Kadına Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği

Rasyonel insanın olan biteni kavramakta zorlanacağı iki hafta daha geçirdik. İktidarın farklı muhalif kesimleri susturma ve itibarsızlaştırma kampanyaları sanatçıların dilini koparma tehditlerine kadar genişledi. Siyasal iktidar adalet, eğitim, sağlık gibi pek çok alana hakim olmuşken aynı hakimiyeti kültür sanat alanında tam olarak kuramamış, istediği yerli ve milli kültürü bir türlü yaratamamıştı. İktidarın kendine bağımlı kılamadığı diğer bir alansa kadın hakları mücadelesiydi. Kadınların hak kazanımları geri alınmaya çalışılsa ve devlet kurumsal politikalarını kadına yönelik şiddeti adeta önlememek üzerine kursa da hak mücadelesinden geri adım atmayan çok geniş bir kadın kesimi var. Son haftalarda siyasetçi Aysel Tuğluk ve Semra Güzel’in, sanatçı Gülşen ve Sezen Aksu’nun, gazeteci Sedef Kabaş’ın yaşadıkları bu konularda öne çıkan örnekler oldu.

Kadın haklarıyla ilgili konular ne zaman gündeme otursa iktidar karşıtlarının sıklıkla verdiği tepki “bunlar gündem saptırma, aman ana meseleden uzaklaşmayalım” oluyor. Bu konuların gündem saptırma amacının da olduğu açık. Cumhur İttifakı ülkenin iflas etmiş ekonomisinin, geniş toplumsal kesimlerin maruz bırakıldığı yoksulluğun, bir gecede gerçekleşen müthiş bir servet transferinin, pandeminin gidişatının konuşulmasını istemiyor. Enes Kara’nın intiharıyla yeniden gündeme gelen eğitim sistemindeki tarikat ve cemaat kuşatmasının ve tüm bunların kendi tabanında yarattığı rahatsızlıkların görülmesini, tartışılmasını istemiyor. Kendi tabanını yeniden kazanmaya çalışırken Millet İttifakı’nın, Kürt siyasetinin önünü nasıl keseceğinin yollarını arıyor. Kadın haklarını, kadın sanatçıları hedef alan tartışmalar tam da bu dönemde öne çıktığında bunların tabi ki gündem değiştirme etkisi oluyor. Ancak bunların da esas gündemler olduğu nedense anlaşılmıyor.

Kadınlara yönelen bu saldırılar hem siyasal İslam’ın ‘hassasiyetleri’ hem de yüksek siyaset dengeleri gözetilerek gerçekleştiriliyor. Son dönemde gündeme gelen bu vakaların her birinin farklı boyutları da var. Söz konusu kişilerinin kadın olmasının birleştirici bir özellik olduğu da görülüyor.  Kendi ayakları üzerinden durmaya çalışan bu kadınların her biri sıradanlaşmış erkek egemenliğinin, birçoğu da doğrudan devlet otoritelerinin hedefi haline geldi. Ne olduğunu hatırlayalım:

Kürt siyasetinde kadınlar

Siyasetçi Aysel Tuğluk cezaevinde demans hastalığının etkisiyle ağır sağlık sorunları yaşıyor ve sağlık raporuna rağmen tahliye edilmiyor. Bu olay Aysel Tuğluk kadın olduğu için yaşanmıyor, Kürt siyasetini bastırma hareketinin bir parçası olarak işlev görüyor. Cezaevinde hayati sağlık sorunları yaşayan pek çok mahpus var ve ceza sistemimizde hapishanede bulunan insanların yaşamına çok değer verilmiyor. Kadın yaşamının da değersiz olduğu bir iklimde Aysel Tuğluk’un yaşam hakkı rahatlıkla görmezden gelinebiliyor. Kadın örgütleri ve sivil toplum kurumları bu konuyu son günlerde sıklıkla gündeme getirdi. Aysel Tuğluk için ve onun şahsında tüm hasta mahpuslara özgürlük talebiyle Aysel Tuğluk İçin 1000 Kadın adlı imza kampanyasını başlattı. Aysel Tuğluk’un durumu temel insan haklarıyla ilgili bir konu olsa da mesele yüksek siyaset dengeleriyle çok ilişkili. HDP’nin kapatılmaya çalışıldığı bir ortamda Aysel Tuğluk tahliye edilirse uygulanan sert politikalardan ve terör retoriğinden taviz verilmiş gibi bir görüntü oluşacak. Aysel Tuğluk bu nedenle de tahliye edilmeyerek cezaevinde adeta ölüme terk ediliyor.

Kürt siyasetini terörle ilişkilendirme ve HDP’nin kapatılmasında güçlü gerekçe yaratacak bir örnek de HDP Diyarbakır Milletvekili Semra Güzel üzerinden kuruldu. Semra Güzel’in nişanlısı olduğu iddia edilen bir gerilla ile yıllar önce çektirdiği fotoğrafları geçtiğimiz günlerde basına servis edildi ve bu durum yüksek siyasette büyük tartışmalara neden oldu. Milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması için meclise fezleke gönderildi, HDP dışındaki tüm partiler bu konuda evet oyu vereceğini belirtti. Binlerce kişinin yaşamına mal olmuş savaş siyaseti toplumun tüm kesimlerini etkileyen çok hassas bir konu. Kürt meselesinin çözümüne aday olanların, yüksek siyasetteki temsilcilerini belirlerken toplumsal dinamikleri dikkate alması gerekir. Hatırlanacağı gibi açılım sürecine “Analar ağlamasın” denerek, dağdakilerin de bu ülkedeki insanların oğlu, kızı, eşi, dostu, kardeşi… olduğu söylenerek başlanmıştı. Barış gibi önemli bir konuda inisiyatif alanlar geniş bir kesim tarafından adeta lanetlenmişti. Konu yüksek siyasete terk edilmiş ve barış talebini toplum tabanında hayata geçirebilecek bir barış iradesi geliştirilememişti. Semra Güzel’in fotoğrafları pek çok kişinin Kandil’e gidip geldiği açılım döneminde çekilmiş olsa da bugün Kürt meselesine mesafe konmasının nedeni tam da toplum tabanında bir barış iradesinin geliştirilmemesiyle ilgili. Hâl böyle olunca konu yine yüksek siyaset düzeyinde kalıyor ve bir kadın vekilin özel yaşamı hem terör hem de ahlâkla ilişkilendirilerek HDP’yi kapatma ve Millet İttifakı’ndan uzak tutmanın zemini haline getiriliyor.

Sedef Kabaş’ın 24 saati

Geçen haftanın hedefteki isimlerinden biri de Gazeteci Sedef Kabaş’tı. Sedef Kabaş’ın Tele 1’de katıldığı bir programdaki konuşması bir hafta sonra dikkat çekti. Gazeteci hakkında bir linç kampanyası başlatıldı; hükümet üyelerinin de dahil olduğu nefret kokan açıklamalar yapıldı; Sedef Kabaş hemen gözaltına alındı; ilk sorgusundan sonra mahkemeye sevk edildi, bugün görevinden ‘affını istemiş’ olan Adalet Bakanı’nın açıklamasının ardından tutuklandı. Tüm bu gelişmeler 24 saat içinde oldu. Sedef Kabaş, konuşmasında isim zikretmediği halde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kastettiği varsayılarak 24 saat içinde kendini hapiste buldu.

Gülşen’in kostümü, Sezen Aksu’nun şarkı sözü

Bir süredir kadın sanatçıların sahne kostümleri ataerkil erkeklerin hedefindeydi. Son olarak müzisyen İzzet Yıldızhan’ın kadınların sahne kostümlerini hedef alan sözleri gazetelerde Hadise, Hande Yener ve Gülşen’in kostümleri gösterilerek haber yapıldı. Kadınların sahne kostümleri üzerinden yapılan bu tarz yorumların kadın haklarına saygılı medeni bir toplumda kınanması, bunlara itibar edilmemesi gerekirken sosyal medya tribünlerinin de etkisiyle tam tersi bir iklim oluştu; ataerkil pervasızlığın boyutları gittikçe büyüdü. Hedefe konan kimi kadın sanatçılar bu açıklamalara tepki gösterir kimi kadın sanatçılar da destek verirken sosyal medyada linç ortamı öyle bir hal aldı ki Gülşen manifesto niteliğinde bir açıklama kaleme aldı. Gülşen’in açıklamasında geçen “Hiçbir sıfatın kölesi değilim. Kimseye ait değilim. Ben kendimim. Kendime aitim.” sözleri, “Bir gün gelip kadını ya da kendinden olmayanı yok saymaya, baskılamaya ve gerektiğinde yok etmeye hevesli bu ataerkil sistemin sizin gibi düşünenlerden de aldığı güçle gelip sizi de boğabileceğini hatta boğmakta olduğunu görmüyor musunuz?” sorusu ataerkil erkekler için itaatsizlik anlamına gelse de çoğu kadın bunun ne demek olduğunu kendi hayatlarından gayet iyi biliyor.

Kadınların yaşadıkları bu olayların her biri kamuoyunda aynı ölçüde gündem olmadı. Popüler kültürün etkisi, linç gerekçesinin absürtlüğü ve yüksek siyasetin işin içine girmesiyle Sezen Aksu tartışması açık ara öne geçti. Yıllar öncesine ait Sezen Aksu’nun çok da popüler olmayan bir şarkısının saçma sapan gerekçelerle siyasetin neredeyse ana gündemi haline gelmesi tam bir akıl tutulması örneği idi. Olayı ve dahil olan kesimleri tarihe not düşmek için hatırlayalım:

Hepimizin bildiği gibi 2017’de yazdığı bir şarkının Adem ve Havva’ya ilişkin sözleri üzerine Sezen Aksu’ya bir linç kampanyası başlatıldı. Bu kampanya Gülşen’inki gibi sosyal medya ile sınırlı kalmadı. Şarkı sözlerini İslam’a hakaret olarak değerlendiren Milli Beka Hareketi (MBH) Genel Başkanı Murat Şahin’in sosyal medya hesabından Sezen Aksu’yu hedef göstermesinin ardından konu fiziksel bir eyleme dönüştü. MBH’den bir grup ‘Minik Cahile’ haddini bildirmek için Sezen Aksu’nun evinin önünde toplandı. Erkek egemen kültür içinde bir kadına saldırmak çok kolaydır ve yukarıdaki örneklerde de gördüğümüz gibi bu ataerkil pratiklerin çok hızlı bir şekilde yayılacağı bilinir. Hak savunucularının, siyasetçilerin yapması gerekense bu iklimin önüne geçmektir. Bu durumda MBH’nin aklı selime çağrılması ya da bir kadının evininin önüne kadar gittikleri için haklarında yasal işlem başlatılması beklenirken bu söyleme din ve siyaset alanından destek verildi.

Diyanet İşleri Başkanlığı “Dinî şahsiyet, sembol ve değerlerle ilgili özensiz tutum ve davranışlarda bulunulması, en hafif tabirle saygısızlıktır.” diyen bir açıklama yayımladı. MHP lideri Devlet Bahçeli, ataerkil bir retorik içinden “Serçeysen serçeliğini bil, sakın kuzgunluğa heves etme” sözleriyle Sezen Aksu’ya had bildirmeye koyuldu. Böylece bir kadına yönelen linç kampanyasına yüksek siyaseti dahil eden yolu açtı.  RTÜK, müzik yayını yapan kanallara Sezen Aksu’nun ‘Şahane Bir Şey Yaşamak’ adlı şarkısını yayınlamamaları uyarısında bulundu. Cuma namazında Çamlıca Cami’nde cemaate seslenen Recep Tayyip Erdoğan’ın “Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir. Havva validemize kimsenin dili uzanamaz. Onlara da had bildirmek bizim görevimizdir.” sözleri Yeni Şafak, Yeni Akit gazetelerinden Sezen Aksu hedef gösterilerek manşete taşındı. Artık Cumhurbaşkanı’nın had bildirme, dil kopartma yeri olan camilerde laikliğin ruhuna da Fatiha okundu.

Sezen Aksu’nun durduk yere hedefe konması AKP tabanında da rahatsızlık yarattı. Başlangıçta Sezen Aksu’ya yönelik tepkileri abartılı bulan iktidara yakın yazarlar Erdoğan’ın konuşmasından sonra konuyu nasıl çevireceklerini şaşırdı. Sezen Aksu’ya yönelik linçler bu sefer Erdoğan’a referansla tüm hızıyla sürerken Sezen Aksu mesleği içinden kendi tarzıyla çok zarif bir yanıt verdi: Beni öldüremezsin Sesim, sazım, sözüm var benim, Ben derken ben herkesim. Yazdığı bu şarkı sözü bir gecede 30’dan fazla dile çevrildi. Birkaç gün sonra da Erdoğan katıldığı bir televizyon programında o sözleri Sezen Aksu için söylemediğini açıkladı. Sezen Aksu’ya yönelik tepkileri abartılı bulup Erdoğan’ın sözleri üzerine yazdıklarını güncellemeye çalışanlar “Sezen Aksu’yu kast etmedim ki” açıklamasından sonra tekrar dümen kırdı. Kahkaha, kızgınlık, şaşkınlık, öfke, korku, cesaret… İki haftada toplum duygudan duyguya savruldu.

Verilen desteği nasıl değerlendirebiliriz?

Gülşen, Sezen Aksu, Aysel Tuğluk, Semra Güzel ve Sedef Kabaş’a yönelen linçlerin yanında destekler de geldi. Sezen Aksu dahil her birine verilen desteğin cılız olduğunu düşünenlerdenim. Bunun bir nedeni her türlü muhalif sesin susturulmaya çalışıldığı baskıcı bir siyasi ortamda hedef gösterilen isimlere destek vermenin cesaret işi haline gelmesi; iktidarın hedefi olmamak ya da desteğini kaybetmemek için pek çok kesimin destekten geri durması.

Bir diğer neden de yazının başında da bahsettiğim “Aman oyuna gelmeyelim, esas rotadan uzaklaşmayalım” kaygısı. Esas gündemin hangi kesime göre ne olduğu da belirsiz kalıyor. Belli bir gündemi öne çıkaran bir kesimin diğerininkini önemsiz görmesi sıklıkla yaşanıyor. Bu son örnekler özelinde Anayasa’da ve kanunlarda yer alan hangi maddeler sıradan vatandaşlar ve siyasetçiler tarafından ihlal edilmedi ki… İlk akla gelenler: Halkı kin ve düşmanlığa teşvik, hakaret, kadına yönelik şiddet, sanat ve sanatçıları koruyan Anayasa’nın 64. Maddesi, Anayasa’nın laiklik ilkesi, yaşam hakkı ilkesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlali… Bu durumda ana gündem değil diyerek yaşanan hak ihlallerini tali görüp göz mü yummalıyız?

Toplumu kutuplaştır, böl yönet politikaları oldukça başarılı. “O da şöyle böyle” denerek, cezaevindeki bir kadının yaşam hakkı, seçilmiş bir vekilin temsiliyet hakkı, gazeteci bir kadının ve kadın sanatçıların ifade özgürlüğü ve mesleğini yapma hakkının ihlal edilmesine geniş bir kesim tarafından göz yumuluyor. Yüksek siyaset açısından meseleler siyasi dengelere ve seçimlere etkisi üzerinden değerlendiriliyor. Siyasi partilerdeki belli isimler hak mücadelelerine destek sunsa da bu partilerin genel politikası haline gelmiyor. Söz konusu Anayasa ihlali de olsa terör destekçiliği ile yaftalanmamak ya da İslami tabanın tepkisini çekmemek ve herkesten oy alabilmek için pek çok haksızlığa çoğu zaman göz yumulabiliyor. Toplumun geniş bir kesimi açısından ise bir mağduriyete karşı çıkmak için mağdurun kim ve hangi mahalleden olduğu, geçmişte ne yaptığı önemli hale geliyor. Geçmişte yaptıkları, bir kişinin bugünkü mağduriyetini yok saymanın ya da hafif görmenin de gerekçesi olabiliyor. Vakaya odaklanmak yerine söz konusu kişilerin kimler, hangi kesimlerden olduğuna bakılarak tavır alınması yeni bir durum değil. Bugün terör örgütü olarak anılan Gülen Cemaatinin adalet sistemini çökertme operasyonlarına “her kesimin mağduriyeti kendine” yaklaşımıyla göz yumulmuştu. O dönem Ergenekon ve Balyoz operasyonları ile askeri bürokrasinin, KCK operasyonları ile Kürt siyasetinin, çeşitli torba davalarla demokrat kesimlerin tutuklanıp cezaevlerine konmasına seyirci kalınmıştı. Bu davalarda hukuk sopa gibi kullanılarak pek çok siyasi odak yok edilmeye çalışılırken her kesimin kendi mahallesinin meselesine sahip çıktığı diğerinin yaşadığı hukuksuzluğu görmediği bir hâl aldı. Sonra 15 Temmuz ve OHAL geldi; bu dönemde cemaat terör örgütü ilan edilirken farklı kesimlerden binlerce insan KHK mağduru oldu. Yine herkes kendi mahallesine baktı ve KHK mağduriyetlerini bütünlüklü bir biçimde ele alan bir örgütlenme oluşamadı.

Laikliğe ve kadın haklarına sahip çıkmak

Toplumu böl-yönet-kutuplaştır politikası Türk İslam faşizminin yürüdüğü yol üzerindeki engellerin rahatlıkla kalkmasını sağlıyor. Her kesimin kendi bölgesinin mağduriyetiyle ilgilenip diğerininkine onay verdiği bir ortamda, hukuksuzluklar karşısında ilkesel bir tavır alınamadığı müddetçe bu politikanın başarısız olması mümkün değil. Aynı ilgisizlik laiklik ilkesinin yok edilmesine de neden oldu. Adalet sistemi gibi eğitim sistemi de tarikat ve cemaatlerce kuşatıldı. Dini referanslar gündelik hayatın yanında siyaseti de belirler hale geldi. En son Enes Kara’nın intiharı kindar ve dindar nesiller yetiştirmeyi amaçlayan eğitim alanındaki kuşatmayı gözler önüne serdi.

Şimdi de kadın haklarının bir bir geri alınmasına geniş kesimler seyirci kalıyor. Hane içi şiddeti önlemek amacıyla Türkiye’nin hazırlamış olduğu İstanbul Sözleşmesi tarikatların, dini çevrelerin itirazı sonucu iptal edilmişti. Kadın siyasetçilerin, gazetecilerin, sanatçıların hedefe konduğu günlerde kadınların boşanma, nafaka hakkının, çocuklara verilen iştirak nafakasının kısıtlaması da gündemde. İstanbul Sözleşmesi’ni hedef alan tarikat, cemaat çevreleri boşanma ve nafaka konularıyla ilgili yalan yanlış bir propaganda yaparak erkek mağduriyeti üzerinden kadınların sesini bastırmaya çalışıyor.

Kadınların mağdur edilmesi ataerkil bir toplumda hem kolaydır hem de kolaylıkla kabul görebilir. İç nefreti artırarak bir kadının canına kastedebilecek bir ortam rahatlıkla yaratılabilir. Bu konuların hiçbiri gündem saptırma değil, diğer konular gibi gündemin ta kendisi. Bugün hedefe konan kadınların her biri kendi ayakları üstünde durmaya çalışarak mesleğini yapan, söz üreten kadınlar ve onlara had bildirilirken diğer kadınlara da gözdağı veriliyor. Çünkü kadınların yaşamı, nasıl davranacakları neyi yapıp yapmayacakları siyasal İslam’ın da her daim hedefinde yer alıyor. Bu saldırıları yapanların, Aysel Tuğluk’a sahip çıkan, Sedef Kabaş’ın, Sezen Aksu’nun, Gülşen’in özgüvenle cevap vermesini sağlayan kültürel toplumsal iklime de karşı oldukları unutulmamalı. “Nedir bu özgüvenin kaynağı?” derseniz… Bence beğenelim beğenmeyelim laik cumhuriyet ve laik eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlığı, kültürel çoğulculuk ve feminizm… Her birine eşit önemi vererek sahip çıkmanın ana gündemimiz olması dileğiyle…