Tarihin en başarısız hegemonu olduğu artık tescillenen Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) son fiyaskosu Afganistan ricatı oldu. ABD, II. Dünya Savaşının ardından küçük çaplı Granada ve Panama müdahaleleri dışında ‘dost ve müttefik’ ülkeleri de ‘bulaştırarak’ giriştiği hiçbir savaşı muzaffer bitiremedi. Vietnam, Irak ve son olarak Afganistan yüzlerce irili ufaklı ABD askeri müdahalesi içinde hem yarattığı tahribat hem hezimetin büyüklüğü açısından bu müflis hegemonun karnesindeki en kırık notları oluşturdu.

ABD’nin başarısızlığını asıl tescilleyen dönem, paradoksal olarak zafere ulaştığı yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin (SSCB) liderliğindeki Sosyalist Doğu Bloku’nun çözülüp, bir zamanlar bu blokla iltisaklı olan ülkelerin birer birer ABD ve müttefiklerinin etkisine girdiği 90’lı yıllarla birlikte başladı. ABD bu döneme girilirken açık ara en büyük askeri ve ekonomik güçtü, uluslararası sistemin tüm kurumlarının patronajını elinde bulunduruyordu, büyük bir ‘moral’ üstünlüğe sahipti, dünyanın dört bir yanında bir sözüyle hükümet, rejim, politika değişikliği yaptırabildiği çeşitli boy ve çapta müttefik devletlerden oluşan farklı ittifaklara sahipti. ABD’nin sözü üzerine söz söyleyebilecek tek bir dünyalı unsur yoktu. Görünürde askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak tek küresel düzenleyici güçtü. Liderliğini yaptığı NATO, iki kutuplu dünyanın denge unsuru Birleşmiş Milletler’in (BM) olurunu arama zahmetine bile girmeksizin istediği coğrafyada hasımlarını cezalandırmasına izin veriyordu.

Soğuk Savaşın ardından, yalnızca Varşova Paktı ve COMECON üyesi sosyalist blok ülkelerde değil, Asya’dan Afrika’ya, Güneydoğu Asya’dan Güney Amerika’ya kadar SSCB’nin etkisi altında bulunan birçok ülkede radikal değişimler yaşandı. SSCB’nin düzenleyici etkisini yitirmesi nedeniyle bu ülkeler bağımsızlık girişimleri, rejim değişiklikleri, iç savaşlar, ekonomik sıkıntılar, savaşlar sarmalına savruldu. ABD, SSCB’yi mağlup etmiş, başka bir deyişle bir muharebeyi kazanmıştı ama savaş daha bitmiş değildi. ABD’den küresel bir hegemon olarak kabaca dünyanın üçte birine tekabül eden bu ülkeleri askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak istikrarlı, işler devlet yapılarına kavuşturması ve esas olarak da kapitalist dünya sisteme entegre etmesi bekleniyordu. Ne var ki 1990’lı yıllardan itibaren ABD’nin küresel hegemonyasında gözle görülür bir erozyon başladı. Başka bir deyişle, ABD’nin kendisine izafe edilen büyük kudrete ve dünya ölçeğinde oluşturulan omnipotent hegemon algısına rağmen yapısal, siyasal, ekonomik, kültürel, ideolojik açmazları nedeniyle bu işin altından kalkamayacağı ortaya çıktı. Bugün ABD, bir zamanlar jeopolitik ve jeostratejik olarak birincil önem atfettiği coğrafyalardan çekilme telaşı içinde. Arkasında büyük bir yıkım ve enkaz bırakarak…

Kısaca özetlenen bu sürecin ilk önemli unsuru; ABD’nin dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücü olarak, BM kaygısı olmadan, istediği ülkede, istediği askeri operasyonu, çoğu kez müttefiklerine bile danışmadan veya onların hilafına gerçekleştirme konusunda bir tekel sahibi olmasıydı. Çabucak olağan şüphelilerden oluşan bir koalisyon kurabiliyordu. Savaş gerekçeleri, başta Batı ülkeleri olmak üzere hemen hiç tartışılmaksızın kabul ediliyor, benimseniyordu. ABD’yi engelleyecek hiçbir güç yoktu.

İkinci temel unsur; ABD’nin savaşı götürdüğü ülkeyi tekrar ayağa kaldırmak için hemen tüm dünya ve bu arada BM’nin ilgili kuruluşları derhal seferber oluyordu. Başka bir deyişle uluslararası sistem, yumuşak gücüyle ABD’nin yanında yer alıyordu. Buna rağmen ilgili ülkede işleyen, makul bir demokratik rejim kurmak mümkün olmuyordu. Savaşta büyük sivil kayıpları yaşayan halklar, savaştan sonra da büyük bir yoksulluk ve yolsuzluk iklimine mahkum oluyor, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. ABD’nin kuyuya attığı taşı, kırk akıllı çıkaramıyordu.

Üçüncü temel unsur; ABD’nin bu dönemde savaşa ortak ettiği yerel müttefiklerini yenilgiye de ortak etmesi olmuştur. Irak’ta savaşın başında ABD’nin en güçlü müttefiki sayılan Kürtler, kuzeyde sıkışmış, çareyi Türkiye ile ilişkileri güçlendirmekte bulmuştu. Savaşta kısmen ABD’ye destek veren Sünni aşiretler, Maliki yönetiminde ayyuka çıkan ayrımcı ve dışlayıcı politikalarla, ABD’den ve Şii çoğunluk hükümetinden ümidini keserek giderek IŞİD çizgisine yaklaşmıştı.

Afganistan ricatında, ABD Saygon’dan çekilirken ortaya çıkan manzara yeniden yaşandı. Savaş yılları boyunca ABD ile bir şekilde iltisaklı olmuş bürokratlardan tercümanlara, feminist kadınlardan şarkıcılara, Taliban’ın gadrine uğramaktan kaçan on binlerce insan Afgan havaalanlarını doldurdu; büyük bir insani dram yaşandı.

Dördüncü temel unsur; ABD’nin sonuçta hedef aldığı ülkelere komşu ülkelerdeki etkisini de giderek yitirmesidir. Özet olarak ABD, yalnızca hedef aldığı ülkeyi değil komşu ülkeleri de kaybetmektedir. Hedef ülkede yeni rejim arayışları, rövanşizm, milliyetçilik, mezhepçilik, cemaatçilik ve kabilecilikle karakterize olan istikrarsızlaşma, ulus devlet tasavvuru içinde zaten anormal, zorlama ve sahte olan ülke sınırlarını tartışılır hale getirmektedir.

Sözgelimi dört farklı ülkeye dağılmış Kürtlerin Irak ve Suriye’de güçlenmesi Türkiye’nin zaten hortlamaya yer arayan ‘ulusal güvenlik’ reflekslerini harekete geçirdi. Türkiye’de umut verici, barış vaat eden açılım süreci sonlanmasında etkili olan nedenlerden birisi de bu oldu. Türkiye, ABD’nin karşı çıkmasına veya gönülsüzlüğüne rağmen Suriye’ye askeri olarak müdahale etti. Suriye’de hem Kürtler, hem İran yanlısı milisler ve Esad ordusu, hem IŞİD ile çatışmayı başaran tek dış güç oldu. Bugün yeni muhafazakarlar ve Yahudi lobisi Türkiye’yi bir müttefik olarak görmüyor; “frenemy” (dost- düşman) olarak adlandırıyor, hatta NATO’dan çıkarılması öneriliyor.

Afganistan savaşının başlarında, ABD’ye askeri üs vererek savaşta araçsal bir rol oynayan Tacikistan, Türkmenistan vb. komşu ülkeler bugün, Afganistan’ın Taliban ile istikrarlı bir istikrarsızlığa geçeceği, Taliban’ın rejim ihraç etme tehdidi veya en azından rejim muhaliflerine sığınak sağlayabileceği endişesiyle Rusya ile yakınlaşarak ortak askeri tatbikatlara başlamışlardır. ABD’nin Orta Asya’daki varlığı sona ermiştir.

Beşinci temel unsur; ABD’nin AB ve NATO gibi kurumlar aracılığıyla dünya kapitalist sisteme entegre etmeye çalıştığı, büyük sözler vererek iktidara ABD, Batı yanlısı isimleri geçirdiği bazı ülkeleri kaybetmesidir. NATO adayı olan, AB Komşu Ülke politikasıyla batılı kurumlarla bağı kurulan Gürcistan ve Ukrayna bu süreçte büyük toprak kayıpları yaşamıştır. SSCB’nin çözülmesinden sonra büyük yıkım yaşayan Rusya göreceli olarak kısa süre içinde etki alanını genişletmiştir. Gürcistan’da Kuzey Osetya’yı ilhak etmiş, Abhazya’nın bağımsızlığa kavuşmasını sağlamıştır. Ukrayna’da Kırım’ı ilhak ederek Rusya’nın en önemli deniz üssü olan Sivastopol’u elinde tutmaya devam etmektedir. Ermenistan’da Dağlık Karabağ yenilgisinin ardından kıl payı yeniden seçimi kazanan Batı yanlısı Paşinyan da dillere destan Batı desteğinin sahada ne anlama geldiğini görmüş ve ülkesini savunmak üzere Rusya’ya başvurmuştur.

Altıncı temel unsur, ABD’nin büyük dileği olan AB’nin bir rol modeli ve bir cazibe merkezi olarak büyük ekonomik gücüyle dünya sisteme entegrasyonun katalizörü olması projesinin kadük kalması ve içeriden çökertilmesidir. Bu gelişmenin ilk mağdurları, AB üyesi yapılan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri olmuştur. AB merkez ülkeleri, refah pastasını genişletmek ve paylaşmak yerine söz konusu ülkeleri bir tüketim ve ucuz işgücü pazarına dönüştürerek periferileştirmiştir. Bunun dolaysız bir sonucu AB’nin artık ortak bir uluslararası ilişkiler, çevre, enerji politikasının hayata geçirilememesi olduğu söylenebilir. İngiltere’nin de Brexit ile ayrılmasından sonra Almanya ve Fransa’nın liderliğindeki Avrupa’nın dünyanın herhangi bir sorununa müdahil olma, düzenleme becerisinin hepten ortadan kalktığını ileri sürebiliriz.

Yedinci temel unsur; on yıllar boyunca uluslararası topluma savaş gerekçelerini demokrasi ve insan hakları olarak açıklayan ABD ve AB’nin, bunlar kendileri tarafından dayatılmadığı, tersine Arap Baharında olduğu gibi doğrudan halklar tarafından talep edildiğinde sergilediği iki yüzlü ve diktatör-sever tutum olmuştur. Arap coğrafyasında kısmen Türkiye’deki Ak Parti iktidarına da özenen demokrasi talepleri, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerini çok daha saldırgan bir dış politika izlemeye yöneltmiştir. Müslüman Kardeşlerin başta Mısır olmak üzere ılımlı, sınırlı ölçüde demokratik bir güç olarak yükselişi, iktidarlarını mutlak ABD koruması altında sürdüren otokratik Arap ülkeleri için büyük bir risk olarak görülmüştür. Nitekim, Suudi Arabistan ve BAE, Mısır’da ordu desteğiyle düzenlenen darbe ile seçilmiş cumhurbaşkanını devirmiş; ardından Libya ve son olarak Tunus’ta görüldüğü gibi ‘ılımlı’ hareketlerin ortaya çıkma ihtimali olduğu ülkelere doğrudan müdahale etmeye başlamıştır.

Sekizinci temel unsur, ABD, AB ve genel olarak Atlantik ittifakı jeopolitik ve jeostratejik öncelik olarak belirledikleri coğrafyalardan apar topar çekilirken bölgesel müttefikler ile ilişkilerinin kötüleşmesi ve bizzat AB ve NATO ittifakı içindeki ortak tutum almayı zorlaştıran, zaman zaman da olanaksız hale getiren fay hatları, jeopolitik sıklet merkezinin dünya hegemonyasını üstlenme konusunda araçlara ve iradeye sahip olmayan Rusya ve/veya Çin’e kaymasını da beraberinde getirmektedir. Aynı ittifakın üyeleri olan ülkeler, düzenleyici rolünü artık üstlenemeyen ABD’nin yokluğunda aynı konularda çok farklı, karşıt tutumlar alabilmektedir. Örneğin, Libya ve Doğu Akdeniz konusunda Türkiye ile savaşa girmeyi göze alan Fransa’ya karşı İtalya, Türkiye’ye mahcup bir destek verirken Almanya, Fransa’nın AB ambargosu girişimlerini engellemiştir. Almanya, Türkiye’ye tank motoru satmazken Yunanistan’ın ısrarlı isteklerine rağmen ve ABD CAATSA (Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası) kapsamında silah ambargosu uygularken Türkiye’nin en stratejik projelerinden olan havadan bağımsız tahrikli denizaltı projesine desteğini sürdürmektedir. NATO üyesi Kanada, Dağlık Karabağ savaşının ardından Bayraktar TB-2 silahlı insansız hava araçlarında kullanılan bir elektronik sistemin satışını süresiz askıya alırken, başka bir NATO üyesi Polonya, Türkiye’den çok sayıda TB-2 almaktadır. Örnekler çoğaltılabilir.

Dokuzuncu temel unsur, Herhangi bir çatışma durumunda Batı desteğine güvenilemeyeceğini gören veya Atlantik teşvikiyle Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olunacağını düşünen birçok Batı yanlısı ülke, Rusya ve Çin ile pragmatik ilişkiler geliştirmektedir. Bu dönemde Türkiye gibi bölgesel güçler, söz konusu pragmatik ilişkilerden yararlanarak etki sahalarını genişletebilmekte ve rejimlerini daha otokratik bir hale getirme yoluna gitmektedirler. Popülist pragmatizmin uluslararası ilişkilere sirayet etmesi, Batının artık askeri, ekonomik, kültürel olarak güçlü ve belki en önemlisi insani değerler olarak cazibe merkezi olarak görülmediği bir iklimde, Rusya ve Çin’e büyük manevra kabiliyeti kazandırmaktadır. Türkiye ve Rusya, Fransa’nın geri çekilmek zorunda kaldığı Sahra Altı Afrika ülkelerinde giderek ağırlığını artırmaktadır. Rus paralı askerleri, paravan Wagner şirketi sayesinde Rusya’nın askeri varlığını dünya ölçeğinde yaymaktadır. Çin, Venezuela’dan Etiyopya’ya, Sudan’dan Pakistan’a kadar birçok ülkede varlığını güçlendirmektedir. Hatta, Yunanistan’da ülkenin en büyük limanı olan Pire Limanının da sahibidir.

Onuncu temel unsur, ABD müdahaleleri hedef ülkelerde halkların birlikte yaşama iradesini kırmakta, birlikteliği olanaksız hale getirmektedir. En azından kozmopolitikliği becermiş olan ülkeler hızla ilkel bir milliyetçilik, cemaatçilik, mezhepçilik, kabileciliğe savrulabilmektedir. Şu işe bakın ki sözgelimi Sırbistan’a NATO müdahalesi tam da bunu önleme bahanesiyle yapılmıştı: Sırbistan’ın soykırım ve etnik temizlik girişimine karşı uluslararası toplum demokrasi ve insan hakları, üstün insani değerler uğruna savaşa giriyordu. Oysa Yugoslavya’yı parçalamaya yönelik ilk girişim tarihi müttefiki Hırvatistan’ı kollayarak ve itekleyerek Yugoslavya’dan ayrılmaya özendiren Almanya’dan gelmişti. Demokratik Alman Cumhuriyeti, yani Doğu Almanya ile birleşerek periferisini genişleten Almanya, stratejik hinterlandında yeniden söz sahibi olmak istiyordu. Bunun insani bir bedeli de olacaktı kuşkusuz…

Son olarak, ABD müdahalelerinin yarattığı insani krizin en önemli boyutlarından birisi olarak yaşanan mülteci krizinden söz edilmelidir. 38 milyon ila 60 milyon olarak tahmin edilen mülteci sayısı, II. Dünya Savaşı’nın toplam mülteci sayısı kadardır. Mülteci krizi, merkez kapitalist ülkelerde zenofobi ve yabancı düşmanlığını daha da artırmış, müdahale edilen ülkelerde veya mülteci güzergahlarında yer alan ülkelerde, akını önleyecekleri vaatleri veya inancı doğrultusunda otokratik rejimlere destek verilmesi eğilimini güçlendirmiştir.


Toparlamak gerekirse gerileyen Atlantik ittifakı ve boşalan hegemon koltuğunu doldurmak için münasip bir aday veya bloğun olmaması tüm dünyayı ateşe atabilecek bir kaos ortamının tetikleyicisi olabilir. Neoliberalizm, dünyanın entelektüel birikimini ve temel insani değerleri büyük bir erozyona uğrattı. Öngörülemeyecek bir süre boyunca dünyanın kabile devletlerine benzer insiyaklarla yönetileceğini söyleyebiliriz. Kabileler arasında bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, ilkesiz ilişkiler, paylaşımı, eşitliği reddeden ayrımcı, yabancı düşmanı faşizan ülkelerle dolu bir dünyada yaşamaya başlayacağız. Etkisi giderek hissedilen iklim krizi, insani felakete eşlik eden büyük bir çevresel faciayı ve muhtemel daha fazla savaşı beraberinde getirecek. Bir varil petrol için birbirine giren ülkeler, bu kez bir somun ekmek, bir bardak su için savaşacaklar. Üstelik, başta düzenleyici bir güç olmadan.

Demetevler, 9 Eylül 2021