Bir şey -birisi- habire kapıyı çalıyor. Dışarda hava soğuk, daha da soğuyor, fakat kanepeye uzanmış kucaklarında battaniyeyle TV seyreden içerdekiler gayet rahatlar.   Kapı yeniden çalıyor. Şimdi ön kapı, sonra yan kapı, sonra da arka kapı çalıyor. Belki de rüzgârdır. Şimdiyse pencereler, çatı ve evin duvarlarına vuruyorlar; duvarların bu kadar ince olduğunu kim bilebilirdi? Anlamak zor: Nasıl olur da bu kadar çok insan aynı anda evin her yanını çalar?

Ama çalıyorlar ve sesler gittikçe yükseliyor. Geçen hafta Kolombiya’da, Bogotá, Cali, Cartagena, Barranquilla ve Medellín’de halkın tencere tava çalmasını duyabiliyordunuz. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve ordu sokağa indi. Önceki hafta İran’da sürekli bir ses hızla yüzden fazla şehre yayıldı. Şimdiye kadar en az 100 protestocu öldürüldü. Daha fazla kişi öldürüldü mü ya da tam olarak ne olup bitiyor, bilmek güç. Hükümet protestoların ikinci günü internete erişimi kapattı. Fakat internete düzenli erişimin olduğu durumlarda bile ayrı ayrı gösterileri toparlayıp bir anlam çıkarmak zor: Cezayir, Bolivya, Şili, Kolombiya, Ekvator, Mısır, Fransa, Almanya, Gine, Haiti, Honduras, Hong Kong, Hindistan, Endonezya, İran, Irak, Lübnan, Hollanda, İspanya, Sudan, Birleşik Krallık ve Zimbabve’de protestolar oluyor. Bazı yerleri dışarıda bıraktığıma eminim ve bu saydıklarım sadece Eylül’den beri olanlar. Bazıları geçici, bir günlüğüne trafiği altüst eden türden rutin protestolar. Başkaları hükümetleri devirmeye, bütün bir ülkede hayatı durdurmaya yetecek kadar büyük ve daha ziyade devrimlere benziyorlar.

On iki haftadan bu yana zengin Londra ve Hong Hong’tan açlık içindeki Tegucigalpa ve Hartum’a kadar protestolar beş kıtaya -yani gezegenin büyük bölümüne- yayıldı. Burada bir şeyler oluyor. Ama ne? Ve Neden şimdi? Protestolar coğrafi olarak o kadar farklı yerlerde gerçekleşiyor ve güttükleri dava ve bileşimleri bakımından o kadar heterojenler ki hepsini birleşik bir fenomen olarak değerlendiren ciddi bir çabaya henüz rastlamadım. (The New York Times’ın “hoşnutsuzluğun kökeninde cüzdan meseleleri olabilir” şeklindeki saptamasını saymıyorum.)

İlk bakışta, bu protestoları birleştiren çok fazla ortak bir özellik yokmuş gibi görünüyor. İran’da protestoları harekete geçiren benzin fiyatlarına yüzde 50 zam yapılması oldu. Almanya, Hollanda ve Fransa’da çiftçiler çevre düzenlemelerini protesto etmek için otobanları bloke ettiler. Haziran’dan bu yana Hong Kong’u sallayan öfke, suçluların ana kara Çin’e iadesini öngören yasa tasarısıyla başladı. Şili’de kıvılcım toplu taşımaya yapılan zamdı, Endonezya’da ceza yasasına ilişkin baskıcı bir tasarı, Lübnan’da ise benzinden whatsapp çağrılarına kadar her şeye getirilen yeni vergiler oldu.

Bu hareketlerin bazılarını sendikalar ve resmi muhalefet partileri örgütledi. Ancak birçoğu yatay, lidersiz türdendi. (Hong Honglu protestocuların Bruce Lee’den esinlenerek dedikleri gibi “Su gibi ol”.) Söz konusu hareketleri birleştiren kapsamlı bir devrimci ideoloji yok. Öne çıkan öncü bir parti yok. Geçen yüzyılın büyük bölümünde dünyayı bölmüş olan sol-sağ ekseni artık bize yardımcı olmuyor. Sağcılar ve ABD Hükümeti Hong Kong, İran ve -Eva Morales’i deviren darbeden önce- Bolivya’daki göstericilerin demokratik özlemlerini alkışlarken başka her yerdeki gösterileri küçümsedi veya görmezden geldi.  Solun en doktriner çevreleri ise Hong Kong ve İran’daki protestoların arkasındaki emperyalist “gizli ele” burun kıvırırken gezegendeki başka bütün halk hareketlerinin meşruiyetini onayladı.

Barikatlardan yükselen dumanların ardına bakabiliyorsanız, ortaklıklar belirmeye başlıyor. Şili’de metro ücretine yapılan yüze 3’lük zam ulaşım masrafını asgari ücret alan bir işçinin aylık ücretinin yüzde 21’ine çıkardı. Bu artışa duyulan öfke sadece cüzdan meselelerinden canı sıkılmış bir toplumu açığa çıkarmakla kalmadı; aynı zamanda kemer sıkma politikalarından tükenmiş, düşük ücretlerden, uzun çalışma saatlerinden ve borçtan bunalmış, ülkeyi yöneten zengin azınlığın açgözlülüğü ve körlüğünden bezmiş, bu yüzden her şeyi yakıp kül etmeye hazır bir toplumu da gözler önüne serdi. Olağanüstü hal ilan edip orduyu sokaklara gönderdikten sonra milyarder Başkan Sebastián Piñera televizyona çıktı ve yurttaşlara, Şili’nin “istikrarlı demokrasisi” ve büyüyen ekonomisinin kaotik bir kıtada “hakiki bir vaha” yarattığını hatırlattı. The Economist dergisi soğuk bir edayla “refahı destekleyen uygulamaların halk tarafından benimsenmediğini” yazdı.

Yankı odasının [1] başka bir köşesinde, Mısır polisinin Eylül’de gösteri yapma cüretini gösteren binlerce kişiyi toplamasından bir süre sonra, ülkenin maliye bakanı “Mısır’ın ekonomik reformu sıradan insanlar tarafından anlaşılmadı” diye şikayet etti. Mısır’da IMF’nin dayattığı önlemler üç yılda enflasyonun yüzde 60’a yükselmesine yol açıp milyonlarca kişiyi yoksulluğa sürükledi. Bir Morgan Stanley analistinin yakınlarda “Ortadoğu’daki en iyi reform hikâyesi” dediği durum işte buydu.

Seçkinlerin algısıyla kitlelerin deneyimi arasındaki bağlantısızlık yaygın olduğu kadar temel bir özellik: Yakınlarda halkçı başkaldırılara sahne olan bütün ülkeler -ve gezegenin geriye kalan büyük bölümü- onlarca yıldır tek bir ekonomik modelle yönetildi. Bu modelde safkan bir azınlığın övdüğü “büyüme”, çoğunluk için sefalet ve kanalizasyonun aşağıya doğru akması kadar güvenli şekilde sermaye akımlarının Amerikalı ve Avrupalı hesaplara akması anlamına geliyor. Şili kötü şöhretli erken bir laboratuvardı: Pinochet’nin ölüm mangalarıyla Chicago okulunun eğittiği iktisatçılar, sadece talihi yaver gidenler, vicdansızlar ve körlerin takdir ettiği “ekonomik bir mucize” yaratmak üzere birlikte çalıştılar. Bolivya’daki kitle hareketleri 10 Kasım darbesini tersine çeviremezse Bolivyalılar da benzer felaketlerle karşılaşabilir.

Bugünlerde bu sözcük çok fazla ortalığa saçıldı ama neoliberalizm tam da bu anlama geliyor: Mevcut ezici güç dengesizliğini muhafaza etmek için küresel düzeyde uygulanan bir yöntem. Bu yöntem mikroevren düzeyinde işliyor. Milyarderler gökdelenlerin çatılarından helikopterlere atlayıp seyahat ederken, ırkçı ücret dayatması için dibi görünmeyen bir bütçesi olan, harap hale gelmiş toplu taşıma sistemlerini düşünün. Bu yontem makroevren düzeyinde de işliyor. Ulusal seçkinler, işçi ücretlerini düşük tutmak ve zenginliğin ve kaynakların sadece yerleşik kanallara akmasını sağlamak için çokuluslu şirketler ve uluslararası finansal kurumlarla işbirliği yapıyorlar.

2000’li yılların büyük kısmında, bol miktarda Çin sermayesinin varlığı ve petrol, gaz, madenler, tarımsal ürünler gibi emtianın fiyatlarının yüksek olması, bazı yoksul ülkelerin önünde seçenekler olması demekti. Söz konusu ülkeler bir süreliğine IMF kredilerine bağlı zalim “reform” tuzaklarından kaçınabildi. Bu tuzaklar, kamu sektöründe kesintiler yapılmasını, devletin elindeki kaynakların özelleştirilmesini, ve “liberalleşme” adına emeği koruyan düzenlemelerin ortadan kaldırılmasını  öngören, alışıldık “kes ve yak” kemer sıkma reçeteleridir. Latin Amerika’da solcu hükümetler zemin kazandı, yoksulluk ve eşitsizlik azaldı. Fakat emtia fiyatları düştü, Çin ekonomisi hız kesti ve sancılı bir iç değerlendirme dönemi olması gereken yıllardan sonra IMF aynı eski ve itibarsız çözümlerle tekrar çıkageldi.

Para akışını temin etmek üzere toplumları için ayrılan kaynakları kısan yerel seçkinler söyleneni yapmaktan memnun oldular. Mart ayında Ekvador Başkanı Lenín Moreno 4,2 milyar dolar karşılığında IMF ile bir anlaşma yaptı. Ocak’ta ise kendisinden talep edildiği gibi, kamu sektörü ücretlerinde ve akaryakıt sübvansiyonlarında kesinti yapıp mazot fiyatının ikiye katlanmasına yol açtı. Bunun üzerine çoğunluğu yerlilerden oluşan binlerce kişi sokaklara döküldü. (Kısa süre sonra Moreno başkentten kaçtı, kemer sıkma paketini uygulamamayı kabul etti.) Lübnan’da Başbakan Hariri, 11 milyar dolarlık bir krediyi garantiye almak için yabancı kreditörlerin talep ettiği bütçe açığını azaltma paketinin bir parçası olarak bol miktarda yeni tüketici vergisi getirdi: Benzinden, tütünden, internet mesajlaşma hizmetleri vasıtasıyla yapılan telefon aramalarına kadar. Lübnan nüfusunun dörtte birinin katıldığı 12 günlük protestoların ardından Hariri istifa etti. Protestocular ise sokakları terk etmedi.

Aynı model, IMF ve Dünya Bankası’nın faaliyet göstermesinin yasaklandığı ülkelerde bile uygulanıyor. Kırk yıldır süregiden ABD yaptırımlarından sıkışan İran yıllarca alışıldık kemer sıkma politikalarına yöneldi. Vaat ettikleri her derde deva ekonomik çözümleri sağlayamadılarsa da en azından sıkıntıları gözden çıkarabilecekleri sınıfların sırtına yükleyerek seçkinleri güvenilir şekilde korudular; ta ki bunu başaramayıncaya kadar.

Haysiyet tuhaf bir şey: Bir kez talep etmeye başladınız mı vazgeçmek daha da zor oluyor. Protestocuların talepleri hemen her yerde başlangıçta onları harekete geçiren öfkenin çok ötesine geçti. Hong Kong’ta göstericiler hemen Suçluların İadesi Tasarısı’nın geri çekilmesinin yeterli olmadığını saptadılar: Herkese oy hakkı da istediler. (Şehrin Yasama Konseyi’ndeki koltukların yarısı doğrudan bankacılar, imalatçılar ve kentsel alan geliştiricileri gibi “işlevsel seçmenler” tarafından belirleniyor. Hong Kong’ta eşitsizlik ve barınma harcamaları dünyanın başka herhangi bir yerindekinden daha yüksek.) Şili’de protestocuların talepleri, toplu taşıma zamlarının geri alınmasından Pinochet döneminde yapılan anayasanın ıskartaya çıkartılmasına uzandı. (Öyle görünüyor ki ikisini de elde edecekler; Piñera zamları geri aldı ve yeni anayasa için bir referandum yapmayı kabul etti.)

Lübnan’da protestocular şimdi hareketlerinin bir devrim sayılıp sayılmayacağını tartışıyor. (Bu kadar ateşli protestoların Beyrut, Hong Kong ve Şili’de doğmuş olması sürpriz sayılmamalı; buraları gezegendeki en yoğun özelleştirmelerin yapıldığı ülkelerden bazıları.) The New York Times’ın kibarca ifade ettiği gibi, “uluslararası kreditörlerin önerisi üzerine” Ömer El Beşir’in hükümeti buğday ve benzin sübvansiyonlarını kestiğinde Sudan’da bir ayaklanma başladı. Ayaklanma 30 yıllık rejimin devrilmesini sağladı ve henüz mücadele devam ediyor. Haiti’de de protestolar, Başkan Jovenel Moïse’nin IMF’nin hoşuna gitmek için benzin fiyatlarını aniden yükseltmesinden bir seneden uzun bir süre önce başladı. Protestocular kısa sürede ABD’nin desteklediği Moïse’nin istifasını talep etti ve hâlâ da bu taleplerinde ısrar ediyorlar.

Sadece Haiti değil, fakat Ekvator’dan Zimbabve’ye kadar en azından yarım düzine ülkede protestoları harlayan kıvılcımın benzin fiyatlarına gelen zamlar olduğunu kolayca fark edebiliriz. Dünyada insan yaşamının katlanılabilir bir çeşidini muhafaza etmek için bir umudumuz olacaksa fosil yakıtlarından derhal kurtulmaya başlamamız gerektiği sır değil. Fakat bu ülkelerin neredeyse hepsi -ve en korumasız  yurttaşları en ağır şekilde- iklim krizinden etkilenmiş olmasına karşın, benzin zamları gaz emisyonlarını azaltmakla ilgili değil. IMF genellikle kredileri enerji sübvansiyonlarında kesintiye gitme şartına bağlıyor; azalan oranlı olsa da akaryakıt vergileri kamu borçlarını ödemenin son derece kolay bir yöntemi: Yoksulların ve resmi kurumlardaki yolsuzluklardan fayda sağlamamış olanların, fayda sağlamış olanları kurtarmasını sağlamak için başvurulan iki taktik.

Küresel bölünmenin öbür tarafında zengin Avrupalı ülkeler doğrudan iklim politikasına bağlı protestolara tanık oldu. Bu protestoların nedeni ya Birleşik Krallık’ta olduğu gibi hükümetlerin bu konuda hemen hiçbir şey yapmaması veya Hollanda ve Almanya’da olduğu gibi cefayı eşitsiz şekilde dağıtan önlemler almaları.   Hollanda ve Almanya’da çiftçiler, tarım ilaçları ve nitrojen emisyonlarına getirilen kısıtlamalara binlerce traktörle otobanları kapatarak tepki gösterdi. Fransa’da ise çevreyi korumak amacıyla yükseltilen akaryakıt vergisi zenginlerin vergilerinde kesintiye gidilmesiyle birleşince, bir yıldan uzun süredir devam eden sokak mücadeleleri başladı.

Her iki taraf için de buradan alınacak dersler çok açık. Birincisi, aynı zamanda yeryüzünde yaşayanların ezici çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını gözetmeden girişilen bir iklim mücadelesi tam anlamıyla çuvallayacaktır. İkincisi, söz konusu temel ihtiyaçlar sadece yiyeceği, sağlık ve barınma hizmetlerini kapsamıyor, mevcut sistemin tahrip etmek için elinden geleni yaptığı haysiyet duygusunu ve dayanışma biçimlerini de içeriyor.

Hepsi aynı zamanda meydana gelen bu kadar çok başkaldırıdan TV haberlerinde neredeyse hiç bahsedilmemesinde şaşılacak bir şey var mı? Bu ayın başında romancı Dominique Eddé Lübnan’daki halk hareketleri hakkında şunları yazdı: “Sanki bitmek bilmeyen bir kış uykusundan sonra yüz binlerce yalnız insan aynı anda yalnız olmadıklarını keşfetmiş gibi.” Biraz dikkatli bakarsak göreceğimiz gibi, aynı şey yeryüzünün her yanında meydana geliyor: İnsanlar hep birlikte uyanıyor, etrafa bakıyor ve birbirlerini arkalarına dönüp bakarken buluyorlar.

Ben Ehrenreich’ın en son kitabı “The Way to the Sring” Batı Şeria’da yaptığı haberlere dayanıyor. Bir sonraki kitabı, “Desert Notebooks: A Road Map for the End of Time” Temmuz’da Counterpoint Press’ten çıkacak.

[1] Haber medyasında, yankı odası, inançların kapalı bir sistem içinde iletişim ve tekrarlama ile güçlendirildiği veya güçlendirildiği durumun metaforik bir tanımıdır. Bir “yankı odası” nı ziyaret ederek, insanlar bilinçli bir onay yanlılığı tatbikatı olarak mevcut görüşlerini pekiştiren bilgiler arayabilirler.