Bu söyleşi 4 Ağustos 2022 tarihinde Thruthout sitesinde yayınlanmıştır. 

Çin’in uluslararası ilişkilerde artan nüfuzu dünya düzenine bir tehdit teşkil ediyor mu? Birleşik Devletler ve en yakın müttefiki Britanya böyle düşünüyor. Aslına bakılırsa ABD ve Çin arasındaki rekabet muhtemelen 21 yüzyılda dünyanın gidişatına hâkim olacak. Bu jeostratejik oyunda Batı güvenlik topluluğu dışındaki bazı ülkelerin, örneğin Hindistan’ın gelişmekte olan emperyalizmin yeni aşamasında kilit bir rol oynaması bekleniyor. ABD gerilemekte olan bir güç ve artık kendi isteklerini tek taraflı olarak dikte edemiyor. Buna karşın, Truthout için yapılan bu özel mülakatta Noam Chomsky’nin vurguladığı gibi, ABD’nin gerilemesi “çoğunlukla içerde aldığı darbelerden” kaynaklanıyor. Emperyal bir güç olarak ABD hem dünya barışına hem de kendi yurttaşlarına karşı bir tehdit oluşturuyor. Trump’ın 2024 seçimlerinde Beyaz Saray’a dönmesi halinde Birleşik Devletler demokrasisinden geriye ne kaldıysa onları da ortadan kaldırmaya dönük radikal bir plan bile var. Seçimleri kazanabilecek diğer Cumhuriyetçi adaylar da bu planı uygulayabilir. ABD’nin emperyal gücü ve dünya sahnesindeki etkisi hakkında bundan sonrası için ne söyleyebiliriz?

Chomsky, MIT’de dilbilim ve felsefe emeritus profesördür. Aynı zamanda Arizona Üniversitesi’nde Dilbilim, Çevre ve Toplumsal Adalet Programı’nda Agnese Nelms Haury Kürsüsü profesörüdür. Dünyada en fazla alıntı yapılan akademisyenlerden biri ve milyonlarca insanın ulusal ve uluslararası bir hazine gözüyle baktığı kamusal bir entelektüel olan Chomsky, dilbilim, politik ve toplumsal düşünce, politik iktisat, medya çalışmaları, ABD dış politikası ve dünyadaki gelişmeler üzerine 150’den fazla kitap yazdı. Son kitapları şunlardır: The Secrets of Words (Andrea Moro ile birlikte, MIT Press, 2022); The Withdrawal: Iraq, Libya, Afghanistan, and the Fragility of U.S. Power (Vijay Prashad ile birlikte, The New Press, 2022) ve The Precipice: Neoliberalism, the Pandemic and the Urgent Need for Social Change (C. J. Polychroniou ile birlikte, Haymarket Books, 2021).

C.J. Polychroniou: Noam, Batılı güçler Çin’in hâkim bir ekonomik ve askeri güç olarak yükselişine artan şekilde savaşçı bir diplomasiden yana çağrılarla yanıt veriyor. İndo-Pasifik bölgesine yakınlarda yaptığı bir yolculuk sırasında ABD Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, Çin’in bölgede daha saldırgan hale geldiğini söyledi; Biden yönetimi de Çin’i “hızını arttıran bir tehdit” olarak tanımladı. Görev süresi yakında tamamlanacak olan Britanya Başbakanı Boris Johnson’ın yerine geçecek adayların önünde gelen Rishi Sunak, Çin’in Birleşik Krallık’a yönelik “en büyük tehdit” olduğunu dile getirdi. Sunak, başbakan olursa Çin Hükümeti’yle bağlantılı bir kuruluş tarafından finanse edilen ve yönetilen Konfüçyüs Enstitüleri’ni Birleşik Krallık’ta yasaklayacağı sözü verdi. Batı, niçin kalkınan bir Çin’den bu kadar korkuyor ve bu bize 21. yüzyıldaki emperyalizm için ne anlatıyor?

Noam Chomsky: Kısa fakat kapsamlı bir bakış faydalı olabilir, ilk önce korkuların tarihine, ardından bu korkuların kendini göstermesinin jeostratejik koşullarına. Burada Batı’dan dar anlamda söz ediyoruz, spesifik olarak da Anglo-Amerikan “özel ilişkisinden”. Bu ilişki 1945’ten bu yana, Britanya’nın bazen ayak sürüyen, bazense çarpıcı şekilde Blair dönemindeki gibi efendiye hizmet etmeye hevesli küçük ortak rolüne büründüğü bir işbirliği olarak süregeldi.

Korkular çok gerilere uzanır. Rusya söz konusu olduğunda 1917’ye kadar uzanır. Dışişleri Bakanı Robert Lansing Başkan Wilson’ı şöyle uyarmıştı: Bolşevikler “sayısal güçleriyle efendi olmaya teşvik edilen bütün ülkelerin proleterlerine, cahil ve zihinsel olarak kusurlu olanlara sesleniyorlar … dünyanın her yanındaki huzursuzluk dikkate alındığında son derece gerçek bir tehlike”.

Dışişleri Bakanı John Foster Dulles 40 yıl sonra Lansing’in endişelerini farklı şartlarda tekrar ediyordu. O zamanlar Dulles ABD’nin “gelişmemiş halkların zihinleri ve duyguları üzerinde denetim kurmakta çaresizce Sovyetler’in gerisinde kaldığından” şikayet ediyordu. Dulles’a göre temel sorun Komünistlerin “kitle hareketlerini denetimlerine alma becerisidir …. bizim bir benzerini yapacak kapasitemizin olmadığı bir şey … Onlar yoksullara hitap ediyorlar ve yoksullar her zaman zenginleri yağmalamak istemiştir”.

Bunlar, şu veya bu biçim altında ayrıcalıklıların tekrar eden korkularıdır.

Akademik çalışmalar büyük ölçüde Lansing’in endişelerini paylaşır. Soğuk Savaş dönemi akademik çalışmaların meşhur duayeni John Lewis Gaddis, Soğuk Savaş’ın başlangıcını 1917’ye götürür. Gaddis 1917’nin, Bolşeviklerin “kapitalist düzenin bizatihi bekasına karşı” bir meydan okuma olduğunu söyler ve 1917’yi “sadece Batı’nın değil dünyanın hemen her ülkesinin iç işlerine yeni Sovyet Hükümeti’nin derin ve potansiyel olarak çok kapsamlı bir müdahalesi” olarak değerlendirir. Bolşevik müdahalesi Lansing’in fark etmiş olduğu şeydi: Dünyanın her yanındaki işçiler bunu fark edebilir ve karşılık verebilir, planlamada hâkim bir tema olan, korkulan domino etkisidir bu. Gaddis (ABD dahil) Batı’nın Rusya’yı işgalinin, doğru ve haklıya yönelik hoş görülemez meydan okumaya karşı haklı bir özsavunma eylemi olduğunu öne sürer. Şimdilerde “doğru ve haklı” için (kuralları ABD’nin koyduğu) “kural temelli uluslararası düzen” terimi kullanılıyor.

Gaddis, ABD Savaş Bakanlığı’nın 1945’te “mantıklı mantıksızlık”[i] olarak tanımlanan bir kavramına başvuruyordu. “Mantıklı mantıksızlık”, ABD’nin dünyanın büyük bölümünü denetimine alıp askeri kuvvetle Rusya’yı kuşatmasına yönelik savaş sonrası planlara gönderme yapıyordu; hasıma ise benzer haklar tanınmıyordu. Yüzeysel bir gözlemci buna mantıksız gözüyle bakabilirdi, ancak Savaş Bakanlığı derin bir mantığı olduğunu kabul ediyordu; kaba saba konuşanların “emperyalizm” dediği bir mantık.

Aynı mantıklı mantıksızlık doktrinleri, Amerika Birleşik Devletleri’in kendini Avrasya tehditlerine karşı savunduğu bugünlerde de hüküm sürüyor. Avrasya’nın batı sınırında ABD, kendi yönettiği saldırgan askeri ittifakı Rusya sınırına kadar genişleterek kendini savunuyor. Avrasya’nın doğu sınırında ise ABD, Çin’i çevrelemek üzere bir “gözcü devletler” halkası tesis ederek kendini savunuyor. Bu “gözcü devletler”, Çin’i hedef alan yüksek hassasiyetli silahlarla donatılmış durumda ve hiç de incelikli olmayan şekilde Çin’i hedefleyen devasa askeri tatbikatlarla (RIMPAC) destekleniyorlar. Bütün bunlar, Clinton Fernandes’in terimi ve analizini ödünç alarak tartıştığımız “alt-emperyalist” Avustralya’yla birlikte çevreleme stratejisine dönük daha kapsamlı çabaların bir parçası. Bunların bir sonucu, çevrelemeyi yarıp okyanuslara açık bir erişim sağlamak amacıyla Tayvan’a saldırması için Çin’i daha fazla teşvik etmek olabilir.

Belirtmeye hiç gerek yok ki haklar karşılıklı değil. Mantıksal mantıksızlık.

Eylemler daima “özsavunma”dır. Tarihte “özsavunma” amacıyla harekete geçmeyen şedit bir güç olduysa hatırlatmak faydalı olacaktır.

Kökenlerinden bu yana Amerikan toplumunu zehirlemiş derin ırkçı akıntılara dayanan Çin korkusu ise daha içgüdüseldir. 19. yüzyılda Amerikan ulusu “doğal sınırlarına” doğru genişledikçe, demiryollarını inşa etmek için Çinliler kaçırılır ve neredeyse köle gibi çalıştırılırdı. Çinliler için hakaret olarak kullanılan terim (“coolie”), Çinli işçilerin Britanya’nın servetini yaratmak üzere neredeyse köle emekçiler olarak çalıştığı Britanya’dan alınmaydı. ABD’ye yerleşmeye çalışan Çinliler vahşi ırkçı saldırılara maruz kalırdı. 1882’de Çinli emekçilerin ABD’ye girişi 10 yıllığına yasaklandı. Ardından, esas olarak İtalyanları ve Yahudileri hedef alan (böylece ABD’ye girişleri yasaklanınca Yahudileri gaz odalarına gönderen) ırkçı 1924 göç yasasıyla Çinlilerin girişi büsbütün yasaklandı.

Çin’in Kore’de MacArthur’un ordusunu şok edici biçimde yenmesinin ardından 1950’lerde Sarı Tehlike histerisi yeniden canlandı. Bu korkular nitelikleri itibarıyla büyük değişiklikler göstererek sık sık gündeme gelir. Bir düzeyde, Lyndon Johnson, daha üstün hava kuvveti olmadıkça ve “onları” Vietnam’da durdurmadıkça, Çinliler bizi ve “sahip olduğumuz” her şeyi ele geçirecekler diye uyarmıştı. Başka bir düzeyde ise, Kongre çöken altyapıyı ve kritik çip sanayisini yeniden yapılandırmak için Cumhuriyetçi Parti’nin koyduğu engeli aşıp gerekli yasayı çıkarırken bu korku gündemdeydi. Bu meselede sorun, ABD’nin altyapıya ve çip sanayisine ihtiyacı değil, Çin’in gelişmesinin ortaya çıkardığı meydan okumanın üstesinden gelmekti.

Bekamıza dolaysız tehditler oluşturan başkaları da vardır: şimdi aynısını yapan Rusya. Temsilciler Meclisi Seçilmiş Daimi İstihbarat Komitesi Başkanı Adam Schiff, “onları” Ukrayna’da durdurmazsak kıyılarımıza saldıracaklar diye uyardığında, kökleri derinlere inen kültürel hastalıklardan faydalanıyordu.

Şimdi zenginleri yağmalamak isteyen yoksullara ilişkin anlaşılabilir paranoyadan ikinci başlığa geçelim: 21. yüzyılda dünya düzeni, emperyalizm ve güçlenen Çin’e ilişkin ABD-Birleşik Krallık’ın yoğun jeopolitik endişeleri.

Küresel hâkimiyette önceliğimizin tecrübesini hatırlamak yararlı olur.  Avrupa’nın açığında bir ada olan Britanya’nın öncelikli kaygısı, Avrupa’nın denetleyemeyeceği bir güce dönüşerek birleşmesiydi. Keza çok daha uzakta olsa da Birleşik Devletler’e ve onun Batı Yarıküresi’ndeki alanlarına da Avrasya kara kütlesinin açığında bir “ada” olarak bakılabilir. Düşünceleri şimdilerde küresel stratejistlerce yeniden canlandırılan modern jeopolitiğin kurucusu Halford Mackinder’in “merkez bölgesi”[ii] teorisine göre, Avrasya ana kütlesi dünya denetiminin merkezidir.

Emperyal Britanya’nın mantığını genişletecek olursak, ABD’nin, denetimine tabi olmayan bağımsız bir güç olarak “merkez bölgesi”nin birleşmesini önlemeyi hedeflediği sonucuna varabiliriz. Böylece, merkez bölgesinin batı ve doğu uçlarındaki özsavunma operasyonları yerli yerine oturuyor.

Merkez bölgesinin birleşmesine dair çatışmalar, II. Dünya Savaşı sonrası tarihin önemli bir teması olmuştu. Soğuk Savaş dönemi sırasında Rusya’yı bünyesine dahil edecek ve uluslararası ilişkilerde bağımsız bir güç olacak birleşik bir Avrupa inşa etmek üzere bazı Avrupalı inisiyatifler olmuştu. Bu türden fikirler en baskın şekilde Charles de Gaulle tarafından ileri sürüldü, Almanya’da da belirli karşılıklar buldu. Söz konusu fikirler, büyük ölçüde Washington’dan yönetilen NATO temelli Atlantikçi sistem lehine bastırıldı.

Merkez bölgesinin birleşmesi Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle yeniden gündeme geldi. Mikhail Gorbaçov Lizbon’dan Vladivostok’a kadar uzanan “ortak bir Avrupa evi” düşüncesini ileri sürdü. Gorbaçov, Rusya ve Rusya’nın eski hakimiyet alanlarında sosyal demokrasiye geçişi ve çatışma yerine işbirliğine dayalı bir dünya düzeni yaratmak üzere ABD ile eşit şartlarda bir ortaklığı hedefliyordu. Bunlar, alışılmadık bir derinlikle tarihçi Richard Sakwa’nın araştırdığı önemli akademik çalışma başlıklarıdır.

Beklenebileceği gibi, Birleşik Devletler -Avrasya kıyılarından açıktaki ada- bu inisiyatiflere şiddetle karşı durdu. Güç ilişkileri ve Kremlin’in dünyayı fethedeceği yönündeki egemen komplo doktrinleri dikkate alındığında, Soğuk Savaş boyunca söz konusu inisiyatifler pek problem yaratmıyordu. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte yerine getirilmesi gereken görev yeni biçimler kazandı. Marjlarda belirli tereddütler olsa da Birleşik Devletler hızla, Rusya’nın ancak tabi bir konumda katıldığı Atlantik güç sistemini “genişletme” politikasını benimsedi. Epeyce yakınlara kadar, Putin’in yönetimde olduğu yıllarda da eşit şartlarda ortaklık önerileri gündeme gelmeyi sürdürdü. Bu öneriler, Sakwa’ya göre, “Atlantikçi güç sisteminin kalıcı hegemonyasına inananlar açısından nefret nesnesi”ydi.

Fransız ve Almanların trajik suçtan kaçınmak için kararsız girişimlerini reddettikten sonra Putin’in Ukrayna’yı işgali en azından şimdilik meseleyi bir çözüme bağladı. Avrupa şimdi, Ukrayna ve daha ötesi açısından bedeli ne olursa olsun, ABD’nin “Rusya’yı ciddi şekilde zayıflatma” resmi amacını dahi benimseyerek Atlantikçi doktrine boyun eğdi.

Bugünkü şartlarda entegrasyon olmadıkça Almanya merkezli Avrupa ve Rusya büyük ihtimalle gerileyecek. Devasa doğal kaynaklara sahip olan Rusya muhtemelen, şimdilerde Afrika, hatta Latin Amerika’ya doğru genişleyen Çin temelli Avrasya kalkınma projesi Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (KYİ) kaymayı sürdürecek.

Avrupa açısından baktığımızda halihazırda zaten güçlü olan KYİ sistemine katılmanın cazibesi büyük ihtimalle güçlenecek. Hollanda’dan Rusya’nın eski Doğu Avrupalı uydularına kadar uzanan Almanya’nın bütünleşik Avrupa üretim sistemi dünyadaki en başarılı ekonomik sistem oldu. Bu sistem yoğun olarak Çin’deki devasa ihracat pazarına, yatırım fırsatlarına ve yenilenebilir enerjiye geçiş için gerekli metaller dahil Rusya’nın zengin doğal kaynaklarına dayanıyor. Genişleyen küresel KYİ sistemine erişimin yanı sıra bütün bunların terk edilmesi, Washington’ın kuyruğuna takılma karşılığında ödenecek epeyce ağır bir bedel olur. Kovid krizinin ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından dünya sistemi yeniden şekillenirken bu türden değerlendirmeler eksik olmayacak.

Ortak bir Avrupa evinde Avrasya’nın bütünleşmesi, bir anlığına dahi unutulmaması gereken genel bir çerçevede yer alıyor. Ya büyük güçler uğursuz küresel krizlerle yüzleşmek üzere işbirliğine gidecek veya hep beraber yok oluşa doğru yürüyecekler.

Günümüzdeki düşmanlıkları düşününce bu türden bir işbirliğini tahayyül etmek imkânsız gibi görünebilir. Fakat bu illa ki ulaşılamaz bir fikir değil. 1945’te Fransa, Almanya, İngiltere ve daha küçük Avrupalı güçlerin sınırları olmayan ve bazı ortak kurumlara sahip bir Batı Avrupa’da işbirliği yapacakları daha az imkânsız görünmüyordu. Avrupa Birliği’nin iç sorunları yok değil, Britanya da kendini muhtemelen önemsiz bir ABD uydusuna dönüşmeye mahkûm ederek geçen yıllarda Avrupa Birliği’nden çekildi. Buna karşın AB, yüzyıllarca sürüp 20. yüzyılda doruğa çıkan vahşi bir karşılıklı yıkımın şaşırtıcı şekilde tersine dönmesini temsil ediyor.

Buna dikkat çeken Sakwa şöyle yazıyor: “Bir kuşak için üzücü bir hezeyan bir başka kuşak için gerçekçi ve gerekli bir projeye dönüşür.” Bugünün kaos ve şiddetinden yaşanabilir bir dünya doğacaksa bu proje asli önemdedir.

C.J. Polychroniou: Her ne kadar bu ortaklığın belli sınırları olsa da Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Çin ve Rusya arasındaki bağlar derinleşti. Her durumda bu iki otokratik ülke arasındaki stratejik ilişkide ABD’nin gücünü ve etkisini sınırlamanın yanı sıra başka şeyler de söz konusu mu? Birleşik Devletler, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, Çin-Rusya ilişkisindeki potansiyel gerilim ve bölünmelerden ne ölçüde avantaj sağlayabilir?

Noam Chomsky: Soğuk Savaş boyunca yaşananlar öğreticidir. Rusya ve Çin savaşın eşiğine gelmişken bile Birleşlik Devletler “Çin-Sovyet ittifakının” yarattığı muazzam tehdidi ısrarla gündeme getirmeyi sürdürdü. Benzer bir durum Kuzey Vietnam için de geçerliydi. Kuzey Vietnam liderleri gerçek düşmanlarının Çin olduğunu teslim ettiler: Birleşik Devletler kıyas kabul etmez şiddet araçlarıyla Vietnam’ı yerle bir edebilirdi, fakat sonunda çekip gidecekti. Oysa Çin kalıcı bir tehdit oluşturarak daima orada olacaktı. ABD’li planlamacılar dinlemeyi reddetti.

Kissinger’ın diplomasisi olguları geç fark edip Çin-Rusya çatışmasından faydalandı. Bundan günümüz için dersler çıkarabileceğimizi sanmıyorum. Koşullar çok farklı.

Putin ve hempalarının, Atlantikçi ve Çin temelli küresel sistemler arasında bağımsız bir yer işgal eden bir Rus nüfuz alanı vizyonları var gibi görünüyor. Bunun gerçekleşmesini pek olası görmüyorum. Daha büyük ihtimalle Çin Rusya’yı, hammaddeler, gelişmiş silahlar, bilimsel beceri ve belki başka bazı şeyler tedarik edecek tabi bir güç olarak kabul edecektir.

Atlantikçi güçler, Asyalı alt-emperyalist ortaklarıyla birlikte dünya sahnesinde tecrit oluyorlar. Küresel Güney, Rusya’ya yönelik yaptırımlara katılmadan veya ticari ve diğer ilişkilerini kesmeden mevcut kamplaşmaya mesafeli duruyor. Ciddi boyutlarda iç sorunları olmakla beraber Çin dışarıda çok büyük kalkınma, yatırım, kredi programları ve yurtiçinde teknolojik gelişmeyle ilerlemeye devam ediyor. Hızla büyüyen sürdürülebilir enerji sektöründe açık farkla öncü konumda ve daha yenilerde süper gelişkin bir çip yaparak bütün dünyayı şaşırttı. Bu çipin üretilmesi muhtemelen yıllar alacak, fakat modern ileri ekonominin temel bir unsuru.

Pek çok belirsizlik var, ancak bu eğilimlerin süregideceğini söylemek mantıklı görünüyor. Eğer bir kırılma olursa, bu, Almanya temelli Avrupa’nın, Atlantikçi sisteme tabi olmanın getirdiği sonuçlara katlanmak istememesinden kaynaklanacak. Ortak bir Avrupa evi pekâlâ giderek cazip hale gelebilir ve bunun dünya düzeni için büyük sonuçları olur.

C.J. Polychroniou: Çin, Rusya ve Birleşik Devletler Hindistan’ın desteğini kazanmaya çalışıyorlar. Hindistan’ın güçlü bir Çin-Rusya ortaklığı içinde olmaktan kaygılanmasına gerek var mı? QUAD[iii], Hint-Pasifik bölgesindeki misyonu ve hedefleri açısından tam bir işbirliği için Hindistan’a güvenebilir mi?

Noam Chomsky: Hindistan’ın dış politikasını tartışmaya geçmeden önce bazı katı olguları unutmayalım. Güney Asya büyük bir felaketle karşı karşıya. Yaz sıcakları daha şimdiden, geniş yoksul çoğunluk için zar zor yaşanabilir bir seviyeye ulaştı ve çok daha kötüsü gelecek. Hindistan ve Pakistan, örneğin giderek azalan su kaynakları gibi bu ve bağlantılı krizler konusunda işbirliği yapmalı. Oysa her biri kıt kaynaklarını, kazanılması mümkün olmayan savaşlara vakfediyor ki Pakistan için katlanılamaz bir yük oluşturuyor bu.

Her iki devletin de iç sorunları var. Hindistan’da Başbakan Modi Hindistan’ın seküler demokrasisini yok etmeye yönelik bir gayretin başını çekiyor. Bütün kusurlarına karşın Hindistan demokrasisi sömürgecilik-sonrası dönemin halen en büyük başarılarından biridir. Modi’in programı, ırkçı bir Hindu etnokrasisi yaratmaya yönelik. Modi hükümeti, benzer özelliklere sahip devletlerin giderek büyüyen ittifakının doğal bir ortağı. Bu ittifakta Macaristan, İsrail ve onun, Cumhuriyetçi Parti’nin çekirdek kesimleriyle yakından bağlantılı olan İbrahim Anlaşması’ndaki[iv] ortakları yer alıyor. Bütün bunları söylerken, sert bir baskıya sahne olan, söylendiğine göre dünyanın en fazla militarize olmuş bölgesi Kaşmir’i bir yana koyuyorum. Yabancı toprakların işgali Modi’ye, suç içeren diğer iki ilhak ve işgal vakasını, İsrail ve Fas’ı bir araya getiren İbrahim Anlaşması’yla ortaklık kurmaya hak kazandırıyor.

Bütün bunlar, Hindistan’ın uluslararası ilişkileri gibi ciddi sorunları ele almak için gerekli arka planın bir parçası.

Hindistan zor bir dengeleme eylemine girişmiş durumda. Rusya, açık arayla Hindistan’ın başlıca silah tedarikçisi olmayı sürdürüyor. Hindistan’ın Çin’le uzun ve kötüye giden bir sınır ihtilafı var. Dolaysıyla Hindistan, Rusya-Çin arasındaki derinleşen ittifakı endişeyle gözlemek durumunda. ABD’nin denetimindeki QUAD (Birleşik Devletler, Japonya, Avusturalya ve Hindistan), Çin’i çevrelemenin temel düzeneği olma niyetiyle oluşturuldu, fakat alt-emperyalist rolünü tamamen benimsemek konusunda isteksiz olan Hindistan gönülsüz bir ortak. QUAD’ın diğer üyelerinden farklı olarak Hindistan, Ukrayna savaşını bir ABD-Rusya vekalet savaşı olarak nitelendiren, dolayısıyla bu savaşa bulaşmayı reddeden Küresel Güney’in tutumunu paylaşıyor. Buna karşın, Hindistan ABD’yi yabancılaştıracak çok ileri adımlar atamaz, çünkü ABD doğal bir müttefik, özellikle de şekillenmekte olan, odağında Cumhuriyetçi Parti’nin yer aldığı gerici devletler ittifakı söz konusu olduğunda.

Güney Asya’nın karşı karşıya olduğu devasa sorunları gözardı etsek bile bütünüyle karmaşık bir durum.

C.J. Polychroniou: Birleşik Devletler politik ve toplumsal bir kargaşa içinde, muhtemelen de tarihsel bir geçişin tam ortasında. Dünyadaki nüfuzu zayıflıyor, kurumları ise karanlık ve gerici güçlerin ciddi saldırısı altında. Aslına bakarsanız Amerikan demokrasisi hızlı bir gerileme içinde, hatta 2024’te Donald Trump’ın başkanlığa geri dönmesi halinde federal yönetimin yeniden yapılandırılması için radikal bir plandan bahsediliyor. Sizce ABD’nin emperyal bir güç olarak aşırı büyümesi ne ölçüde Amerikan toplumunun gerilemesine katkıda bulundu; diğer yandan, yurtiçindeki siyaset dış politikada alınan kararlar üzerinde ne ölçüde etkide bulunabilir? Her durumda gerilemekte olan bir ABD, küresel barış ve güvenliğe daha mı az yoksa daha mı fazla tehdit oluşturuyor?

Noam Chomsky: On yıllardır ABD’nin gerilemesinden çokça söz ediliyor. Bunda bir hakikat payı yok değil. Birleşik Devletler’in gücünün tarihte bir benzeri olmayacak şekilde doruk noktasına çıkması 1945’teydi. Açık ki bu devam edemezdi ve o zamandan bu yana geriliyor; yine de Sean Kenji Starrs’ın ulusaşırı şirketlerin denetlediği zenginliği ele aldığı önemli çalışmasında gösterdiği gibi, ABD 1945’teki konumunu yaklaşık olarak koruyor.

Bu genel başlık hakkında söyleyebileceğimiz çok şey var, bunları başka yerde tartışmıştım. Fakat sorduğunuz daha dar kapsamlı soruya bağlı kalırsak, son zamanlarda ABD’nin gerileyişi büyük ölçüde içeriden aldığı darbelerden kaynaklanıyor. Ve bunlar ciddi darbeler. Kritik ölçülerden biri ölüm oranları. Yakın tarihlerde yapılan bir araştırmanın başlığı şöyle: “Kovid Salgınından Çok Önce de Amerika Erken Yaşta Ölüm Krizi Yaşıyordu.” Araştırma şöyle devam ediyor: “Salgın başlamadan önce dahi benzer zengin ülkelere göre daha fazla insan genç yaşlarda ölüyordu.” Veriler çok çarpıcı, çalışma çağındaki beyaz Amerikalılar arasında yaygın olan ve artan ölüm oranlarına yol açan “umutsuzluk nedeniyle ölüm” fenomeninin bile ötesine geçiyor. Savaş ve öldürücü salgın hastalıklar dışında böyle bir şey duyulmamıştır. Reagan-Bush, Clinton ve onların halefleriyle şekillenen neoliberal saldırıdan bu yana ülkenin sosyo-ekonomik ve politik olarak nasıl döküldüğünü gösteren göstergelerden yalnızca biri bu.

Amerikan demokrasisinden geriye ne kaldıysa onun altını oymayı amaçlayan “radikal plan” Kasım seçimlerinden birkaç gün önce duyurulmuştu, ardından gelen kargaşa ortamında çabucak unutuldu. Ancak geçenlerde bir Axios araştırmasında ortaya çıkarıldı. Temel fikir, 19. yüzyıldan bu yana politik etkilerden uzak bir kamu hizmeti yaratmak üzere uygulanan programları tersine çevirmek. Politik etkilerden uzak bir kamu hizmeti işleyen bir demokrasinin asli temelidir. Trump, başkana (niyet edilen kendisi, daha doğrusu Kendisi’ydi) kamu hizmetindeki üst düzey pozisyonları sadık kadrolarla doldurma yetkisi veren bir başkanlık emri yayımladı. Toplumu denetim altında tutan bir Büyük Lider’le birlikte güçlü bir parti yaratma yolundaki faşist ideale doğru bir adımdı bu. Biden emri geri çekti. Kongre’deki demokratlar, demokrasiye yönelik böyle doğrudan bir saldırıyı engelleyecek yasaları çıkarmaya uğraşıyorlar. Fakat Cumhuriyetçiler muhtemelen demokratları desteklemeyecekler, çünkü bir azınlık partisi olarak kalıcı hâkimiyetlerini tesis edecek çok sayıdaki girişimlerinin meyve vereceğini öngörüyorlar. Mevcut Yüksek Mahkeme de bu girişimleri onaylayabilir.

Daha sırada yapacakları pek çok şey olabilir. Yüksek Mahkeme garip bir vaka olan Moore/Harper davasını ele almaya karar verdi. Mahkeme onaylarsa bu durum -Cumhuriyetçi Parti’nin bilinen yapısal avantajları nedeniyle- çoğunlukla Cumhuriyetçi olan eyalet yasama meclislerine, seçmenlerin oylarını reddedip partisine sadık kalan seçiciler kurulu üyesini seçme imkânı tanıyacak. Bu “bağımsız eyalet yasama meclisleri teorisi”nin bazı anayasal temelleri var, yok değil; ancak o kadar ölçüsüz bir şey olarak görüldü ki dikkate alınmadı, tabii şimdiye kadar; Cumhuriyetçi Parti konu mankeni olarak görülen halk ne isterse istesin iktidara gelip bir daha bırakmamak için kampanyasını son sürat ilerletiyor.

Cumhuriyetçi Parti’nin demokrasinin altını oyma kampanyasının ABD’nin emperyal bir güç olarak aşrı büyümesinden kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu kampanyanın niteliği ve kökleri hakkında epeyce değerli akademik çalışma var. Öyle görünüyor ki söz konusu kampanyasının kökleri başka yerde, güç ve iktidar arayışında yatıyor.

Bunun dış politika üzerindeki etkisinin ne olacağı açık değil. Trump serseri mayın gibi, BEN! düşüncesinden başka açık bir fikre sahip değil. Başka birinin inşa ettiği ne varsa onu yıkmak gibi bir eğilimi de var, tabii daima en öncelikli ilkeye sımsıkı bağlı kalarak: Süper zenginleri ve şirketleri zengin et; en azından bu kısmı muhteşem majestelerinin eleştirilmesine yol açmıyor. Cumhuriyetçi Parti’deki rakipleri Trump’ın seçmen kitlesi üzerindeki gücü karşısında o kadar büyük bir huşu ve korku içindeler ki ağızlarını açamıyorlar.

Küresel barış ve güvenlik açısından bu durumun sonuçları yeterince açık. Trump’ın bu alandaki zaferleri, örgütlü insan toplumunun bekasına yönelik başlıca iki tehdidi büyük ölçüde artırmak oldu: çevresel yıkım ve nükleer savaş. Hiçbiri onun yıkıcılığından kurtulamadı. Yaklaşan iklim felaketine dair Paris Anlaşması’ndan çekildi ve iklim felaketinin Amerikalılar üzerindeki etkisini bir ölçüde hafifleten düzenlemeleri ortadan kaldırmak için elinden ne geliyorsa yaptı. Her şeyi yok edecek bir nükleer savaş tehdidini azaltmak için çok emek verilerek oluşturulan silahların kontrolü rejimini ortadan kaldırmak üzere (G. W. Bush’un başlattığı) Cumhuriyetçi Parti programını daha ileri taşıdı. Nükleer politika üzerine İran’la varılan Ortak Anlaşma’yı da yerle bir etti, böylece yine küresel tehditleri artırarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Anlaşma’ya verdiği onayı ihlal etmiş oldu.

Tek tek belli konularda ne yapar, tamamen meçhul; belki Fox News haber kanalında bir önceki gece duyduğunu yapacaktır.

Dünyanın geleceğinin yakında tekrar bu ellerde olabileceği fikri her türlü düşüncenin ötesine geçiyor.

Önümüzdeki yeterince yaşamsal görev var.


[i] İng. logical illogicality

[ii] İng. heartland

[iii] İng. Quadrilateral Security Dialogue. Dörtlü Güvenlik Diyaloğu veya kısaca QUAD, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Hindistan ve Japonya arasında bir stratejik güvenlik diyaloğudur. Mart 2021’deki “The Spirit of the Quad” adlı ortak açıklamada, dört üye, özgür ve açık bir Hint-Pasifik bölgesi için ortak bir vizyon ve Çin’in hak iddialarına karşı koyabilmek için Doğu ve Güney Çin denizlerinde uluslararası kurallara dayalı bir denizcilik düzeni tanımladı. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Quadrilateral_Security_Dialogue -ç.n.

[iv] Birleşik Arap Emirlikleri-İsrail Barış Anlaşması veya İbrahim Anlaşması, 13 Ağustos 2020’de ABD, Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail arasında yapılan anlaşmadır. Birleşik Arap Emirlikleri bu anlaşmayla birlikte İsrail’in Mısır’dan ve Ürdün’den sonra anlaşma yaptığı üçüncü Arap ülkesi olmuştur ve Körfez ülkeleri arasında İsrail’le anlaşan ilk ülke konumundadır. Bkz.https://tr.wikipedia.org/wiki/Birle%C5%9Fik_Arap_Emirlikleri-%C4%B0srail_Bar%C4%B1%C5%9F_Anla%C5%9Fmas%C4%B1 -ç.n.