6 Şubat Pazartesi günü yaşanan iki ardışık deprem sanıyorum Türkiye’nin şimdiye kadar gördüğü en büyük deprem felaketi olarak tarihe geçecek. Depremlerin birinci derecede etkili olduğu bölge, Malatya, Maraş, Antep, Adıyaman, Hatay ve kısmen Diyarbakır, Urfa ile Adana’yı, ayrıca Kuzey Suriye’yi içine aldı. Çok büyük bir nüfusun yaşadığı felaket bölgesinde can kaybı ne yazık ki giderek artıyor. Can kayıplarının daha da artacağından endişe ediliyor.

Depremde can kaybının bu kadar yüksek olmasında, günlerdir ana-akım muhalif TV kanallarında dile getirilen faktörlerin büyük rol oynadığı muhakkak. Depremden önce deprem uzmanları, bilim insanları ve Jeoloji Mühendisleri Odası raporlar hazırlayıp ilgili devlet birimlerine başvuruyor, hiçbir yanıt alamıyorlar. Ranta dayalı denetimsiz kentsel yapılaşma, güya deprem yönetmeliğine uygun yapılmış yeni binaların bile çökmesine yol açıyor. AFAD’ın yeterli personele, donanıma ve hazırlığa sahip olmadığı ortaya çıktı, öyle ki çoğu yerde insanlar iki-üç gün boyunca kendi imkânlarıyla enkaz altındaki yakınlarını kurtarmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Böyle bir doğal afette hızla ve koordineli şekilde harekete geçmesi gereken devlet kurumları ve başlarındaki yetkililer tam bir acizlik içinde. Can kaybını ciddi şekilde azaltabilecek nispeten basit organizasyonlar dahi sanki birileri özellikle felaketin boyutları büyüsün diye çaba gösteriyormuş gibi bir türlü yapılamıyor. Kurtarma çalışmalarında çok başarılı olan madenciler ve profesyonel yabancı kurtarma ekipleri uzun süre bölgeye nakledilemiyor. İnşaat sektörü son derece gelişmiş olmasına karşın iş makineleri ve operatörler seferber edilemiyor. Kış mevsiminin sert geçtiği bölgede depremzedelere iki-üç gün boyunca, birçok yerde ise halen yiyecek, giysi, battaniye ve çadır gibi temel gereksinmeler sağlanamıyor. İlgili kurumlara atamaların liyakatsiz /yandaş kadrolaşma mantığıyla yapıldığını görüyoruz. AFAD Genel Müdürü ilahiyat fakültesi mezunu, kariyerini Diyanet Vakfı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nda tamamlamış. NATO’nun en büyük ordularından birine sahip olmakla övünen Türkiye Cumhuriyeti devleti elinin altıdaki yüz binlerce askeri harekete geçirmiyor ve en kritik zaman dilimi boyunca insanlar kendi kaderlerine terk ediliyor. Kısacası, insan yaşamını doğrudan ilgilendiren doğal bir afet karşısında çürümüş, içi çoktan boşaltılmış, gerekli personel, eğitim ve donamından yoksun, bilimsel raporları umursamayan bir devlet yapısıyla yüz yüze geliyoruz.

Yine de eğitim, sağlık, yoksulluk, doğal afetler gibi hayati sosyal sorumluluklar söz konusu olduğunda çokça kullanılan tabirle bir “kabile devletini” andıran devlet aygıtının başka alanlarda gayet iyi teşkilatlandığını, güçlendiğini ve liyakat sahibi yetkililerle iş yaptığını gözlemlemek zor değil. Bu alanlardan biri, neo-liberal politikalar doğrultusunda halktan dar bir kesime yapılan korkunç servet transferleri. Diğeri ise güvenlik aygıtı. Bu alanlara üstünkörü baktığımızda bile depremde karşılaştığımızdan oldukça farklı bir devlet örgütlenmesiyle karşılaşıyoruz.

Gerek Fethullah Gülen cemaatiyle işbirliği içindeki AKP iktidarı, gerekse 2014’ten bu yana Tayyip Erdoğan/AKP’nin güvenlik bürokrasisi ve açıktan faşist bir partiyle ittifak kurmasıyla oluşan iktidar bloğu döneminde neo-liberal politikalar başarıyla uygulandı. Sendikalaşma hakkı pratikte yok edilerek Türkiye gerçek anlamda bir ucuz emek cenneti haline getirildi. Artık özel sektörde çalışan işçilerin yaklaşık yüzde 65’i açlık sınırındaki asgari ücret ve bunun yüzde 10 üzerinde veya altındaki bir bant aralığında ücret alıyor. Türkiye toplumu daha önce tecrübe etmediği ölçüde bir yoksullukla ve hayatta kalma sınırında bir yaşamın süreklilik kazanması demek olan “derin yoksullukla” tanıştı. İktidar bloğu son yıllarda sırf varlığını sürdürebilmek için ekonomide son derece maharetli operasyonlara da imza attı. Örneğin, “arka kapıdan döviz satışı” yöntemiyle Merkez Bankası’nın (MB) döviz rezervlerini eritmeyi başardı. Derin ekonomik sorunlar seçmen kitlesine gecikmeli olarak yansısın diye izlenen düşük faiz politikası enflasyonu patlatırken, sabit gelirli kesimlerden devlete ve fiyatları kontrol edebilen ekonomik birimlere devasa bir servet transferi gerçekleştirildi. Döviz kurlarını baskılamak için oluşturulan kur korumalı mevduat (KKM) uygulamasıyla büyük para sahiplerine Hazine’den -vatandaşın vergilerinden- nasıl büyük meblağlar ödendiğini hepimiz biliyoruz.

Göz kamaştırıcı başarılara imza atılan bir diğer alan ise yurtiçi ve yurtdışına dönük büyük bir operasyonel kapasiteye kavuşturulan güvenlik aygıtı oldu. Türkiye “neo-İttihatçı” politikasıyla “sahaya postalını basan kazançlı çıkar” şiarını benimserken, askeriye farklı coğrafyalarda eşzamanlı operasyonlar düzenleyebilme kapasitesiyle övünür oldu. Böylece güvenlik aygıtı Libya’dan Azerbeycan’a kadar geniş bir coğrafyada savaşlara müdahil oldu, silahlı güçleri eğitti, SİHA’lar (silahlı insansız hava aracı) gönderdi, hatta Suriye’den Libya’ya cihatçı militanlar taşıdığı bile iddia edildi. Komşu ülkede Irak’ta çok sayıda kalıcı üs ve karakol inşa ederek PKK ile mücadelesini yurtdışına taşıdı. Suriye’ye düzenlediği üç ayrı operasyonla geniş bir bölgeyi denetimi altına aldı. Bu alanlarda karakollar ve sağlık ocakları kurarak, kaymakamlar ve emniyet müdürleri atayarak, TL’yi dolaşıma sokarak ve nihayet bir tıp fakültesi ve sağlık meslek okulu kurma kararı alarak bir “devletçik” tesis etti. Artık Türkiye’de esaslı bir askeri-sanayi kompleksin oluştuğu, görece gelişkin silahlar üretilip birçok ülkeye ihraç edildiği biliniyor.

İç güvenlik aygıtının gelişkinliği konusunda fazla söze gerek olduğunu sanmıyorum. İç güvenlik birimleri ülkenin herhangi bir yerindeki gösteri ve eylemlere kısa sürede müdahale edecek kadar güçlendi. Polis akrep vs. araçlarla militer bir güce dönüştü. Muhalif faaliyetleri takip etmek, sosyal medyayı (SM) denetlemek için sayısı on binlere ulaşan personel istihdam edildiği söyleniyor. Evet, devlet deprem bölgesine müdahale etmekte aciz kaldı, ama eleştirel SM paylaşımlarının peşine düşmekte, gazeteci ve TV programcılarına soruşturma açmakta son derece hızlı davranabildi.

Devlet yapısının, sosyal işlevler ve insan yaşamına dair alanlarda büyük bir örgütsüzlük sergilerken neo-liberal politikalar ve güvenlik aygıtı söz konusu olduğunda gayet profesyonelce hareket edebilmesi, bu tablonun önceden yapılmış politik tercihlerle oluştuğunu gösteriyor. Karşımızda bazı kapasiteleri körelir, neredeyse dumura uğrarken başka kapasitelerini gittikçe geliştirecek şekilde tuhaf bir evrim geçirmiş bir devlet aygıtı var. Deprem felaketindeki beceriksizlik, koordinasyonsuzluk, liyakatsizlik, ilgili kurumların içinin boşalmış olması bu politik tercihlerin sonuçları. Devlet yönetiminin bakış açısından bakıldığında, doğal afetlere etkin müdahalenin, diğer sosyal sorumluluklar gibi, öncelikler arasında yer almadığı görülüyor.

Depremlerde, başka doğal afetlerde bu kadar büyük acılar yaşanmasının, eğitim, sağlık, yaygın yoksulluk gibi sosyal alanlarda sorunların gittikçe derinleşmesinin önüne geçebilmek için devletin ne kadar kapsamlı bir dönüşüm geçirdiğini anlamak önemli. Daha insanca bir yaşam için devlet aygıtının önceliklerinin değişmesi gerekiyor. Fakat bu, yüksek siyaset arenasında ana-akım muhalefetin vaat ettiği kadar kolay sağlanabilecek bir dönüşüm değil. Kaynaklar nihayetinde sınırlı olduğuna göre, güç sahiplerini rahatsız etmeden yoksulluğu azaltmak pek olası olmadığı gibi güvenlik devleti konseptinden vazgeçmeden de toplumun hayati ihtiyaçlarını gerçek anlamda karşılayabilmek olası görünmüyor. Üstelik mesele ekonomik kaynakların öncelikle nerelere kanalize edileceğinin de ötesinde. Vatandaşların devlet nezdindeki gücünün ve ağırlığının değişmesi gerekiyor. Devleti yönetenlerin biz vatandaşları algı yönetimleriyle, propagandayla, gelecek güzel günler vaatleriyle, olmadı baskı ve sansürle yönetemeyeceğini fark etmesi, güçlü toplumsal örgütlenmeler ve tepkilerle mümkün.