Yirmi birinci yüzyıl ilerlerken çifte bir krizle karşı karşıyayız. Bir yandan ekolojik kriz: iklim değişikliği ve diğer bazı Dünya Sistemi baskıları gezegensel sınırları tehlikeli boyutlarda aşmakta. Öte yandan sosyal kriz: birkaç milyar insan temel mal ve hizmetlere erişimden mahrum. İnsan nüfusunun %40’ından fazlası besleyici gıda alamamakta; %50’si güvenli bir şekilde yönetilen sıhhi tesislere sahip değil; %70’i gerekli sağlık hizmetlerinden yoksun.

Yoksunluk en çok, yapısal uyum ve eşitsiz değişimin emperyalist dinamiklerinin yoksulluğu ve azgelişmişliği sürekli kıldığı periferi bölgelerde hissedilmektedir. Ancak bu durum merkezde de belirgindir: Amerika Birleşik Devletleri’nde nüfusun neredeyse yarısı sağlık hizmeti alamamaktadır; Birleşik Krallık’ta 4.3 milyon çocuk yoksulluk içinde yaşamaktadır; Avrupa Birliği’nde 90 milyon insan ekonomik güvensizlikle karşı karşıyadır. Bu yoksunluk örüntüleri, ırk ve toplumsal cinsiyet açısından acımasız eşitsizliklerle dolu.

Ekolojik krizi analiz etmeyi ve çözmeyi vaat eden hiçbir siyasi program, aynı zamanda -yani aynı anda- sosyal krizi de analiz edip çözmediği sürece başarılı olmayı umamaz. Birini diğeri olmadan ele almaya çalışmak, temel çelişkilerin kökleşmesine ve nihayetinde canavarların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Nitekim canavarlar şimdiden ortaya çıkmaya başlamıştır.

İkili sosyal-ekolojik krizin nihai olarak kapitalist üretim sistemi tarafından yönlendirildiğini anlamak kritik önem taşımaktadır. Bu iki boyut, altta yatan aynı patolojinin semptomlarıdır. Burada kapitalizmden kastım, insanların genellikle kolayca varsaydığı gibi sadece piyasalar, ticaret ve işletmeler değildir. Bunlar kapitalizmden binlerce yıl önce de vardı ve kendi başlarına yeterince masumdurlar. Kapitalizmin yüzleşmemiz gereken temel tanımlayıcı özelliği, varlığının bir koşulu olarak, temelde antidemokratik olmasıdır.

Evet, birçoğumuz zaman zaman siyasi liderleri seçtiğimiz -ne kadar yozlaşmış ve ele geçirilmiş olsalar da- seçimle işbaşına gelen siyasi sistemlerde yaşıyoruz. Ama öyle bile olsa, üretim sistemi söz konusu olduğunda, en sığ demokrasi yanılsaması bile devreye girmez. Üretim ezici bir çoğunlukla sermaye tarafından kontrol edilmektedir: büyük şirketler, büyük finans firmaları ve yatırım yapılabilir varlıkların aslan payına sahip olan %1. Sermaye, kolektif emeğimizi ve gezegenimizin kaynaklarını istediği gibi seferber etme gücünü elinde tutmakta, ne üreteceğimizi, hangi koşullarda üreteceğimizi ve ürettiğimiz sermaye fazlasının nasıl kullanılacağını ve dağıtılacağını belirlemektedir.

Ve açık olalım: sermaye için üretimin birincil amacı, somut ekolojik hedeflere ulaşmak bir yana bırakın, belirli insan ihtiyaçlarını karşılamak ya da toplumsal ilerleme sağlamak bile değildir. Aksine, öncelikli amaç kârı maksimize etmek ve biriktirmektir.

Sonuç olarak kapitalist dünya sistemi sapkın üretim biçimleriyle karakterize edilir. Sermaye finansmanı, spor araçlar, endüstriyel et, hızlı moda, silahlar, fosil yakıtlar ve emlak spekülasyonu gibi yüksek kârlı çıktılara yönlendirirken, toplu taşıma, kamu sağlığı hizmetleri, besleyici gıda, yenilenebilir enerji ve uygun fiyatlı konut gibi gerekli mal ve hizmetlerin kronik kıtlığını yeniden üretmektedir. Bu dinamik ulusal ekonomiler içinde gerçekleşmekle birlikte, emperyalist boyutları da net şekilde mevcuttur. Küresel Güney’deki toprak, emek ve üretken kapasiteler, ulusal ihtiyaçları karşılayacak gıda, konut, sağlık hizmetleri, eğitim ve sanayi malları üretmek yerine; Kuzeyli firmaların hakimiyetindeki küresel hammadde zincirlerine (Chiquita için muz, Zara için pamuk, Starbucks için kahve, Apple için akıllı telefonlar ve Tesla için koltan, hepsi de merkezin yararına ve yapay olarak düşük fiyatlarla) tedarik olarak yönlendirilmektedir. Merkezdeki sermaye birikimi, emek ve kaynakların periferiden çekilmesine bağlıdır.[1]

Bu nedenle, son derece yüksek toplam üretim düzeylerine -ve ekolojik baskıları güvenli ve sürdürülebilir sınırların çok ötesine taşıyan enerji ve malzeme kullanım düzeylerine- rağmen, kapitalist dünya ekonomisinde yoksunluğun yaygın olmaya devam etmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Kapitalizm çok fazla üretiyor, evet, ama aynı zamanda doğru şeyleri de yeterince üretmiyor. Temel mal ve hizmetlere erişim metalaşma ile sınırlandırılmıştır; ve sermaye her fırsatta emeği ucuzlatmaya çalıştığı için, özellikle de periferide, çalışan sınıfların tüketimi kısıtlanmıştır.

Peter Kropotkin bu dinamiği 130 yıldan daha uzun bir süre önce fark etmiştir. Ekmeğin Fethi’nde, on dokuzuncu yüzyılda bile Avrupa’daki yüksek üretim seviyelerine rağmen, nüfusun çoğunun sefalet içinde yaşadığını gözlemlemiştir. Neden mi? Çünkü kapitalizmde üretim, “tekelcilere en büyük kârı sağlayan şey” etrafında seferber edilir. “Birkaç zengin adam, ulusun ekonomik faaliyetlerini manipüle ediyor” diye yazmıştı. Bu arada, kendi ihtiyaçları için üretim yapmaları engellenen kitleler, “bir ayı, hatta bir haftayı çalışmadan geçirmelerini sağlayacak araçlara sahip değillerdir.”

Kropotkin ısrarla, “zenginlerin ahırlarını, köpek kulübelerini ve maiyetlerini ayakta tutmak için; toplumun kaprislerine ve moda güruhunun ahlaksız zevklerine boyun eğmek için;  tüketiciyi ihtiyacı olmayan bir şeyi almaya zorlamak ya da şişirme yollarla ona kalitesiz bir ürün yutturmak için ve diğer yandan kesinlikle zararlı ama üretici için karlı mallar üretmek için tamamen boşa giden tüm emeği bir düşünün” demiştir.[2]

Ancak tüm bu üretken faaliyetler başka amaçlar doğrultusunda organize edilebilir. Kropotkin, “Bu şekilde israf edilenler,” diye yazıyordu, “yararlı şeylerin üretimini iki katına çıkarmaya ya da değirmenlerimizi ve fabrikalarımızı makinelerle doldurmaya öylesine yeterdi ki, kısa süre içinde dükkanları şu anda ulusun üçte ikisinde eksik olan her şeyle doldurabilirlerdi.” Eğer işçiler ve çiftçiler üretim araçları üzerinde kolektif bir kontrole sahip olsalardı, Kropotkin’in “herkes için esenlik” olarak adlandırdığı şeyi kolayca sağlayabilirlerdi. Kitlesel yoksulluk, yoksunluk ve kapitalizmi karakterize eden yapay kıtlıklar neredeyse hemen sona erdirilebilirdi.

Kropotkin’in argümanı bugün de geçerlidir. Gezegendeki herkese insana yakışır bir yaşam sağlamak için toplam küresel üretim kapasitesinden alınması gereken pay çok fazla olmayacaktır. Ancak ekolojik krizin gerçekliğiyle birlikte, Kropotkin’in 19.yüzyılda takdir edemediği ikinci bir zorlukla da yüzleşmek zorundayız: herkes için esenliği sağlarken aynı zamanda yeterince hızlı bir dekarbonizasyon sağlamak ve dünya ekonomisini gezegen sınırları içine geri getirmek için toplam enerji ve malzeme kullanımını (özellikle merkezde) azaltmak.[3] Teknolojik yenilik ve verimlilik iyileştirmeleri bunun için çok önemlidir, ancak yüksek gelirli ülkelerin de fazla enerji ve malzeme kullanımını doğrudan azaltmak için daha az gerekli üretim biçimlerini azaltmaları gerekir.[4]

Eğer kapitalizm ilk hedefe (herkes için esenlik) ulaşmakta hep başarısız olduysa, ikincisine de kesinlikle ulaşamaz. Bu yapısal bir imkansızlıktır, çünkü kapitalist ekonominin temel mantığına aykırıdır; bu mantık, sürekli birikim koşullarını korumak için toplam üretimi süresiz olarak arttırmaktır.

Ne yapılması gerektiği açıktır: Kropotkin’in savunduğu gibi finans ve üretim üzerinde demokratik kontrol sağlamalı ve şimdi bunu esenlik ve ekoloji çifte hedefi etrafında örgütlemeliyiz. Bu, Kropotkin’in yaptığı gibi, toplumsal ilerleme için açıkça artması gereken toplumsal olarak gerekli üretim ile, acilen azalması gereken yıkıcı ve daha az gerekli üretim biçimleri arasında ayrım yapmamızı gerektirir. Bu, bizim neslimizin dünya-tarihsel devrimci hedefidir.

Böyle bir ekonomi neye benzeyecektir? Birkaç temel hedef öne çıkmaktadır.

Sosyal altyapıyı güvence altına almak için öncelikle evrensel kamu hizmetlerini genişletmeli ve meta olmaktan çıkarmalıyız.[5] Bununla sağlık ve eğitimi kastediyorum, evet, ama aynı zamanda konut, toplu taşıma, enerji, su, internet, çocuk bakımı, dinlenme tesisleri ve herkes için besleyici gıdayı da kastediyorum. Herkesin, esenliği için gerekli mal ve hizmetlere erişimini sağlamak üzere üretici güçlerimizi seferber edelim.

İkinci olarak, yenilenebilir enerji kapasitesi oluşturmak, evleri yalıtmak, verimli cihazlar üretmek ve kurmak, ekosistemleri restore etmek ve sosyal açıdan gerekli ve ekolojik açıdan verimli teknolojiler geliştirmek için iddialı bayındırlık programları oluşturmalıyız. Bunlar mümkün olduğunca çabuk yapılması gereken temel müdahalelerdir; sermayenin bunların yapılmaya değer olduğuna karar vermesini bekleyemeyiz.

Üçüncüsü, insanları bu hayati kolektif projelere katılmaya, işyeri demokrasisi ve geçinmeye yetecek ücretlerle anlamlı, sosyal açıdan gerekli işler yapmaya teşvik eden bir kamu iş garantisi sunmalıyız. İş garantisi para basan kuruluş tarafından finanse edilmeli ancak uygun yerellik düzeyinde demokratik olarak yönetilmelidir.

Bu yaklaşımın gücünü düşünün. Ekolojik açıdan gerekli hedeflere ulaşmamızı sağlar. Ama aynı zamanda işsizliği de ortadan kaldırır. Ekonomik güvensizliği ortadan kaldırır. Toplam üretimdeki dalgalanmalardan bağımsız olarak herkes için iyi yaşamlar sağlar, böylece esenlik ile büyüme arasındaki bağı ortadan kaldırır. Ekonominin geri kalanına gelince, özel şirketler demokratikleştirilmeli ve uygun şekilde işçi ve topluluk kontrolü altına alınmalı ve üretim esenlik ve ekoloji hedefleri etrafında yeniden düzenlenmelidir.

Daha sonra, sosyal ve ekolojik açıdan gerekli sektörleri güvence altına alıp geliştirirken, sosyal açıdan daha az gerekli üretim biçimlerini de azaltmamız gerekir. Burada fosil yakıtlar ön plana çıkmaktadır: bu endüstriyi adil ve hakkaniyetli bir şekilde tasfiye etmek için bağlayıcı hedeflere ihtiyacımız var.[6] Ancak, küçülme (degrowth)[*] araştırmalarının da işaret ettiği gibi, ürün ömürlerini uzatırken ve planlı eskitmeyi yasaklarken, diğer yıkıcı endüstrilerdeki (otomobiller, havayolları, malikaneler, endüstriyel et, hızlı moda, reklamcılık, silahlar ve benzeri) toplam üretimi de azaltmamız gerekmektedir. Bu süreç demokratik olarak belirlenmeli, ancak aynı zamanda ekolojinin maddi gerçekliğine ve sömürgecilik karşıtı adaletin gerekliliklerine de dayandırılmalıdır.[7]

Son olarak, servet vergileri ve azami gelir oranları kullanarak zenginlerin aşırı satın alma gücünü acilen kesmemiz gerekiyor.[8] Şu anda milyonerler tek başına, gezegeni 1,5°C’lik ısınmanın altında tutmak için kalan karbon bütçesinin %72’sini yakıyor.[9] Bu, insanlığa ve yaşayan dünyaya karşı korkunç bir saldırıdır ve hiçbirimiz bunu kabul etmemeliyiz. Ekolojik bir acil durumun ortasında enerjimizi ve kaynaklarımızı aşırı tüketen bir eliti desteklemeye yönlendirmeye devam etmek mantıksız ve adaletsizdir.

Bu adımları attıktan sonra, toplumumuzun ihtiyaç duyduğumuz şeyleri üretmek için daha az emeğe ihtiyaç duyduğunu görürsek, çalışma haftasını kısaltabilir, insanlara daha fazla boş zaman verebilir ve gerekli emeği daha eşit bir şekilde paylaşarak işsizliği kalıcı olarak önleyebiliriz.

Bu dönüşümün enternasyonalist boyutu ön planda ve merkezde olmalıdır. Ekolojik hedeflere ulaşmak için merkezde aşırı enerji ve malzeme kullanımı azalmalı, periferide ise insan ihtiyaçlarını karşılamak ve kalkınmayı sağlamak için üretken kapasiteler geri kazanılmalı, yeniden düzenlenmeli ve çoğu durumda artırılmalı, üretim küresel olarak evrensel esenlik için yeterli ve ekolojik istikrarla uyumlu seviyelere yakınlaştırılmalıdır.[10] Küresel Güney için bu, yapısal uyum programlarının sona erdirilmesini, dış borçların iptal edilmesini, gerekli teknolojilerin evrensel olarak kullanılabilirliğinin sağlanmasını ve hükümetlerin ekonomik egemenliği geliştirmek için ilerici sanayi ve maliye politikalarını kullanmalarını gerektirir. Etkili çok taraflı eylemlerin yokluğunda, Güney hükümetleri egemen kalkınmaya yönelik tek taraflı veya kolektif adımlar atabilir ve atmalıdır ve bu amaçları desteklenmelidir.[11]

Tüm bunların açıkça ortaya koyduğu gibi, son on yılda bilim insanlarının ve aktivistlerin hayal gücünü açan bir çerçeve olan küçülme (degrowth), ekososyalizm ve anti-emperyalizm için daha geniş bir mücadelenin bir unsuru olarak anlaşılmalıdır.

Yukarıda özetlenen program karşılanabilir mi? Evet. Tanım olarak, evet. Etkili kapitalist iktisatçı John Maynard Keynes’in bile kabul ettiği gibi – ve sosyalist iktisatçıların her zaman anladığı gibi – üretken kapasite açısından gerçekten yapabileceğimiz her şeyin bedelini ödeyebiliriz. Üretken kapasite söz konusu olduğunda ise elimizde gereğinden fazlası var. Finans ve üretim üzerinde demokratik kontrol kurarak, bu kapasitenin kullanımını savurgan üretimden ve elit birikiminden sosyal ve ekolojik hedeflere ulaşmak için kaydırabiliriz.

Bazıları bunun kulağa ütopik geldiğini söyleyecektir. Ancak bu politikalar son derece popülerdir. Evrensel kamu hizmetleri, kamusal iş garantisi, daha fazla eşitlik, büyümeden ziyade esenlik ve ekolojiye odaklanan bir ekonomi – anketler ve araştırmalar bu fikirlerin çoğunluk tarafından desteklendiğini gösteriyor ve birçok ülkede resmi vatandaş meclisleri tam da bu tür bir geçiş çağrısında bulundu. Bu, popüler ve uygulanabilir bir siyasi gündem haline gelme potansiyeline sahiptir.

Ancak bunların hiçbiri kendi başına gerçekleşmeyecektir. Statükodan muazzam fayda sağlayanlara karşı büyük bir siyasi mücadele gerektirecektir. Zaman, çökmekte olan bir sistemin kenarlarından dolanarak hafif reformizm yapma zamanı değildir. Bu, devrimci bir değişim zamanıdır. Ancak son birkaç yıldır harekete geçen çevreci hareketin bu değişimin tek temsilcisi olamayacağı da açıktır. Hareket ekolojik sorunları kamusal söylemin ön saflarına taşımayı başarmış olsa da, gerekli dönüşümü sağlayacak yapısal analiz ve siyasi kaldıraçtan yoksundur. Burjuva yeşil partiler, işçi sınıfının geçim kaynakları, sosyal politika ve emperyalist dinamikler sorununa tehlikeli bir şekilde ilgisiz kalmalarıyla özellikle berbatlar. Bu sınırlamaların üstesinden gelmek için çevrecilerin sendikalarla, işçi hareketleriyle ve grev gücü de dahil olmak üzere çok daha fazla siyasi kaldıraca sahip diğer işçi sınıfı siyasi oluşumlarıyla ittifaklar kurması acilen önemlidir.

Bunu yapmak için çevreciler yukarıda sıraladığım sosyal politikaları ön plana çıkarmalı, işçi sınıfı topluluklarının ve birçok sendikanın radikal ekolojik eylemin geçim kaynakları üzerinde yaratabileceği olumsuz sonuçlardan korkmasına neden olan ekonomik güvensizliği ortadan kaldırmak için örgütlenmelidir. Ancak sendikaların da harekete geçmesi gerekiyor. Bunu dışarıdan bir eleştirmen olarak değil, hayat boyu sendika üyesi olmuş biri olarak söylüyorum. Kapitalist ekonominin genel yapısını olduğu gibi bırakırken, işçi hareketinin siyasi ufkunun ücretler ve koşullar konusunda sektöre özgü mücadelelere indirgenmesine nasıl izin verdik? Herkes için sosyal temeli güvence altına almak ve ekonomik demokrasiye ulaşmak için orijinal hedeflerimizi yeniden canlandırmalı ve sektörler arasında -ve işsizlerle- birleşmeliyiz.

Son olarak, merkezdeki ilerici hareketler Küresel Güney’deki radikal ve sömürgecilik karşıtı toplumsal hareketlerle birleşmeli, onları desteklemeli ve savunmalıdır. Periferideki işçiler ve köylüler kapitalist dünya ekonomisini besleyen emeğin %90’ına katkıda bulunmaktadır ve Güney, dünyanın ekilebilir topraklarının ve kritik kaynaklarının çoğunu elinde tutmaktadır, bu da ellerine önemli bir koz vermektedir. Güneyli işçileri ve siyasi hareketleri devrimci değişimin öncü aktörleri olarak ön plana çıkarmayan herhangi bir siyasi felsefe, basitçe meseleyi ıskalıyor demektir.

Bu da örgütlenme, dayanışma kurma ve ortak siyasi talepler etrafında birleşme gibi zorlu bir çalışmayı gerektirir. Strateji gerektirir ve cesaret gerektirir. Umut var mı? Evet, var. Adil ve sürdürülebilir bir dünya ekonomisine ulaşmanın deneysel olarak mümkün olduğunu biliyoruz. Ancak umudumuz ancak mücadelemiz kadar güçlü olabilir. Eğer umut istiyorsak -eğer böyle bir dünyayı kazanmak istiyorsak- mücadeleyi inşa etmeliyiz.


Bu makale il olarak Monthly Review, 75(4), Eylül 2023’te yayımlanmıştır.

[*] Çevirmenin notu: Degrowth, parasal olarak ölçülen ekonomik çıktıya (ör: gayri safi yurtiçi hasıla) odaklanmak yerine, ekonomik çıktıya bağımlı olarak üreyen, madde ve enerji olarak ölçülebilecek fiziksel çıktıya odaklanır. Küresel planda bu niceliğin -maddi etkinin- azaltılması gerekliliğinden hareket eder. Buna göre maddi etki planlı ve adil bir şekilde azaltılmalıdır. Türkçe yayımlanan üç kitapta Degrowth ‘küçülme’ kavramıyla karşılanmıştır. Bkz. Serge Latouche, Kanaatkar Bolluk Toplumuna Doğru: Küçülme Üzerine Yanlış Yorumlar ve Tartışmalar, İletişim, 2018; Giacomo Dalisa, Federico Demaria ve Giorgos Kallis, Küçülme: Yeni Bir Çağ İçin Kavram Dağarcığı, Metis, 2020; Jason Hickel, Çoğu Zarar Azı Karar & Dünyayı Küçülme Kurtaracak, Metis, 2022.

[1] Jason Hickel, Christian Dorninger, Hanspeter Wieland ve Intan Suwandi, “Imperialist Appropriation in the World Economy: Drain from the Global South through Unequal Exchange, 1990-2015,” Global Environmental Change 73 (2020): 102467.

[2] Peter Kropotkin, The Conquest of Bread (1892), marxists.org.

[3] Jason Hickel, Daniel W. O’Neill, Andrew L. Fanning ve Huzaifa Zoomkawala, “National Responsibility for Ecological Breakdown: A Fair-Shares Assessment of Resource Use, 1970-2017,” Lancet Planetary Health 6, no. 4 (2022): e342-e349; Jason Hickel, “Quantifying National Responsibility for Climate Breakdown: An Equality-Based Attribution Approach for Carbon Dioxide Emissions in Excess of the Planetary Boundary,” Lancet Planetary Health 4, no. 9 (2022): e399-e404; Lorenz T. Keyßer ve Manfred Lenzen, “1.5°C Degrowth Scenarios Suggest the Need for New Mitigation Pathways,” Nature Communications 12, no. 1 (2021): 2676; Jason Hickel vd, “Urgent Need for Post-Growth Climate Mitigation Scenarios,” Nature Energy 6, no. 8 (2021): 766-68. Bu makalenin ücretsiz PDF’ine jasonhickel.org/research adresinden ulaşılabilir.

[4] Jason Hickel, “On Technology and Degrowth,” Monthly Review 75, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2023): 44-50; Jefim Vogel ve Jason Hickel, “Is Green Growth Happening? Achieved vs. Paris-compliant CO2-GDP Decoupling in High-Income Countries,” Lancet Planetary Health (2023, yakında çıkacak).

[5] Jason Hickel, “Universal Public Services: The Power of Decommodifying Survival,” MR Online, 21 Nisan 2023.

[6] Örneğin, Fossil Fuel Non-Proliferation Treaty Initiative‘ne bakınız.

[7] Birleşik Krallık, Fransa ve İspanya’daki yurttaş meclislerinden biliyoruz ki insanlar daha az gerekli üretim biçimlerini hızlı bir şekilde belirleyebiliyor ve bunları azaltmayı kabul edebiliyor. Ayrıca deneysel koşullar altında insanların kaynakları adil ve ekolojik yollarla yönetmeye çalıştıklarını da biliyoruz (Eleanor Ostrom ve diğerlerinin demokratik müştereklerin yönetimi üzerine yaptığı araştırmayı teyit eder şekilde); bakınız Oliver P. Hauser, David G. Rand, Alexander Peysakhovich ve Martin A. Nowak, “Cooperating with the Future,” Nature 511, no. 7508 (2014): 220-23. Demokrasi önemli bir sosyalist değerdir, ancak bilim (yani pozisyonlar maddi ve ekolojik gerçeklik açısından ampirik olarak sağlam olmalıdır), adalet ve dayanışma da öyledir. Merkezdeki insanlar enerji ve malzeme kullanımlarını ekolojik bozulmayı şiddetlendirecek ve/veya çevredeki insanlara zarar verecek şekilde artırmaya demokratik olarak karar verirlerse, sosyalistler buna itiraz etmeli ve gidişatın değişmesi için tartışmalı/örgütlenmelidir.

[8] Joel Millward-Hopkins ve Yannick Oswald, “Reducing Global Inequality to Secure Human Wellbeing and Climate Safety,” Lancet Planetary Health 7, no. 2 (2023): e147-e154. Ayrıca bakınız Jason Hickel, “How Much Should Inequality Be Reduced?“, Al Jazeera, 14 Aralık 2022, aljazeera.com.

[9] Stefan Gössling ve Andreas Humpe, “Millionaire Spending Incompatible with 1.5°C Ambitions,” Cleaner Production Letters 4 (2023): 100027.

[10] Hickel, O’Neill, Fanning ve Zoomkawala, “National Responsibility for Ecological Breakdown”; Hickel, “Quantifying National Responsibility for Climate Breakdown”; Keyßer ve Lenzen, “1.5°C Degrowth Scenarios Suggest the Need for New Mitigation Pathways”; Jason Hickel ve Dylan Sullivan, “Capitalism, Global Poverty, and the Case for Democratic Socialism,” Monthly Review 75, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2023): 99-113.

[11] Jason Hickel, “How to Achieve Full Decolonization,” New Internationalist, 15 Ekim 2021; Samir Amin, Delinking: Toward a Polycentric World (Londra: Zed Books, 1980).