Suriye’de ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler geçtiğimiz yıl bu zamanlarda Türkiye’yi Kürt meselesinin çözümü konusunda adım atmaya zorlamış ve sürecin başlatıcısı Devlet Bahçeli olmuştu. Bu dönemin tarihi yazıldığında muhtemelen süreç anlatısı “MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te DEM Partili vekillerin elini sıkmasıyla başlayan süreç…” cümlesiyle başlayacaktır. Şu anki tüm belirsizliklere rağmen aradan geçen bir yılda, Kürt meselesi konusunda Türkiye tarihindeki en hızlı gelişmelerin yaşandığını söylemek yanlış olmaz.

Devletin, Terörsüz Türkiye olarak adlandırdığı süreçte, Devlet Bahçeli’nin attığı adıma Abdullah Öcalan olumlu yanıt verdi. Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum projesi olarak adlandırdığı süreç Şubat ayında Öcalan’ın PKK’nin feshedilmesi gerektiğini söyleyen mektubunun okunmasıyla yeni bir boyuta taşındı. Bununla birlikte Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi’nin yeni dönemini yapılandırmak amacıyla Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’nu tartışmaya açtı. PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak kendini feshetti ve samimiyet göstergesi olarak silahları yakma töreni düzenledi. Bu tören sadece silah bırakmanın değil silahları bir daha kullanmamak üzere yok etmenin sembolik ifadesi oldu.

Şu an muhalefette olsa da 2024 yerel seçim sonuçlarının birinci parti olarak gösterdiği CHP de sürece destek verdi ve Terörsüz ve Demokratik Türkiye olarak adlandırdığı bu süreçte meclisin ve toplumun sorumluluklarına işaret etti. Ağustos ayında TBMM içinde süreci ele alacak bir komisyon kuruldu ve meclis tatilde olsa da komisyon çalışmalarına devam etti. Şimdi Ekim ayında TBMM açıldığında, PKK’nin kendini feshetmesi ve silah yakması sonrasında devletin atacağı adımların ne olacağı bekleniyor. Cevap bekleyen pek çok soru var: PKK’nin feshinden sonra silah bırakanlara ne olacak? Cezaevlerinde yıllardır Kürt meselesinden dolayı tutuklu olan kişilere ne olacak? Silahlarını yakanlar Türkiye’ye dönüp siyasete mi katılacaklar yoksa cezaevlerindekilerin yanındaki yerlerini mi alacaklar? Kürtlerin Türkiye toplumundaki statüleri ne olacak; siyasi ve toplumsal iradelerinin tanınması nasıl gerçekleşecek?

Bu gibi sorunların yanıtını vermek çok zor. Bu bir yıl geride bırakılırken sürecin ismi konusunda dahi bir ortaklığa varılmış değil. Sürece yaklaşıma dair üç adlandırma üç farklı yaklaşıma işaret ediyor. Her üç yaklaşımın da Kürt meselesinin çözümü konusunda topluma nasıl bir yol haritası sunduğu bilinmiyor. Devletin süreci Terörsüz Türkiye olarak adlandırması Kürt meselesini bir demokrasi sorunu olarak görmediğini, meseleyi terör bağlamında ele almaya devam ettiğini gösteriyor. PKK’nin kendini feshetmesine rağmen hasta ve siyasi tutukluların serbest bırakılması, belediyelerde kayyım uygulamalarının kaldırılması gibi yeni yasal düzenlemeler gerektirmeyen konularda dahi hiçbir adım atılmadı. Türkiye demokrasisinin Kürtler söz konusu olduğunda işlemediği biliniyor. Hatta Terörle Mücadele Kanunu’nun Kürtlere yönelik Anayasa işlevi gördüğü de söylenebilir. Bu yaklaşım değişmediği ve Türkiye’deki mevcut yasal çerçeve korunduğu sürece silah bırakanların/yakanların geldiklerinde gidecekleri yerin cezaevi olduğunu söylemek yanlış bir çıkarım olmaz.

CHP’nin Terörsüz ve Demokratik Türkiye olarak adlandırdığı süreçte Kürt meselesinin çözümüne dair ne önerdiği de belirsiz. Bu adlandırmadan CHP’nin de Kürt meselesini terör bağlamında ele aldığı ancak sadece güvenlikçi çizgide kalmayarak meseleyi demokratik alanın genişletilmesi üzerinden değerlendirdiğini söylemek mümkün. Ancak somut olarak ne önerdiğini bilmiyoruz. İktidar, Kürtler açısından demokrasi alanını genişletmediği gibi CHP’yi ve CHP’li belediyeleri da kapsayacak şekilde demokrasi alanını iyice daraltıyor. Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’teki çıkışının ardından CHP’li belediyelere de kayyım atanması, tutuklamalara 19 Mart sürecinde Ekrem İmamoğlu’nun dahil edilmesi hem CHP hem Türkiye toplumu açısından meseleyi bambaşka bir boyuta taşıdı. 19 Mart sürecinden sonra her hafta İstanbul’un bir ilçesi ve Türkiye’nin bir ilinde Millet İradesine Sahip Çıkıyor mitinglerindeki halk buluşmalarına öncülük eden Özgür Özel’in liderliği hedefe oturtuldu. Kurultay davalarıyla Özgür Özel liderliğindeki CHP, parti içinden çıkan karşıt odaklar güçlendirilerek çökertilmek isteniyor.  Bu yaşananlar CHP’nin ve CHP tabanının, merkezine Kürt meselesinin çözümünü almasını da engelliyor.

Şüphesiz ki bu süreçteki en somut adımı kendisini feshederek PKK attı. Kürt hareketi içinde hareketin değişim dönüşüm politikasını bundan sonra nasıl geliştirip sürdüreceği, Türkiye siyasetindeki pratik gelişmelere nasıl müdahale edeceği konusundaki iç tartışmalar devam ediyor. DEM Parti çizgisi, sürecin yürütülmesini Öcalan’a ihale etme ekseninden çıkamıyor ve Barış ve Demokratik Toplum projesini Türkiye toplumuna anlatamıyor. Kürtlerin nasıl bir Türkiye toplumunda yaşamak istediği, demokratik entegrasyonunun eşitlik temelinde kimseyi dışlamadan nasıl kurulacağı toplumla paylaşılamıyor. Bunun için Öcalan’ın ifade alanının korunmasına ihtiyaç var. Çünkü sadece Öcalan, sınırlı imkanlarına rağmen meseleyi topluma seslenerek duyurmaya çalışıyor. Kürtlerin geleceği sadece Türkiye ile sınırlı bir konu değil; Suriye, Irak ve İran’la da yakından ilişkili. Özellikle Esad’dan sonra Suriye’de kurulmaya çalışılan rejim içinde Kürtler varoluş mücadelesi veriyor. Bu durum Türkiye’deki Kürtlerin durumunu temelden belirliyor. Kürt siyasi hareketinin tüm bu gelişmeleri birlikte değerlendirerek Türkiye’de temkinli bir çizgide ilerlemesi anlaşılır bir durum. Diğer yandan Türkiye’de iktidarın, siyaseti ve toplumsal yaşamı dizayn etme aracı olarak hukuku kullanması karşısında temkinli davranma ile siyaset üretememe birbirine karışabiliyor.

Siyaset alanında bunlar olurken üç adlandırmaya sahip sürece dair toplumda büyük bir güvensizlik oluşuyor. CHP tabanı ilgisini sürece odaklayamıyor. Tam tersine tabandaki ve parti içindeki süreç karşıtlarının eli güçleniyor. DEM Parti’nin olası bir seçimde AKP-MHP ile ittifak yapacağına dair komplo teorilerine olan inanç geçmişte Kürt siyasi hareketini desteklemiş CHP tabanında da artıyor. PKK’nin kendini feshetmesiyle, Kürtlerin Türkiye’yi bölerek kendi devletlerini kuracağı korkusunun temellerinin de ortadan kalkmış olması gerekir ama komplo teorilerine fazla pirim veren bir toplumda bu korkunun silindiğini iddia etmek için oldukça erken. Sürece destek vermeyen İYİ Parti’nin cılız mitingleri bu korkuyu canlı tutuyor; Zafer Partisi de bölünme komplolarını destekler tutum alıyor. Türkiyeli mi Türk mü tartışmasının dahi popüler alanda demokrasiyi boğan bir destek bulduğu görülebilir. Türkiyeli ifadesinin Türklüğü yok edeceği şeklindeki komplo teorisi pek çok Türk’ü etkisi altına alabiliyor. Yer yer duygusal hezeyanlara dönüşen bu ruh halini rasyonel düzeleme çekmeye çalışanların sayısı ise yok denecek kadar az. Türkiyeliliğin Türklüğü yok etmeyeceğini topluma anlatamayan, halkın tepkilerini önemsizleştiren eğilimse epey güçlü.

Ekrem İmamoğlu Meselesi

İktidarın baskıcı politikaları yalnızca yüksek siyaseti hedef almıyor; aynı zamanda iktidarın onaylamadığı siyasi yaklaşımlara ve seküler yaşam tarzlarına da yöneliyor. Gençlerin, öğrencilerin, kadınların, sanatçıların ve LGBTİ+’ların kamusal alandaki hareket alanı giderek daraltılıyor. Ekrem İmamoğlu’nun sosyal belediyecilik anlayışı; kamu kaynaklarını toplum lehine kullanması; kadınlara, gençlere ve çocuklara yönelik saygılı tutumu; laiklik ilkesini sahiplenerek muhafazakâr ve seküler kesimler arasındaki kutuplaşmayı kırma çabası onu geniş kitleler nezdinde alternatif bir lider haline getirmişti. Ekim 2024’te Kürt meselesinin çözümü yolunda yeni bir kapı açıldığında, Ekrem İmamoğlu’nun ne yapmak istediğini galiba en iyi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan anladı ve fazla zaman kaybetmeden İmamoğlu’nun etkisiz hale getirilmesini istedi. 8 Mart’ta Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayarak başkanlık yürüyüşünü başlatan İmamoğlu, 16 Mart’ta Diyarbakır’da bir konuşma yaptı. Kürtlere eşit kardeşlik sözü verip “Newroz Pîroz Be” diyerek Newroz’u kutlamasının hemen sonrasında savcı ve hâkimler de Erdoğan’ın isteğini yerine getirircesine harekete geçti. Ekrem İmamoğlu’nun diploma iptali, gözaltına alıp tutuklanması beş gün içinde gerçekleşti.

Tarihi önemdeki Terörsüz Türkiye süreci devam ederken, iktidar tüm ilgisini adeta CHP’deki “yolsuzluklara” yöneltti. İktidar için, CHP’nin yolsuzluktan kurtulması Türkiye’nin terörden kurtulmasından çok daha öncelikli bir hal aldı. Ancak yürütülen yolsuzluk operasyonları kamuoyunu bir türlü ikna edemedi. İmamoğlu hakkında açılan davaların -diploma iptali, ahmak davası, bilirkişi etkileme suçlamaları- yolsuzlukla doğrudan ilgisi olmadığı gibi, CHP’nin kurultay sürecine müdahale ve İstanbul İl Yönetimi’ne kayyım atanması da meseleyi yolsuzluk ekseninden uzaklaştırdı. Bu operasyonlar, mahkemelerin mahkûmiyet kararlarından çok daha fazla etki yaratarak İmamoğlu’nu adeta kahramanlığa mahkûm etti.

İmamoğlu’nun hedefe konması, birçok çevrede gelecekteki Cumhurbaşkanı adayının önünü kesme çabası olarak yorumlansa da, bunun çözüm süreciyle ilişkisi genellikle göz ardı edildi. Oysa Erdoğan, çözüm/barış sürecinin başarıya ulaşması halinde Türkiye’nin yepyeni bir döneme gireceğini ve bu dönemin otoriter politikalarla yönetilemeyeceğini çok net görüyordu. İmamoğlu operasyonu, çözüm süreciyle birlikte ele alındığında bu yeni dönemin terörsüz olacağı ama demokratik bir dönem istenmediği kolaylıkla görülebilir.

Çözüm sürecinin geleceği

Devletin yıllardır PKK’ye yönelttiği “silahı bırak, gel” çağrıları bugün nihayet karşılık bulmuş olsa da bundan sonra nasıl bir yol izleneceği konusunda ciddi bir belirsizlik var. Süreç komisyonda ve Meclis’te ele alınacak deniyor; ancak hâlâ gerçek bir çözüm iradesinin varlığına dair somut bir işaret bulunmuyor. Türkiye’de Kürt meselesinin çözümünde atılacak adımlar, büyük ölçüde uluslararası konjonktüre ve Ortadoğu’daki dengelerin nasıl şekilleneceğine bağlı. Devletin politikalarında bir değişikliğe gidip gitmeyeceği de bu dış koşulların seyrine göre şekillenecek. Bu çerçevede Devlet Bahçeli’nin çıkışı ve Türkgün gazetesinde yayımlanan yazıları ile Ekrem İmamoğlu’nun eşit vatandaşlık çağrısı, mevcut devlet çizgisindeki anomaliler olarak görülebilir.

Çözüm sürecinin birinci yılı geride kalırken, barış ve demokrasi isteyen tüm çevreler için hem sürece hem de CHP’ye yönelik baskılara karşı tutarlı, ilkeli ve politik bir duruş almanın yanında toplumla barış ve demokrasi talepleri üzerinden güçlü bir bağ kurmak kaçınılmaz hale geliyor. DEM Parti, CHP’ye yapılanlara ilkesel olarak karşı çıkıyor; ancak Barış ve Demokratik Toplum sürecinin zarar görmemesi için daha aktif bir destek sunmaktan kaçınıyor. Oysa bu destek sadece CHP’ye değil, hukukun yerle bir edilmesine ve demokrasi alanının daralmasına karşı verilen ortak mücadeleye katkı olarak da değerlendirilebilir. Çünkü iktidarın çözüme dair herhangi bir adım atmaması ve demokratik alanı giderek daraltması DEM Parti tabanında da sürece dair güvensizliğe neden oluyor. CHP ise çok boyutlu operasyonlar, içerden ve dışarıdan gelen baskılar karşısında pek çok cephede birden savaşmak durumunda kalıyor; enerjisini çözüm sürecine yeterince ayıramıyor. Oysa CHP’nin barış ve demokrasi mücadelesine derinlik kazandırması ve çözüm sürecine dair yaklaşımını sürdürdüğü halk mitinglerinin yarattığı imkânla buluşturabilmesi gerekiyor. Aksi halde CHP tabanındaki çözüm karşıtı eğilimin daha da güçleneceğini iddia etmek yanlış olmaz.

Kürt meselesinin çözümü gerçekten Türkiye demokrasisinin vazgeçilmez bir parçası olarak görülüyorsa toplumla daha güçlü ve yaygın ilişkiler kurulması gerekir. Kürt meselesine sahip çıkıp CHP’nin demokrasi mücadelesini önemsizleştirmek ya da CHP’nin demokrasi mücadelesine destek sunup Kürt meselesinin çözümünü tali bir meseleye indirgemek, her iki hattın da meşruiyetini zayıflatır. Bu durum, ortak bir demokratik zemin kurulmasını da imkânsız hale getirir.