Türkiye coğrafyasının her bir köşesi ve her türlü ekosistemi, doğayı tahrip eden madencilik ve enerji yatırımlarına açılmış vaziyette. Yaklaşık yirmi yıldan beri egemenliğini koruyan bir ekonomik büyüme modelinin sonucu bu. Bu uğurda ülkenin derelerinde, meralarında, ormanlarında, kıyı şeritlerinde, verimli tarım topraklarında ve hatta biyolojik rezerv alanları ve milli doğa parklarında tahrip edici yatırımlar yapılıyor.  Bu yazı, Temmuz 2025’te meclisten geçen 7554 sayılı yasanın bu gelişmelere nasıl yeni bir ivme kazandırdığını, mevzuat düzenlemeleriyle ekolojik yıkımın nasıl kurumsallaştırıldığını ve doğa mücadelesinin diğer toplumsal adalet mücadeleleriyle birlikte yürütülmesinin neden önemli olduğunu tartışıyor.

Kurumların Çözülmesi ve Çevre Hukukunun Etkisizleşmesi

Türkiye’de inşaat, madencilik ve enerji sektörleri, iktidarın patronajı altında büyüyen, uluslararası sermayeyle işbirliği içinde çalışan bir müteahhit zümre tarafından yürütülüyor. Yap-işlet-devret modelleriyle gücünü arttıran bu zümre 2000’li yıllardan bu yana ülkeyi büyük bir şantiye alanına dönüştürdü. Bu dönüşüm çevre koruma bürokrasisinin çözülmesi ve çevre hukukunun etkisizleştirilmesi ile kolaylaştırıldı. Bu bağlamda, anayasa ve yasalar ile Türkiye doğasının halk ve gelecek kuşaklar adına koruyucusu olması beklenen bürokrasi, özellikle Tarım ve Orman Bakanlığı’na, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı birimler, iktidarın ve bu zümrenin öncelikleri doğrultusunda kuşatılıp işlevsizleştirildi. Aynı şekilde, Türkiye yargısının temel ayaklarından birini teşkil eden ve çevre davalarında “kamusal yarar” önceliğiyle hareket eden idari mahkemeler de zayıflatıldı. Bu durum, doğa savunusunun kurumsal mekanizmalarla yapılmasını da giderek zorlaştırdı. Üstelik, bu gelişmeler paradoksal biçimde, 2009’dan bu yana, Türkiye AB Çevre Müktesebatı’na uyum sürecinde olmasına rağmen devam ediyor. Ayrıca Türkiye bir OECD ülkesi. Çevre performansı bu kuruluş tarafından raporlanıyor ve OECD menşeili dış yatırımların yine OECD kriterlerine tabi olması bekleniyor. Oysa bu uluslararası yükümlülükler, uygulamada hiçbir karşılık bulmuyor. Tersine, son geldiğimiz noktada, Türkiye yaygın ve haklı bir adlandırmayla “sömürge madenciliği” tarafından esir alınmış durumda. Bir iddiaya göre Türkiye’nin mineral ihracatının GSYH içindeki payı artırılmaya çalışıyor. Enerjide ise, özellikle azalan yatırım maliyetleri ve doğanın sıfır maliyetli girdisi -rüzgâr ve güneş- sayesinde, Paris anlaşması ve büyüyen uluslararası karbon pazarının da etkisiyle, büyük ve kârlı ihracat kapıları açılmış vaziyette.

Çevre Mevzuatının Dönüşümü

Türkiye’nin ekolojik yıkımı ne tek bir coğrafi bölge ve belli bir ekosistemle sınırlı ne de tek bir ekonomik sektöre odaklı. Bu nedenle bu dönüşümün gerçekleşmesini mümkün kılan karmaşık çevre mevzuatının haritasını çıkarmak oldukça zor. Biz burada genel hatlarıyla 7554 sayılı yasayı  önceleyen bazı kritik yasal müdahalelere dikkat çekeceğiz. 2003-2020 yılları arasında 1956 tarihli 6831 sayılı Orman Kanunu’nda yapılan değişikliklerle – ki bu kanun 27 kez değiştirildi- devlet ormanı sayılan 6.5 milyon dönüm arazi orman vasfından çıkarıldı. Uygulama yönetmeliklerinde yapılan peşi sıra değişikliklerle ormanlardaki madencilik faaliyetleri her geçen yıl daha da arttı. Benzer değişiklikler 4342 sayılı Mera Kanunu için de söz konusu. Bu kanuna dair uygulama yönetmeliklerinde yapılan değişikliklerle meraların tahsis amacı ve koşullarına yeni düzenlemeler getirildi ve meraların madencilik, enerji ve sanayi yatırımları için kullanımı kolaylaştırıldı. Bunlara madencilik kanununda çevre mevzuatı aleyhine yapılan değişiklikleri de ekleyebiliriz. Ayrıca, uygulamalara baktığımızda, defalarca tadilata uğrayıp 2022’de yeniden yazılan 1993 tarihli ÇED yönetmeliğinin de tümüyle işlevsizleştiğini görüyoruz. Bakanlığın resmi verilerine göre 2002-2023 yılları arasında 72 bin küsur proje için “ÇED gerekli değildir” kararı verilirken, 7 bin küsur proje için ÇED olumlu ve sadece 77 proje için ÇED olumsuz kararı verildi. Özellikle 2010’lardan sonra, savaş ya da doğal afet dönemlerinde hükümetlere “istisnai” bir yöntem olarak tanınan “acele kamulaştırma” da rutin bir uygulamaya dönüştürüldü. Yalnızca 2025’in ilk altı ayına baktığımızda bile pek çoğu madencilik ve enerji yatırımları için 117 acele kamulaştırmanın gerçekleştiğini görüyoruz. TEMA’nın bir araştırmasına göre 24 ilde maden arama ruhsatı verilen alan bu illerin toplam yüzölçümün %67’sini kaplıyor. Tüm bunlar Türkiye’de çevre koruma rejiminin nasıl sistematik olarak çözüldüğünü ve ekolojik yıkımın nasıl kurumsallaştırıldığını gösteriyor.

7554 Sayılı Yasa Ne Getirdi?

Temmuz 2025’te çıkarılan 7554 sayılı yasa ile, doğa üzerindeki kontrol daha da merkezileştirilerek, şirketlerin önündeki son sınırlamalar da kaldırılıyor. Kamuoyunda “enerjide süper izin yasası”, “işgal yasası” veya “zeytinlik yasası” olarak adlandırılan bu kanun tasarısı AKP ve MHP’nin oylarıyla (255 kabul, 199 ret ile) TBMM’de kabul edildi; 24 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi (19/7/2025 tarihli ve 7554 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun). Meclis’te bir aydan kısa bir süre içinde görüşülen 21 maddeden sadece 11’inde küçük değişiklikler yapılırken, muhalefetin eleştirileri hiç dikkate alınmadı. Cumhur İttifakı, söz konusu ülkenin ranta ve ekolojik yıkıma dayalı ekonomik büyüme modeli olduğunda fire vermiyor. CHP’nin bu kanunu Anayasa’ya aykırılık nedeniyle AYM’ye taşıması bekleniyor.

Peki, Türkiye’de çevre idaresi ve doğa koruma rejimi zaten delik deşik edilmişken, bir de bu kanuna niçin ihtiyaç duyuldu? Niçin jet hızıyla, meclis yasama yılı sona ermeden onandı? Öyle görünüyor ki maden ve enerji şirketlerinin bütün bu dönüşümlere rağmen mevzuatta kalan herhangi bir korumaya bile tahammülü yok. 7554 sayılı yasa ile kendileri için hala biraz olsun engel teşkil eden çevre etki değerlendirme süreçlerini tamamen ortadan kaldırmayı ve hareket alanlarını sınırlayan zeytincilik kanununu etkisiz hale getirmeyi istiyorlar. Nitekim, yasa tasarısı gündeme geldiğinde bunun uzun ÇED süreçleri ve maliyetlerinden yakınan enerji müteahhitlerinin talebi doğrultusunda hazırlandığı alenen konuşuldu ve eleştirildi. Yasanın arkasında, Akbelen’de binlerce ağacı kesen ve daha sonra kömür çıkarmayı durduran YK Enerji’nin, kamu kurumlarına gönderdiği, zeytincilik mevzuatı nedeniyle kamulaştırma yapılamadığını ve açılan çevre davalarının mali yük oluşturduğunu belirten mektubunun etkili olduğu iddia edildi.

Yasanın içeriğine biraz daha yakından bakarsak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) süper yetkilerle donatılıyor. Buna göre, MAPEG, madenciler adına tüm izinleri içeren ruhsatları hazırlayacak; izin talep edilen kurum dört ay içinde cevap vermezse ÇED olumlu izni verilmiş sayılacak. Bunun yanında, devlet ormanlarında 2 yıl süreyle bedelsiz madencilik izni verebilecek. Şirketin işletmeye geçebilmesi için arama faaliyeti izni yeterli olabilecek. Ruhsatlı maden sahalarında sit kararı çıkması durumunda şirkete tazminat ödenecek. Orman Genel Müdürlüğü’nün bir projeye verdiği “orman tahsis izni” artık otomatik olarak ÇED uygunluğu olarak sayılacak. Yani ÇED sürecinin fiilen arkasından dolanılacak. Altın, gümüş, kömür gibi IV. grup madenler ve “stratejik” ya da “kritik” olarak tanımlanan yeni maden kategorileri için mevcut kurumlar izin vermezse, izin verecek yeni bir kurul Cumhurbaşkanlığı tarafından oluşturulacak. Bu madenler için acele kamulaştırma yapılabilecek. Şirketler, üretimlerinin %10’unu stoklayarak piyasa fiyat avantajları gözetebilecekler. TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç kanun ile hem Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği hem de Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) bağlanmış olduğunu ifade etti. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi ise yaptığı basın açıklamasında, kömürlü termik santrallerin teşvik edilmesinin Türkiye’nin Paris Anlaşması taahhütleri ve net sıfır hedefleriyle çeliştiğini belirtti.

Yasa tasarısı ilk olarak Mayıs ayında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından bir “süper torba kanun” olarak gündeme getirildiğinde sunulan gerekçe, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu kurulu güç artışını yenilenebilir enerji yatırımlarıyla karşılamaktı. Bakanlığın beyanına göre 2035 itibariyle bugün 118 MW gücündeki toplam elektrik üretim kapasitesinin yaklaşık iki misline çıkarılması, bunun yaklaşık %70’inin yenilenebilir kaynaklarla karşılanması öngörülüyor. Bu on yıl içinde yaklaşık 90 bin MW gücünde ilave yenilenebilir enerji yatırımı anlamına geliyor. Fakat enerji konusunda ifade edilen bu iddialı resmi rakamlar, Türkiye’nin uluslararası piyasalara  dönük bir yenilenebilir enerji pazarlama stratejisi güttüğünü ortaya koyuyor. Aynı zamanda bu, Türkiye’nin doğal varlıklarının bir ihraç malı haline gelmesi demek. Örneğin, Türkiye’nin çöp ithal ettiği, asbestli gemi sökümü gibi “kirli” işlerle uğraştığı, bu yolla -kirliliği davet ederek- bir miktar döviz kazandığı biliniyor. Yenilenebilir enerji ihracatı da temiz enerjiyi dışarıya satarak ödemeler dengesinde artı yazacak, buna benzer bir süreç. Bu sefer kirliliği davet etmek yerine doğayı ve doğanın insana katkısını bir piyasa mekanizmasına dahil ederek ihraç etmiş oluyorsunuz. Bu süreçte doğanın insana katkısı yer değiştiriyor: Örneğin meranın pastoral yaşam, yetiştiricilik, karbon tutma vb. bakımlardan sağladığı katkı elektrik enerjisiyle yer değiştirirken, bundan yararlananlar da artık kırsal topluluklar, doğa severler, doğaya kültürel nedenlerle sahip çıkanlar değil öncelikle yatırımcılar, elektrik üreticileri ve tüketicileri oluyor. Bu örnek bize çevre adaletinin toplumsal eşitsizliklerle ilişkisini açıkça gösteriyor.

Toprağımızı Vermiyoruz Kampanyası 

Çevre örgütleri, köylü inisiyatifleri, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlerinden oluşan yüzü aşkın kurumun oluşturduğu “Toprağımızı Vermiyoruz” Kampanyası Çalışma Grubu torba yasa teklifine karşı bir kampanya başlatmıştı. Kampanya grubu “süper izin yasası” olarak nitelendirdikleri yasa teklifini bir toprak gaspı olarak değerlendiriyor. Yasa ile zeytinliklerin köylünün elinden alınmasını, kaçak yatırımların affedilmesini ve meraların şirketlere tahsis edilmesini eleştiren kampanya ekibi, yeni düzenlemenin tapuları da kamulaştırma belgesi ile iptal ettiğini ve mülk sahibinin onayına gerek duyulmaksızın toprağın el değiştirmesini sağladığını belirtiyor. Kampanya sırasında en çok kadınları gördük. Torba yasa teklifine karşı Muğla, İzmir, Manisa ve Ordu’dan ellerinde zeytin dallarıyla gelen köylüler Ankara’da Cemal Süreya Parkı’nda oturma eylemi yaptı. Bunun yanında kampanyanın Karadeniz gibi farklı bölgelerden destek aldığını gördük. Nitekim, farklı bölgelerden ekoloji aktivistleri yasanın yalnızca Ege Bölgesi’ni tehdit etmediğini vurguladılar. Kampanya, CHP ve DEM parti üyelerinden de destek gördü. DEM Parti Milletvekili İbrahim Akın ise yasanın doğaya “kayyum atamak” olduğunu, anayasaya aykırı yetki devri içerdiğini ve meraların enerji projeleri için işgal edilmesine zemin hazırladığını ifade etti. Yasanın iptali için CHP öncülüğünde hukuki girişimler yapılırken, yasaya karşı “toprağımızı vermiyoruz” kampanyası etrafında toplumsal eylemler de devam ediyor.

Sonuç olarak, doğayı şirketlerin müdahalesine açan her türlü yasal düzenleme ve fiili baskı, merkezi iktidar tarafından şiddetle destekleniyor. Türkiye’ye makroekonomik getirisi son derece tartışmalı yatırımlar, ekonomik düzen, otoriter iktidar bloğu ve onun iş ortaklarına göre şekillendirildiği için fütursuzca yürütülebiliyor. Hedeflerini, pusulasını şaşırmış bir ekonomik büyüme modeli dizginlerinden boşanmış bir şekilde doğaya saldırıyor. Bu yıkımın karşısında ise çoğu zaman coğrafi olarak parçalı, seslerini duyurma olanakları kısıtlı, sayıca tükenmiş kırsal topluluklar ve onların yol arkadaşları yer alıyor. Bu güç asimetrisinde iktidar bloğu genellikle kazanan taraf olurken, Türkiye’nin doğası ve esenliği zarar görüyor. Üstelik iş ve aş vaadi sunan madencilik ve enerji sektöründe emek sömürüsü aşırı yüksek ve çalışma koşulları can güvenliğini tehdit eder nitelikte. Bunun son örneklerinden biri İliç faciasında yaşanmıştı

Doğayı ve insanları yoksullaştıran, sonra onları madenlerde, enerji santrallerinde emek sömürüsüne mahkûm eden bu kısır döngüden nasıl çıkılacak? Türkiye adil sürdürülebilir geçiş modeliyle ekonomisini yeniden inşa etmek zorunda. Maden ve enerji söz konusu olduğunda küresel ekonomik işbölümünde üstlendiği ve küresel yatırımcılar tarafından da desteklenen, fakat ülkenin doğal ve beşerî birikimiyle son derece uyumsuz, birincil kaynak ihracına, doğa tahribatına ve emek sömürüsüne dayalı “sömürge” modelinden kurtulması gerekiyor. Bunun için siyasi iktidarın demokratik katılıma açılması, doğa korumayı önceleyen bir zihinsel dönüşüm ve kalkınma programlarında toplumsal adalet vurgusu elzem. Mevcut, hukuksuz, keyfi neoliberal model ve iktidarın demokratik katılım yerine militarist söylem ve politikalarla meşruiyet arayışı buna izin vermiyor. Bu dönüşüm gerçekleşene kadar dağların, ovaların, kuşların ve kurtların bekçisi olmaya devam etmek, bunun için hem coğrafi hem de sınıfsal birleşik mücadele zeminleri inşa etmek gerekiyor.