Taliban zaferi batı imparatorluğunun sonunun başlangıcı mı olacak?

 

Birleşik Devletler 7 Ekim 2001’de Afganistan’ı işgal ettiğinde, Time dergisinin kapağında “Taliban’ın Son Günleri” yazıyordu.

Böylece, “teröre karşı savaş” olarak bilinen, küresel bir tehdit olarak sükuta ermiş Sovyetler Birliği’nin yerine İslam’ı koymaya yönelik yeni-muhafazakâr arayış başlamış oldu. BM Güvenlik Konseyi, aynı yılın Aralık ayı itibarıyla, askeri operasyonları denetlemek ve Afgan Ulusal Güvenlik Güçlerini eğitmek için Uluslararası Güvenlik Yardım Gücü’nü (ISAF) kurdu.

O zamandan beri 2 trilyon doların üzerinde para harcandı. Afganistan ve Pakistan savaş bölgesinde yaklaşık 241.000 kişi hayatını kaybetti, 2448 Amerikan askeri ve 454 İngiliz askeri öldürüldü. Ve Taliban 20 yıl sonra kontrolü eline geçirdi.

2001 yılında, ekim yapılan 84.000 hektarlık alanda afyon neredeyse tamamen ortadan kaldırılmıştı. 2017 itibarıyla bu rakam 328.000 hektara ulaştı. Afyon, savaşın yanı sıra ülkenin en büyük ekonomik faaliyeti… ABD’nin savaş çabalarının en büyük hedeflerinden biri, Taliban’a karşı savaşmak için bir Afgan ordusu kurarak eğitim vermekti. Zayiat ve firar oranı o kadar yüksekti ki Amerikalıların eğitim verdiği askerler tüm gücün üçte birini oluşturuyordu.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından izlenen 180 ülke içinde en kötü 165. sırada yer alan yolsuzluk, hastasız hastaneler ve öğrencisiz okullar inşa ederek milyarlarca dolarlık ekonomik yardımı yuttu. Yoksulluk yaygın ve ölüm oranları dünyadaki en yüksek oranlar arasında yer alıyor.

O zaman, BBC’nin geçen hafta web sitesinde belirttiği gibi, 20 yıllık işgal sırasında “ABD ve müttefikleri seçimleri denetledi ve Afgan güvenlik güçlerini oluşturdu, ancak Taliban saldırılar düzenlemeye devam etti” görüşü inanılır gibi değildir ve basit bir araştırmayla bile çürütülebilir.

Batı’nın Çöküşü

Ancak Batılı liberalizmin, Batı Asya ve Orta Doğu’da faaliyet göstermeye devam ederken içinde yaşadığı fantezi dünyası hâlâ öğreticidir. Bize solan bir imparatorluğun psikolojisi hakkında çok şey anlatıyor.

Bu dünya inkâr içinde. Bu felaketteki rolü hakkında da aynı inkârcılığı benimsiyor.

Afganistan’daki eski en üst düzey Birleşik Devletler komutanı David Petraeus; Birleşik Krallık Genelkurmay Başkanı General Sir Nick Carter ve orada görev yapan her ABD ve İngiliz generali, Afgan halkının kendisinin sürdüremediği ve istemediği bir savaş için ağır bir sorumluluk taşıyor.

Hiçbiri bu felaketin sorumluluğunu üstlenecek ve Afgan halkından özür dileyecek gücü kendinde bulamadı. Bunu yapmaktan çok uzaklar. Petraeus, bir on yıl daha liderlik yapsa sorunu çözecekmiş gibi siyasi ihanet hakkında sızlanıyor. Kimse sahiplenmiyor.

Yabancı güçlerin varlığını sürdürmesini sağlayan hava gücü iyi huylu değildi. Afgan kadın haklarını savunmadı. Bir ölüm makinesiydi.

Pentagon, 2017 ve 2019 yılları arasında hava saldırıları için angajman kurallarını gevşetti ve sonuç olarak sivil ölümleri çarpıcı biçimde arttı. 2019 yılında hava saldırıları yüzünden 700 Afgan sivil ölmüştü -savaşın başlamasından bu yana herhangi bir yıldan daha fazla. Afgan Hava Kuvvetleri (AAF) de aynı şeyi yaptı. 2020’nin ilk yarısında AAF, 86 Afgan’ı öldürdü ve 103 kişiyi yaraladı. Takip eden üç ayda bu oran iki katına çıktı; 70 sivil öldü ve 90’ı yaralandı.

Pilotlarının Taliban tarafından hedef alınmasına ve Birleşik Devletler’in çekilmesinden sonra moral çöküntüsü yaşanmasına şaşmamalı.

Ancak Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık askerlerinin Afganistan’da iyi şeyler yapmak için bulunduğu fantezisine kapılmak, batılı hükümetlerin ülkeye dayattığı kukla rejimlerin halk meşruiyetine sahip olduğunu söylemek kadar gerçeklikten uzaktır. İki kez cumhurbaşkanı seçilen Eşref Gani’nin meşruiyeti tam olarak beş hafta sürdü: ABD Başkanı Joe Biden’in 31 Ağustos gününü çekilme için son tarih olarak belirlediği 8 Temmuz’dan ailesiyle birlikte Kabil’den kaçtığı 15 Ağustos’a kadar.

Yenilginin etkileri

Bu, en az dört ABD başkanının ellerinin bulaştığı bir felaketti. Bu gerçekten hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratların içinde olduğu bir süreçti. Dolayısıyla Afganistan’daki yenilginin, o hırpalanmış ülkenin sınırlarının çok ötesinde sonuçları olduğunu söylemek abartılı olmaz.

32 yıl önceki Sovyet yenilgisi, Sovyet imparatorluğunun sonunun başlangıcını ve kesinlikle tüm Rus seferi kuvvetlerinin Suriye’ye asker gönderdikleri 2015 yılına kadar sonunu getirdiyse, bu yenilgi de egemen örgütleyici askeri ve ekonomik dünya düzeni olarak Batı imparatorluğunun sonunun başlangıcını işaret ediyor.

Bu düzen, güçlü düşmanlarla karşı karşıya kaldığı için çökmedi. Kibirden, küstahlıktan, topraklarını işgal ettiği insanları analiz edememekten ve anlayamamaktan çöktü. Tam da başka hiçbir gücün kendisine meydan okumadığı anda ve uluslararası güç kullanma tekeline sahip olduğu anda çöktü.

Sovyetler Birliği gibi, o da patladı. Kendine ve liderlerine olan inancını yitirdi. Liderleri, iktidardan uzaklaştıktan sonra kazançlı işler için sıraya girerek tüm kamu hizmeti anlayışını kaybettiler.

İktidarda, müdahalenin amacı anlamını yitirene kadar savaşı özelleştirdiler. Dış politika merkantilizm tarafından yozlaştırıldı ve kendi gündemleri olan bölgesel müttefiklere havale edildi. Taliban ne için savaştığını bilse bile onlara karşı çıkan Afganlar bunu bilmiyordu. En azından hükümetlerimizin onlarla savaşmak için oraya gönderdiği birlikler bunu bilmiyordu.

Ürkütücü mesaj

Bütün bunlar, Birleşik Devletler güçlerini veya askeri desteğini geri çekerse beş hafta dayanamayacak olan Ortadoğu’daki prenslere ve generallere tüyler ürpertici bir mesaj gönderiyor. Riyad, Abu Dabi ve Amman’daki kraliyet sarayları ve Kahire’deki cumhurbaşkanlığı sarayı, popüler bir İslamcı isyan çıkarsa kaç hafta dayanabileceklerini kendilerine soruyor olmalılar.

Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın ünlü sözlerine bakılırsa, ABD ayrılırsa Suudi Arabistan iki hafta dayanabilecekti.

Şaka yapmıyordu.

Afgan ordusu Gani için savaşmadıysa Savunma Bakanı Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman, düzenli olarak üst düzey generallerini görevden aldığı Ulusal Muhafızların onun için savaşacağını mı düşünüyor?

Suudi bir siyasi analist ve akademisyen olan Khalid al-Dakhil attığı bir tweet ile şunları kaydetti: “Kabil Taliban’ın eline geçer geçmez, bazıları komplo teorileri ve bölgeye siyasi İslam’ın geri döneceği korkusuyla titredi. Korkmak ve öngörmek, ihtiyat ve hazırlıktır. Ancak on yıllar ve on yıllar boyunca korkmaya devam etmek kırılganlık ve zayıf içgörü anlamına gelir. Komplo teorisi ise bir siyaset ve çatışma aracından başka bir şey değildir. Bu nedenle, tarihi ve onun hareketini açıklamaktan uzaktır.”

El-Dakhil’in atıfta bulunduğu komplo teorisi, tıpkı Suudilerin eski ABD Başkanı Barack Obama’nın 25 Ocak ayaklanması sırasında son Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i terk ettiğinde yaptığından şüphelendiği gibi, Amerikalılar ve İslamcıların el ele çalıştığı iddialarını içeriyordu. Ama aslında, ABD ile İslamcılar arasındaki ilişki, tiranlarla, laik veya dini gruplarla olan ilişkisinden daha gergin.

İslamcılar Amerikan askerleriyle savaştığında, ABD, Doha toplantılarında Taliban’la yaptığı gibi onlarla konuşacak ve şimdi Kabil’de yaptığı gibi yenilgiyi kabul edecekti.

Ancak Hamas gibi bir İslamcı hareket, savaşının ABD ile olmadığını ve tek bir ABD askerini öldürmediğini açıkça ilan edecek olsa Washington Hamas’ın uzun vadeli bir ateşkes teklif ettiğini görmezden gelecek ve onu terör örgütü ilan edecek; başka herhangi bir Filistinli hizbin onunla bir birlik hükümeti kurmasını önleyecek ve Gazze’yi kuşatmak için elinden geleni yapacaktır.

ABD benzer şekilde şiddetten kaçınan ve seçimleri, demokrasiyi ve parlamentoları tercih eden İslamcılara da aynısını yapacaktır. ABD, bu insanları yasaklamaya çalışacaktır.

Sekiz yıl önce Mısır ordusu, Kahire’deki Rabaa Meydanı’ndaki oturma eylemini şiddetle dağıtarak Tiananmen Meydanı protestolarından bu yana en kötü silahsız sivil katliamını sahneye koyduğunda, Obama kelimenin tam anlamıyla golf oyununa geri döndü. Bir ay önce Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah el Sisi bir askeri darbe düzenlediğinde, Obama buna darbe demeyi reddetti.

Demokrasiyi yok ederseniz ABD başka yöne bakacaktır. Silaha sarılırsanız, ABD konuşacak ve sonra geri çekilecektir.

Ancak ABD’den bağımsız olmaya çalışırsanız kıyamet kopar. Finans piyasaları ekonominizin can damarını çekecek, bankalarınız ve işletmeleriniz cezalandırılacak, nükleer bilim insanlarınız suikasta uğrayacaktır.

Batı’nın sosyal, askeri ve ekonomik üstünlüğüne olan emperyal inanç ve Batı’nın ahlaki olarak yönetme hakkına sahip olduğuna ilişkin içkin varsayım, yalnızca herhangi bir güvenilirlikten yoksun olmakla kalmıyor, aynı zamanda stratejik bir felaket anlamına geliyor. ABD, Biden yönetiminde de Trump döneminde olduğu kadar hızlı bir şekilde etkisini kaybediyor, çünkü sonuçta pek bir şey değişmedi.

İnsan haklarının temel standartlarını açıkça hiçe sayan işgalciler ve diktatörler hâlâ para ve silahla ödüllendiriliyor. Yolsuzluk hâlâ ABD vergi mükelleflerinin parasıyla besleniyor. Boyundurukları altında acı çeken insanlar görmezden geliniyor.

Afganların Taliban’la savaşmamasına şaşmamak gerek.

Çıplak gerçek

Binlerce kilometre ötedeki yoksul insanların üzerine insansız hava araçları atarak demokrasiyi teşvik ettiğinizi düşünmenin çılgın mantığına bir alternatif var. ABD’nin Afgan halkına 2 trilyon dolar harcadığını hayal edin. Taliban gibi dini muhafazakâr hareketleri savaş yoluyla değil, müzakere yoluyla etkilemeye çalışıp çalışmadığını hayal edin. İnsansız hava araçları aracılığıyla değil, diyalog yoluyla.

Afganistan’ın şu anda nerede olacağını ve Batı’nın hâlâ ne kadar çok yumuşak güce sahip olacağını hayal edin.

Geri çekilen bir ABD, terk ettiği insanları işgal ettiği insanlardan bile daha az önemser. Şu anda Kabil Havaalanı’nda toplu bir göç var. Bu Afganların sonu nereye varacak?

Kesinlikle bunların sadece bir kısmı İngiltere veya ABD’ye ulaşacak. Geçmişte olduğu gibi Türkiye’ye ve Avrupa’ya yönelecekler. Batılı liberal bilinçte İslamcı baskıdan kaçan mültecilerden ziyade istenmeyen göçmenlere çevrilecekler.

Pazartesi günü Kabil Havaalanı’nda yaşanan panik sahneleri bugün Avrupa’nın başkentlerine yansıdı.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa’nın “büyük düzensiz göç akışlarını öngörmesi ve kendisini bunlara karşı koruması gerektiğini” söyledi. Almanya İçişleri Bakanı Horst Seehofer, Afganistan’dan beş milyon kadar insanın kaçmasını beklediğini söyledi.

Almanya, 2015’teki göçmen akışı sırasında yüz binlerce kişiyi kabul etti. Alman Hristiyan Demokrat lider Armin Laschet, “2015’in tekrarlanmaması gerektiği” konusunda kararlıydı. ISAF’a asker ve general gönderen ülkeler, şimdi eylemlerinin insani sonuçlarını kabul etmek istemiyor.

Çıplak gerçek şu ki Batı artık sevmediğimiz rejimlere bomba atarak dünyaya hâkim olamaz; ancak öte yandan geri çekilmemiz de mümkün değil. Ortadoğu’yu terk edebilirsiniz, ama o sizi asla terk etmeyecek.

Taliban’ı yıkabileceğini ve sıfırdan yeni bir ülke kurabileceğini düşünen kibirli bir batı ittifakı Afganistan’daki savaşı kaybetti; bu arada onun tarihinden, dillerinden ve halklarından habersizdi.

Batı, 20 yıldan uzun bir sürede ancak savaşın vahşetini ve sefaletini yaymayı başardı; bunun bedeli esas olarak bizzat Afganlar tarafından ödenecekti. Bu müdahalenin maliyetini, bugün hâlâ yaptığımız gibi, yalnızca ABD ve Birleşik Krallık askeri kayıpları ile hesaplamak, çürümekte olan bir medeniyet olduğumuzun nihai kanıtı.

Trajedi şu ki, ABD geri çekilirken, gücün hiçbir işe yaramadığı acı gerçeğini öğrenmeyecek. Gerilemekte olan bir güç olduğu dersini de alamayacak. Geçmişte olduğu gibi yine mağduriyete ve izolasyona geri dönecektir. Anlatı, dünyanın nankör bir yer olduğu şeklinde olacaktır.

Askeri yenilgilerinden ders almış olsaydı gerçekten ortak bir varoluşsal tehditle karşı karşıya olan bir dünyada doğru şeyleri yapmaya başlayacaktı. Bu tehdit komünizmden gelmemişti, İslam’dan da kaynaklanmıyor.

Bu makalede ifade edilen görüşler yazara aittir ve Middle East Eye’ın yayın politikasını yansıtmayabilir.

Bu makale Fransızca olarak Middle East Eye Fransızca baskısında mevcuttur.