Sosyal medyaya, kendini onaylamaya ve izolasyona ne kadar bağımlı hale geldik. Telefonlarımıza ve güvenli alanlarımıza sımsıkı tutunmak bizi geniş gerçeklik alanından kopartıyor. Bu, baskıcı, yıkıcı ve gittikçe kötüleşen bir gerçeklik. Hep kendi görüşlerimize benzeyen görüşlerin dile getirildiği, karşıt görüşlerin tehdidinden uzak alanlarda hoşça vakit geçiriyoruz. Sosyal medyada yaşam kimliğimizi şekillendiriyor ve büyük resmi görmüyoruz. Büyük resim böyle olduğuna göre, arzuladığımız toplumla ilgili değişimleri gerçekleştireceksek birbirimize ihtiyacımız var.

Toplumsal adaletsizliklerin hızla artışı sosyal medya kullanıcılarının toplumsal adalet savaşçılarına dönüşmesine yol açtı. Bilinç yükseltme ve bilginin yayılması son derece önemli, fakat değişim denkleminde sadece bir adımdan ibaret olduğunu unutmamalıyız. Değişim yaratmayı ve bu adaletsizliklerin asla tekrar yaşanmamasını istiyorsak çoğalmaya, kararlılığa, çeşitli talepler dizisine ve toplum için bir vizyona gereksinimimiz var. Toplumumuzdan hangi değişiklikleri istediğimizi tasarlama, kaderimize gücü elinde bulunduran az sayıda kişi tarafından karar verilmemesini sağlama olanağımız var. Kullanmayı istersek güç kendi ellerimizde.

Her kuşakta mevcut toplumsal kurumları kökten değiştirmeyi hedefleyen ve dünyayı tamamen yeni bir şekilde düşünme ve algılamaya öncülük eden birileri vardır. Bu bakımdan bizim kuşağımız da farklı değil. Kişiliğimizin oluşum döneminde internetin içine doğduk. İnternet yetişme çağımızın bir parçası oldu. Kimliğimizi ve etrafımızdaki dünyayı şekillendirdi. Şirketler ve siyasetçiler elbirliğiyle çalışıyorlar. Gündemlerini nasıl ayarlayacaklarına karar vermek için ne yönde ilerlediğimize bakıyorlar. Retorikleri kafamızı karıştırmamalı.

Makyaj ve kıyafet farklı olsa da hemen hemen aynı gündemi takip ediyorlar. Bizi yatıştırmak ve onayımızı almak için sadece biraz makyaj yapıyorlar. Her iki parti de halkın haklarının ve gücünün içini boşaltmaya, büyük şirketlerin denetim ve hâkimiyetini genişletmeye yarayan aynı çizgiyi izliyor. İster uluslararası düzeyde isterse ülke içinde olsun gösteriyi sahneleyenler özel şirketler ve bu gösteriyi Amerikan halkına satmak zorundalar.

Geçen birkaç yılda siyasi alanda bir geçişe tanık olduk. Bu geçiş, iktidarı elinde tutanların işlerini rahatça yapmalarını sağlayacak şekilde siyaseti bireyselleştirmeyi hedefliyor. Siyasetçilerin “duyar kasmasını”[i], şirketlerin “dayanışmacı duruşlar” gösterdiğini ve ilerleme görüntüsü vermeye yönelik başka birçok retorik duruş sergilediğini gördük. İktidardakileri sorgulamaya ve yalnızca retorik değil gerçek değişimler için zorlamaya harcadığımız zamandan çok daha fazlasını birbirimizi mahkûm etmeye, birbirimizin tutumlarını ve ifadelerini denetlemeye harcıyoruz.

Siyaset evreninde ve şirketler dünyasında daha çeşitli bir temsile sahip olmak kuşkusuz faydalı olsa da, bunun onlar açısından yıllardır izledikleri yoldan gidebilmek için yapılması gereken bir işler listesinden ibaret olduğunu belirtmeliyim. Yurtiçi ve dışında, gösterisini yaptıkları değerlerin doğrudan altını oyan politikalar izlerken azınlıkların, beyaz olmayanların, LGBTİ+ topluluğunun ve yabancı ülkelerin yurttaşlarının haklarını umursuyor olamazlar. Gerçekten enayi olduğumuzu mu düşünüyorlar?

Bunu başarabilmelerinin yollarından biri, iktidarı elinde tutanlara meydan okumak üzere kendi aramızda birleşmeyi becerememiz. İptal Kültürü [Cancel Culture][ii] olarak kendini gösteren şey bizim kuşağımıza özgü değil, fakat bize de bulaşan bir salgın. Haksızlıklara karşı durmak şüphesiz faydalı olmakla birlikte bunu yaparken izlediğimiz yol yarardan fazla zarar getiriyor. Ortaya çıkan atmosfer inanılmaz derecede düşmanca ve sadece “iptal edileni” değil, iptal edenleri ve olup biteni izleyenleri de etkileyen, zayıflatıcı ve önemsizleştirici bir etkiye sahip.

Bu durum, yaşamları altüst olacağı korkusuyla insanları, bildikleri ve bilmedikleri konular hakkında konuşmakta çok daha tereddütlü hale getiriyor. “İptal” edenler ise çok muhtemelelen ve haklı olarak yaşamları konusunda kendilerini güçsüz hisseden bir konumdalar. Bu hayal kırıklığını onları yabancılaştıran başka birilerine yansıtmak, iktidarın kökenindeki nedenleri sorgulama veya bunun için birlikte çalışma sorumluluğunu ıskalayan ucuz bir eleştiridir. İktidardakiler için bu, bizi birbirimizden ayrı tutan ve onlarla çatışacağımıza sürekli birbirimizle çatışmamıza yol açan son derece yararlı bir araç halini aldı.

İlerici olduğunu düşünen insanlar olarak sadece toplumda değil birbirimizde de devrimci bir dönüşüm yaratma gücümüzün altını oyan şekilde davranma eğilimdeyiz. Bu mücadelede yer aldığını varsaydığımız insanlar bizimle mücadele ediyorlar.

Şunu belirtmek gerekir ki bu bütünüyle bizim hatamız değil, içinde yetiştirildiğimiz çevrenin bir göstergesi. Zamanımızı sosyal medyada harcamak kendi adımıza konuşma ve düşünme becerimize büyük ölçüde ket vurdu. Bu platformları ne kadar fazla kullanırsak, hoşumuza giden şeyler de o kadar fazla kaydediliyor, analiz ediliyor ve benzer düşüncelerin dile getirildiği aynı, dar kafalı ortamda kullanılmak üzere önümüze getiriliyor.

Mütemadiyen aynı türden malzemeyi görmek kendi kendini onaylayan dünya görüşümüzü güçlendiriyor ve başka bakış açılarını duyma becerimizin gelişmesini engelliyor. Hangi topluluk içinde devinirsek devinelim bu bir sorundur. Bizden farklı düşünenlere husumetimiz ne kadar artarsa, o kadar kolay kategorize eder ve denetleriz. Bireyler ve kolektifler olarak büyümemiz durur. Seçkinlere gerçek anlamda meydan okuyacak ve toplumun olumsuzluklarını gerçekten değiştireceksek bu engeli aşmak zorundayız.

Kullandığımız platformlara içkin olan bu farklı bakış açılarına kapalı olma etkisinin yanı sıra bizi daha kişisel olarak etkileyen başka bir sorun daha var. Akranlarımız tarafından bitmez tükenmez bir onaylanma ve kabul görme arzusu, sürekli olarak asla gerçekleşmeyecek bir tatmin duygusu arayışına girmemize neden olarak, bizi tecrit olmuş bir vaziyette ve yalnız bırakıyor. Dikkatimizin büyük bölümünü çevrimiçinde nasıl göründüğümüze vererek kendimize inanılmaz derecede iç gözlemsel [introspektif] bir ödül sistemi aşılıyoruz. Bireye dair bu takıntı [obsesyon], bizi antisosyal yapıp çevremizdeki herkesi güvenilmez görmemize yol açıyor.

Herhangi türden bir topluluk, işbirliği olmadığında gerçeklikten kopuk, kendini onaylayan görüşleri teşvik eden küçük dünyalarımızla baş başa kalıyoruz. Kimliğimizi oluşturmak ve korumak en önemli şey haline geliyor. Yüzeysel gerekçelerle kendinizi başkalarından ayırmak amaca dönüşüyor. Biz, sosyal medya kullanıcıları olarak yangını söndürmüyoruz, aksine ısıyı yükseltiyoruz. Bu bizi kollektif eylemin, kamusal mal ve hizmetlerin veya birbirimizi desteklemenin peşinde koşmaktan alıkoyuyor. Şirketlere her bireyden küçük, iyi tüketiciler imal etme, seçilecek siyasetçilere gerçek bir değişim yaratmaksızın davamızı ya da topluluğumuzu terk etme ve medyaya da bizi sürekli korku içinde tutan düpedüz yalanlar söylemeyi sürdürme imkânı tanıyor.

Bir şeyi ne kadar fazla kullanırsanız ruhunuza o kadar fazla yerleşir. Sosyal medya ekranını ne kadar fazla aşağı doğru kaydırır ve içeriği algılarsak -ki genelde bir dakikadan fazla sürmez- kendimize ne zaman ihtiyaç duyarsak anında tatmin yaşayabileceğimizi söylemiş oluyoruz. Fakat buna methiye düzmeden önce bilelim ki bu durum, eğlenme becerimizi ve anında yüksek doz dopamin vermeyen herhangi bir içeriği algılamamızı büyük ölçüde engelliyor. Dikkat sarf etmek, araştırmak, bize tatmin getirecek herhangi bir şeyin peşine düşmek çok daha zordur. Zira genellikle en büyük tatmini sağlayan şeyler, çok kısa zaman alan şeyler değildir.

Bazı şeyler başkalarına göre daha çabuk ortaya çıkar; ama bu çetin sorunun üzerine gidecek kapasitemiz yoksa, bizi yaşamlarımızın büyük kısmını yöneten yapısal sorunlardan bihaber bırakan kendi dünyamızda dönüp durmaya devam ederiz. Sosyal medyayı daha fazla kullandıkça dikkat aralığımız o kadar kısalır ve etrafımızdaki dünya daha korkutucu ve tatmin sağlamaktan uzak hale gelir. Bu durum şirket medyasına, bize düşmanlarımızın kim olduğunu bildirme olanağı sağlar, çünkü bunu sorgulamadan kabul edeceğimizi ve yurtiçi ve dışında zalimlikler gerçekleştirilmesine rıza göstereceğimizi bilirler. Sosyal medyaya bir koltuk değneği olarak değil daha ziyade bir araç olarak bakmaya başlamalıyız.

Yaz boyunca George Floyd’un hunharca katledilmesi toplumsal bir infiali ateşledi ve bu infial enerjik protestolara, destek dalgalarına, insanların ilgi ve alâka duymasına ve bu dehşet ile ıstırabı yaratıp kolaylaştıran sistemik sorunlar hakkında yüksek bir farkındalığa evrildi. Beyaz olmanın ayrıcalıkları, bilinçli ve bilinçaltı ırkçılık, Beyaz üstünlükçülüğü ve daha düşük bir düzeyde kapitalizm ve emperyalizm toplumsal suçlamanın konusu oldu. Bu düzeyde bir katılım ve mücadele kayda değerdir, ancak sürekli büyüyen bir hareket, çeşitlenen bir talepler kümesi ve hedeflerimizi şekillendirecek bir vizyon ve strateji olmaksızın iktidarı elinde tutanların gözünde daha çok yönetilebilir durumda bulunuyoruz.

Polisi lağvetme hedefi birçok insanı birleştirdi, fakat başka pek çoklarını da uzaklaştırdı. Popüler düşüncenin aksine bu durum uzaklaşanların genelde Beyaz üstünlükçülüğü desteklemesi ve Siyah ve Kahverengi insanları ayaklarının altında ezmek istemesinden kaynaklanmıyor. Çoğu kişi, “polisi lağvet!” veya “polisin bütçesini azalt!” ifadelerini duyuyor ve neden bahsettiğimiz konusunda hiçbir fikri olmuyor. Daha kötüsü, anında bu fikre düşman kesiliyorlar. Bu, olup biteni bizim gibi görmüyorlar diye insanları eleştirmek yerine, aktivistler için topluluklara ulaşmak ve söz konusu mesajı insanların anlayıp destekleyeceği şekilde açıklamak için bir eylem çağrısı olmalı. Fakat “polisin bütçesini azalt!” benzeri bir ifade anarşistleri ve haklı olarak öfkelenenleri duygusal bir tepkide birleştiriyor ve bu tepki hedefe vurgu yapmaktan ziyade sistemin yol açtığı hayal kırıklığını ve acıyı dışavuruyor. Çoğumuz iyi niyetliyiz ve hakikaten bir farklılık yaratmak istiyoruz, fakat iletişimin yabancılaşmasına ve niteliğinin düşmesine katkıda bulunduğumuz ölçüde bunu başarma şansımız da azalıyor.

Hareketlerimiz ve çabalarımızdaki strateji yoksunluğu göründüğünden çok daha korkunç sonuçlara yol açıyor. Protestolar örneğini alalım. Protestolar tarihsel olarak toplumsal değişimi gerçekleştirmenin etkili bir yoludur, ama daha önemlisi biricik yolu değildir. Kimin veya hangi örgütlenmenin örgütlediğinden, o tek gösteriye katılmanın ötesinde nasıl dahil olacağımızdan ya da tam olarak neyi talep ettiğimizden tam emin olmadığımız bir protestoya katılmak insanların enerjisini tüketiyor. Başlangıçta belirli sorunlar konusunda büyük bir enerjiye ve ilgi alâkaya sahip olabiliyoruz, fakat genellikle yabancılaştığımızı, güçten düştüğümüzü ve kafamızın karıştığını hissettiğimiz olaylara veya organizasyonlara katılıyoruz. Üstüne üstlük pek çok insan protestolara katılamayacak durumda olduğu için potansiyel destekçilerin geniş çoğunluğu dışarıda bırakılmış oluyor. Taktiklerimizi, motiflerimizi ve stratejilerimizi çeşitlendirmek, iktidara gerçek anlamda meydan okumak üzere gereksindiğimiz desteği sağlamak için temel önemde.

Değişimi yaşama geçirmenin yolu başkalarıyla birleşmekten, sürekli yeni üyeler kazanıp onları güçlendirmekten ve seçkinler üzerinde onları gerçek anlamda zorlayacak yaratıcı yollarla baskı kurmaktan geçer. Bizi görmezden gelmek yerine politikalarından vazgeçmeyi seçkinler açısından çok daha iyi bir seçenek haline getirmemiz gerekiyor.

Vietnam Savaşı’na ve askere almaya karşı direnişleri, kaçak askerlerin korunmasını, protesto gösterilerini, üniversitelerde açık dersleri ve oturma eylemlerini düzenlemek üzere birlikte çalışan yığınlarca insana ve örgütlenmelere bakarsak çok çarpıcı bir şey görebiliriz. Daniel Ellsberg’in ifşa ettiği Pentagon Belgeleri’nde görüyoruz ki iktidardakiler Vietnam halkının ve toplumlarının katledilmesi ve yok edilmesi karşısında aniden büyük bir ahlaki öfkeye kapılmamıştı. Şu ortaya çıkmıştı ki savaşı sürdürmenin maliyetleri ve ilaveten yurtiçindeki durum, onları politikalarını değiştirmeye zorlamıştı. Yüksek bir bilinçlilik düzeyi, askere alınmayı reddetme ve sadece savaşı değil emperyalizmi, patriyarkayı, kapitalizmi, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve sınıfçılığı sorgulamaya yönelen, giderek büyüyen bir hareket vardı. Hareketlerimizde de bu şekilde düşünmeye gereksinmemiz var.

İnsanlar, toplumumuzda gerçek, yapısal değişimler arzuluyor. Bu durum, Trump ve Sanders’ın cazibesinin bir kısmını açıklıyor. Burada karşılaştığımız sorun şu ki siyasi dikkatimizin büyük bölümünü başkanlık seçimlerine yöneltiyoruz. Her dört yılda bir gölgelerden çıkarak bir adayı destekliyor, ardından bir sonraki seçime kadar kış uykusuna yatıyoruz. Siyasi eylem süregiden bir şeydir. Geri kalanlardan çok farklı olduğunu düşünerek bir adayı destekliyoruz; ardından geri alınan reformlarla, şirket seçkinlerine hizmet eden çıkarlarla, yurtiçi ve dışında süregiden yıkımla ve yapısal sorunlara dönük gönülsüz çabalarla baş başa kalıyoruz.

Bu siyasetçiler, seçildiklerinde ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bağış yapan şirketlerden, konformizm atmosferinden ve siyasette yükselme merdivenlerini tırmanmaktan oluşan bir ortamda yozlaşıyorlar. Nihayetinde sistemdeki baskıya teslim oluyorlar. Sistemin içinde faaliyet göstermek kuşkusuz değişimi gerçekleştirmenin yollarından biri, fakat hiçbir zaman bütün yumurtaları aynı sepete koymamaya dikkat etmeliyiz. Nitekim sonuçlar genellikle pek ümit verici olmuyor. Gerçek değişimi sağlamak, dinlemek, örgütlenmek ve talep etmek için kendi dünyalarımızdan çıkmamızı gerektiriyor. Sistem bizim yabancılaşmamızdan serpilip gelişiyor.

Öfkelenmişsek, bir şeyler yapmamız gerekiyorsa -bu “bir şeyler” açık olmasa bile- birlikte çalışmaya ve kendimizi herkesten akıllı veya rahat hissetmeyebileceğimiz konuşma ortamlarında birbirimizi duymaya açık olmalıyız. Herhangi bir konu hakkında daha az şey bilenlerin daha fazla bilenler tarafından güçlendirildiği ve daha fazla şey bilenlerin daha az bilenler tarafından sorgulandığı kolektif bir alana ihtiyacımız var. Çok şey bilen az sayıda kişinin başkalarının pahasına mütemadiyen kendi hâkimiyetlerini öne sürdüğü mevcut halimizle devam edersek, küçümsediğimizi söylediğimiz toplumun dokusunu o kadar fazla tekrarlamış oluruz.

Bu mücadelede güç yapılarına meydan okumak, birlikte olmaya ihtiyaç duyduğumuz yaşıtlarımızın söz ve eylemlerini sürekli eleştirmek ve onları yabancılaşmaya mahkûm etmekten çok daha önemli. Birilerinin bu türden şeyler yapması, bizatihi beyan ettiğimiz ahlaki ilkelere korkunç bir haksızlık yapmak olur.

Bizim için anlamak çok daha kolay olabilir, buna karşın dünyada gördüğümüz pek çok sorunun karmaşıklığı bir veri grafiğiyle açıklanamaz. Resmin bütününü anlamak üzere bilgilenmek, araştırmak ve kendimizi sorgulamak geçmişte kalmış bir şey gibi görülüyor. Bilgiye çabucak, daha kısa ve özet halinde erişmek ve istediğimiz zaman kullanabilmek istiyoruz. Bir şeyi hemen anlamadığımızda sabırsızlanıyor, tartışılan mevzular hakkında itirazla karşılaştığımızda rahatsız oluyor ve başkaları olup bitenleri bizim gibi görmediğinde öfkeleniyoruz. Bu rahatsızlıklarla başa çıkmak için onları sorgulamaya yönelmiyoruz; bunun yerine sözünü ettiğim rahatsızlıkları, dizilerin bölümlerini bir oturuşta seyretmeye, sosyal medyada ekranı kaydırmaya, TV’deki en son alâkasız dramayı seyretmeye, alışveriş terapisine ya da müptelalığa kanalize ediyoruz.

Oysa çevremizi anlayıp harekete geçmemize yardımcı olmakta, içinde bulunduğumuz durumları aydınlatmakta faydalanabileciğimiz, elimizin altında pek çok şey var. Daha da önemlisi mücadelemizde yalnız olmadığımızı bilelim. Tarih sadece yaşlılar için değildir, şimdiki zamanda yaşamakta olduğumuz bir şeydir. Olup bitenlerin nasıl olduğuna dair tarihsel bağlamı anlamak; aynı zamanda bizden önce gelenlerden öğrenme, bize geçmişin mücadelelerini sürdürme, daha önce yapılanları geliştirip yenilikler getirme imkânı sağlar. Ancak bunu yapabilmek için bu çabanın yerine getirilmesini olanaklı kılan zihinsel bir yapıya sahip olmamız gerekiyor.

“Her gün o kadar korkunç şeyler oluyor ki benim elimden ne gelir?”

“İnsanların yapısı kötücüldür, bu nedenle ne yaparsak yapalım hiçbir işe yaramaz”

Hiçbir şey yapmamak için sık sık duyduğum iki bahane bunlar. Her gün gördüğümüz baskıların hepsinin eyleme geçmeyi haklı çıkarmaya yetip de artacağını temenni etsem de açık ki durum böyle değil.

Dağınık bir muhalefetimiz, kısa ömürlü örgütlenmelerimiz var ve kapsayıcı işbirlikleri neredeyse hiç yok; bu da süreci fazlasıyla zorlu kılıyor. Ama tabii ki yapılabilecek şeyler var. Toplumumuzda sürekli yaygınlaştırılan bireyselleştirilmiş başarı ideali yerine yaşamlarını dünya halklarına yardım etmeye adamış bazı gazetecileri, aktivistleri ve öğretmenleri görmek mücadeleye katılmak için ilham kaynağım oluyor. Bu insanlar toplumun nasıl berbat durumda olduğunu biliyorlar. Fakat bunu, gündelik yaşamın gaddar gerçekliğine sırtlarını dönmek için bir bahane olarak kullanmıyorlar.

Gerçekten yapı olarak kötü kişilere gelince, en fazla hayranlık duyduğunuz insanı düşünmenizi istiyorum. Şimdi kendinize şu soruyu sorun: İnsan doğası hakikaten son derece kötü olsaydı, o zaman bu kişiyi iyi yapan nedir? Toplumuzda insanların zalimane davranmaya teşvik edildiği akla yakın, hatta makul bir düşünce değil mi? Etrafımızdaki bütün kurumlar kötü olmayı ödüllendiriyor, kötü olmanın bir karşılığı var. Söylendiği gibi, herkesin başarılı olmak için birbirine zarar verdiği bir dünya burası. Peki iyi insanı yaratan neydi? İnsanların birçok kapasitesi var; bazıları iyi, bazıları kötü, fakat insanlar büyük ölçüde dayanışmacı, hakkaniyetli, yardımsever ve birbirlerine insanca davranma yetisine sahipler.

Toplumdan ne istediğimizi düşünmeye başlamalıyız. Siyasi yapımızın nasıl olmasını istiyoruz? Bir ekonomiden talep ettiğimiz şeyler ne olmalı? Irkçılık, cinsiyetçilik ve sınıfçılıkla mücadele etmek için ne yapacağız? Dünyanın geri kalanıyla ilişkilerimiz nasıl olmalı? Toplumumuza dayanışmayı, hakkaniyeti, çeşitliliği, özyönetimi ve sürdürülebilirliği nasıl getirebiliriz? Ele alınması gereken bir dolu sorun var, fakat bu meseleler hakkındaki konuşmalar fazlasıyla elemanter bir düzeyde başlıyor. Burada çok kötü çuvallıyoruz. Hiçbir istikamet olmadan mücadelelerimiz boşuna olacaktır. Kendimiz ve gelecek kuşaklar için istediğimiz geleceği kurma fırsatımız var. Bu çaba herkesi kapsamalı.

Tam da gereksinmemiz olan şey, kaderimizi kontrol eden yaşam alanlarında devrimci, yapısal bir değişim. Bu durumda şu sorun gündeme geliyor: Bu tam olarak ne demek ve söz konusu değişime ulaşabilmek için nasıl bir planlama yapmalıyız? Medyamızın şirketler tarafından kontrol edilmesi ve sansür, sağlık hizmetlerimizin, eğitimin ve barınmanın özelleştirilmesi, temel ihtiyaç maddelerinden yoksun kalma, kendi çıkarlarımız uğruna yerküredeki başka ülkelerin bombalanması ve yaptırımlar uygulanması, ipleri büyük şirketlerin elinde olan siyasetçiler, intiharvari çevresel yıkım, kendi halkının refahı pahasına kârlarını artırmayı hedefleyen bir sisteme içkin olan tiksindirici bir servet eşitsizliği… Bana kalırsa hepsi de savaşmaya değer. Yukarıdaki iki sorunun bizi caydırmasına izin vermemeliyiz.

Bunlar görmezden gelemeyeceğimiz veya birtakım veri grafikleriyle geçiştiremeyeceğimiz sorunlar. Doğrudan ve stratejik bir bakışla ele alınması gereken sorunlar bunlar. Elbette sabahtan akşama bunu başaramayız; ancak iktidardakilerin küresel düzeyde ve yurtiçinde yaşamlarımız üzerinde tahakküm kurmasını durdurmak üzere ülkemizde ve dünyada başkalarıyla birleşmek için bir temel oluşturmak zorundayız.

Burada yazılanlar, bizden önce gelenlerden daha iyisini yapmamız ve yeni bir kararlılık ve adanmışlık dalgası oluşturmamız gerektiği yönünde herkese yapılmış bir çağrıdır. Hiç kuşkusuz bize verilenden daha iyi bir şey inşa edebiliriz, ama bunu tek başımıza yapamayız.


Cooper Sperling, yazar, sanatçı, aktivisttir ve The New School’da 1. sınıf öğrencisidir. School for Social & Cultural Change’de[iii] [Toplumsal ve Kültürel Değişim Okulu – SSCC] öğrencidir ve Bağımsız Sol isimli bir medya projesi üzerine çalışmaktadır. Sperling, hareketlere yaratıcı ve katılımcı bir tarzda vizyon ve strateji kazandırmanın güçlü bir savunucusudur.

 

[i] İngilizcede “virtue signaling” tam olarak bu anlama geliyor. Kişinin samimiyetsiz şekilde kendini başkalarından daha ahlaklı veya duyarlı gösterme çabası demek. Aşağılayıcı ve eleştirel anlamda kullanılır. Genellikle sosyal medyada hashtag aktivizmi peşinde koşanlar için söylenir. Terim, dilin bozulmasından toplumsal bilincin yitimine kadar pek çok yönden eleştiri konusu olmuştur. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Duyar_kasma -ç.n.

[ii] İptal kültürü veya sosyal medya için kullanılan adıyla linç kültürü, bir kişinin toplumsal alanın dışına itildiği modern bir dışlama biçimidir. Hem sosyal medyada hem de günlük hayatta iptal kültürünün izlerine rastlanabilir. Bu türden bir eylemin hedefi olan kişinin sosyal medya özelinde “linçlendiği”, genel olarak ise “iptal edildiği” söylenmektedir. Merriam-Webster sözlüğü iptal edilmeyi, kişiye olan desteği kesme olarak tanımlar. Linç kültürü, ifade özgürlüğü ve sansür tartışmalarına konu olmuştur. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ptal_k%C3%BClt%C3%BCr%C3%BC -ç.n.

[iii] SSCC okulu, PARC Media ve RevolutionZ tarafından başlatılan, çeşitli konularda aktivistlere yönelik derslerin verildiği muhalif online bir okuldur. SSCC’de verilen derslere ayrıntılı olarak buradan bakılabilir. -ç.n.