugün tüm muhalif kesimler için olduğu kadar kadın ve LGBTİ+ bireyler için güncel bir mücadele başlığıdır.

Kadın ve LGBTİ+’ların haklarını savunan oluşumların bu açıdan bakıldığında, yukarıda saydığımız tüm olumsuzluklara rağmen, diğer muhalif toplumsal kesimlerle karşılaştırıldığında daha aktif ve etkili bir duruş sergilediği görülüyor. Örneğin 91 kadın ve LGBTİ örgütünün ‘Olağanüstü Hal’in ‘olağan hale gelmesine alışmıyoruz’ başlığıyla yayınladığı ortak bildiri,  küçümsenmemesi gereken önemli bir girişim. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Kadınlar, farklı bölgelerdeki yerel direnişlerinin ön saflarında yer alan, yasaklamalara karşı protestolar geliştirebilen bir direnç odağı olmaya devam ediyor. Yine içinde bulunduğumuz günlerde (8 Mart haftası) kadınların cinsiyetçilik ve OHAL’e karşı olan tutumlarına savaş karşıtlığı ve barış talebini eklemeleri çok önemli bir olgu ve işte tam da bu yüzden iktidarın doğrudan şiddetine maruz kalıyor.

6- “Kadına yönelik şiddet” ve “çocuk istismarı” AKP döneminde toplumsal cinsiyet alanında en fazla ön plana çıkan konu oldu. AKP’nin erkeklerin uyguladığı şiddete dönük olarak izlediği politikalar neler?  

AKP iktidarları döneminde kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarı haberleri giderek daha sık karşımıza çıkmaya başladı. Bu artışın birkaç sebebi olabilir: Gerçekten de kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarı vakaları son onbeş yılda artış göstermiş olabilir. İkinci sebep, bu vakalara maruz kalanlar daha mağduriyetlerini daha açık bir şekilde ve cesaretle dile getirmeye başlamış olabilirler. Ya da kadın örgütleri ve muhalif basın, daha etkin önlemler alınmasını saplamak için bu tür vakaları daha görünür kılmaya çaba gösteriyor olabilir. Gerçekten de tüm dünyada bu tür vakalara karşı giderek artan bir bilinçlenme ile birlikte mağdurlar da öne çıkarak maruz kaldıkları tacizleri ve uğradıkları şiddeti açık bir şekilde dile getirmeye başladılar. 

Kadına yönelik şiddete ilişkin istatistikler çok sağlıklı olmamakla birlikte, 2014, 2008 ve 1995 yılında yapılan araştırmalar şiddet gören kadınların oranının ürkütücü boyutlarda olduğunu ortaya koyuyor. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesinin Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ile yaptığı “Türkiye’de Kadına Yönelik Ev İçi Şiddet Araştırması, 2014”, adlı araştırmaya göre, Türkiye genelinde yaşamının herhangi bir döneminde fiziksel şiddete uğradığını söyleyen kadınların oranı %36. 2008 yılında Hacettepe Üniversitesinin Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ile yaptığı “Türkiye’de Kadına Yönelik Ev İçi Şiddet Araştırması, 2008” raporuna göre ise ülke genelinde yaşamın herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten kadınların oranı %39’du. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunun “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları” başlıklı, 1995 tarihli raporunda, “Fiziksel şiddete ailelerin %34’ünde rastlanmaktadır” tespiti yapılıyor. Bu istatistiklere göre kadına yönelik şiddet oranında yıllar içinde belirgin bir artış eğilimi görülmüyor. Ancak, AKP iktidarları döneminde kadına yönelik şiddete ilişkin yasal düzenlemeler yapıldığı ve bu konu hakkında toplumsal bilinç arttığı ve mağdurlar daha maruz kaldıkları şiddeti daha açık bir şekilde dile getirdiği ve yasal yaptırımlara başvurduğu halde ev içi şiddet eğiliminde bir azalma olmaması, aslında yasal düzenlemelerin, toplumsal bilinçteki artışın ve sorunun açık tartışılmasının sorunun önlenmesinde etkin olmadığını gösteriyor. Bu da şiddete yönelme eğiliminin aslında arttığı anlamında yorumlanabilir. Gerçekten de kadına yönelik şiddete ilişkin davalar ya ciddi ceza indirimi ya da cezasızlık ile sonuçlanıyor ve bu da şiddetin önlenmesine ilişkin yasal yaptırımların etkisini azaltıyor. 

Aile içi şiddetin oranı kadar dozu şiddete yönelme eğiliminin artıp artmadığını belirleyen bir diğer faktör. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunun verilerinden derlenmiş Tablo 1’de kadına yönelik şiddetin en yüksek seviyesi olan kadın cinayetlerinde 2008-2017 yılları arasında belirgin bir artış gözlemleniyor. 

Tablo 1. Yılara göre kadın cinayetleri

Yıllar

Kadın

Cinayetleri

2008

66

2009

121

2010

200

2011

125

2012

141

2013

228

2014

287

2015

292

2016

278

2017

327

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun, takip ettiği davalarda “karar verilen dava sayısının az olduğu, davalarda haksız tahrik ve iyi hal nedeniyle faillere indirim uygulandığı, ceza artırımına gidilmesi gerekli hallerde (eziyet ederek öldürme, kötü muamele, sanıktan daha önce şikayetçi olunması, kadının koruma başvurusu olması, güç/imtiyaz ilişkisinin kötüye kullanılması vb.) gerekli üst sınırdan cezanın verilmediği, verilen cezanın da ertelendiği ve ya da sanığın serbest bırakıldığı” bu yolla adaletin yerini bulmasının sağlanamadığı belirtilmiştir.

Çocuk istismarı vakaları ile ilgili olarak da sağlıklı veri bulmak zor olsa da TUİK, 2011-2015 yılları arasında “geliş nedenine göre güvenlik birimine gelen veya getirilen çocuklar” ile ilgili istatistiki veriler sağlamaktadır. “Güvenlik birimine gelen veya getirilen çocuklar” içinde ne kadarının cinsel suçların mağduru olduğuna ilişkin veri seti ancak 2014-2016 yılları arası için mevcuttur. Tablo 2’de gösterilen verilere göre mağdur çocuk sayısında 2011-2015 yılları arasında nüfus artış oranının çok üzerinde düzenli bir artış görülmektedir. 

Tablo 2. Geliş nedenine göre güvenlik birimine gelen veya getirilen çocuklar, 2012-2016, TUİK

2012

2013

2014

2015

2016

Geliş nedeni

Toplam

Erkek

Kadın

Toplam

Erkek

Kadın

Toplam

Erkek

Kadın

Toplam

Erkek

Kadın

Toplam

Erkek

Kadın

Toplam

245080

167426

77654

 273571

 187696

 85875

 290414

 198477

 91937

303213

202926

100287

 333435

 217997

 115438

Mağdur

111857

59880

51977

 121717

 66353

 55364

 131172

 73069

 58103

142179

78107

64072

 158343

 86519

 71824

Cinsel Suçlar

 11095

 1 377

 9718

 12689

 1 478

 11211

 16877

 2 206

 14671

Tüm bu veriler, AKP iktidarlarının hüküm sürdüğü son 15 yıl boyunca hem kadın cinayetlerinde hem de çocuk istismarı vakalarında düzenli bir artış olduğunu göstermektedir. TCK’de kadınlar ve çocuklara yönelik suçlar ile ilgili yapılan değişikliklerin toplumdaki suç oranının artışının önüne geçemediği görünmektedir. AKP’nin toplumu muhafazakârlaştırmasının ve dinselleştirmesinin ahlaki yozlaşmanın önünü alamadığı, tam tersine cinsel suçlarda bir artış olduğunu göstermektedir. Faillerin cezasız kalması, cezalandırmanın gecikmesi, ceza indirimleri, vb. mekanizmalarla hukuk, cinsel suçların engellenmesi çabalarına bilinçli olarak ket vurmaktadır.