Otuzuncu taraflar konferansı (UNFCCC COP 30) Belem’de başladı. Gündem değerlendirmelerimizde bir süredir küresel iklim politikalarının başarı ve başarısızlıklarını konuşuyoruz. İklim krizi söz konusu olduğunda “başarı” genellikle yerel ve kısmi olurken “başarısızlık” yaygın ve sistemik oluyor. Bilindiği üzere iklim krizinin temel doğrudan etmeni bağımlı olduğumuz enerji sistemi. Birincil kaynak olarak fosil yakıtlara dayanan bir enerji sistemine bağımlıyız. Bir taraftan Çin’in önderliğinde ve AB bölgesinin de iştirakiyle bu bağımlılığı kıracak büyük yatırımlara imza atılıyor. Çin 2020’den beri yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğinin her alanında boyutları itibariyle adeta Maocu bir hareketlenme yaşıyor. Bugün yaklaşık 1400 GW rüzgar ve güneş gücüne (Türkiye toplam kurulu gücünün 12 misli, Çin’inkinin %40’ı) ulaşmış durumda. Rüzgar, güneş, bataryalar ve elektrikli otomotivde küresel tedarik zinciri Çin’in elinde (%80’ler oranında) ve bu sayede fiyatlar aşağı çekilmiş vaziyette. AB ise bu dönüşümde Çin’in stratejik ortağı görünümünde. 2019’da Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı benimseyen birlik, elektriğin yaklaşık %50’sini yenilenebilir karbonsuz kaynaklarla üretiyor. Birkaç gün önce COP 30’a sunduğu niyet beyanına göre 2050 karbon dengeleme hedefini (net sıfır salım) yinelerken indirim konusunda inandırıcı ara hedefler sunuyor. Tüm bunlara karşın, ülkelerin performansını Paris antlaşması hedeflerine göre değerlendiren Climate Action Tracker’a göre Çin’in karnesi hala “büyük ölçüde yetersiz”, AB’ninki ise “yetersiz”.

Atılan bu adımlara karşın fosil yakıt talebinde küresel tepe noktasını henüz görmedik; diğer bir ifadeyle, fosil yakıt talebi artmaya devam ediyor. Bugüne kadar yenilenebilir enerjideki küresel artış, fosil yakıt talebinin üzerine ilave olmuş. Dahası, dünya 2030’a kadar, 2 derece hedefinin gerektirdiğinden %110 daha fazla fosil yakmaya kitlenmiş vaziyette. FFNPT (Fosil Yakıtların Önlenmesi Antlaşması Girişimi) kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Tzeporah Berman tüm devlet ve şirkerlerin satılabilecek son varil petrolü üretmek istediğini belirtiyor. Berman’a göre aşamalı olarak durduracağımızı söylediğimiz bir sisteme -bunun tam aksi yönde- entelektüel, mali ve siyasi sermaye yatırmaya devam ediyoruz. Oysa “bugün inşa ettiğimiz şeyi (platformları, madenleri, rafinerileri, işleme tesisleri ve nakil hatlarını, bunun için üretilmiş tüm alet edevat ve uzmanları) yarın da kullanacağımız gerçeğini anlamamız gerekiyor.” Satılabilecek son varil petrol demişken, iklim hedeflerini ciddiye alıyorsak, keşfedilmiş fosil yatakların yaklaşık %85’inin işlenmeden bırakılması gerektiğini belirtelim.

2021’de Glasgow’daki 26. taraflar konferansında 40’dan fazla ülkenin imzaladığı (içlerinde Türkiye yok) “kömürden temiz enerjiye geçiş” bildirgesinden beri kömürden aşamalı çıkış (phase-out) küresel müzakerelerin gündeminde. 2023’te Dubai’deki 28. COP’un sonuç bildirgesinde ise konu kömürden tüm fosil yakıtlara doğru genişletilerek, fakat dili ciddi ölçüde yumuşatılarak, fosil yakıtlardan “uzaklaşmak” (transition-away) anlamına gelebilecek bir çağrı yapılmıştı. (Bu konu bu hafta başlayan COP 30’da da takipte olacak). Burada şaşırtıcı olan husus şu: İklim kriziyle mücadele üzerine köpüren onca tartışmaya, bunun üzerine yapılan onca mesaiye, birinci taraflar konferansının üzerinden neredeyse 30 yıl geçmiş olmasına karşın, okul öncesi eğitimde dahi kolaylıkla anlatılabilecek “temel doğrudan etmen” olan fosil yakıtların azaltılması meselesine ilk defa doğrudan değiniliyor olması. Gerçekten de, fosil yakıtların yüksek politik terbiye ve doğruculuk bakımından adeta bir tabu olmasının nedeni nedir?

Doğal kaynakların iktisadına göre bir kaynak ucuzsa çok, pahalıysa az kullanılır. Bir kaynak kıtlaştıkça fiyatı artacağı için tercihen terk edilecek ve yerini daha bol ve ucuz alternatiflerine bırakacaktır. Serbest piyasalar ve makul bir regülasyonla fiyatlar yönetilerek toplum, taleplerin rasyonel bir şekilde temin edildiği bir yörünge üzerinde kalacaktır. Küresel müzakerelerden beslenen ana akım iklim politikaları büyük ölçüde bu öğreti üzerine kuruludur. Buna göre fosil yakıtların fiyatı alternatiflerine kıyasla artırılmalıdır ve bunu yapmanın çeşitli yolları vardır. Karbon vergileri, adına “karbon ticareti” denen bir dizi piyasa düzenlemesi, yenilenebilir enerji yatırım, pazarlama ve kullanım teşvikleri, vb. politikaların tümü birden fiyatlara müdahale yoluyla öncelikle “talebin” yönlendirilmesini ve böylelikle, dolaylı yoldan, karbondan çıkılmasını öngörür. Bugün Çin’in bayrağını taşıdığı inovasyon, öğrenme ve ölçek ekonomisi ise son kertede fiyatları aşağıya çekeceği için kaynakların ikamesinde önemli rol oynayacaktır.

Bugün Çin’in bayrağını taşıdığı enerji devrimi sayesinde güneş ve rüzgâr, kömür ve doğalgazdan -2018’den beri- daha ucuz. O halde niçin hala istisnasız olarak tüm büyük ülke hükümetleri iklim değişikliğiyle mücadelede başarısızlar? Bunun için iklim müzakerelerini daima sabote eden, bugün de Paris’ten çıkmaya karar veren en büyük ekonomiyi, Trump ve ABD’yi suçlayarak işin içinden çıkabilir miyiz? Veya, iklim değişikliğiyle etkin mücadele için ihtiyaç duyulan azaltımın derinliğini (2050 itibariyle net sıfır gibi), yetersizliğin nedeni olarak ileri sürebilir miyiz? Doğru soru, yenilenebilir enerjinin çoktandır daha ucuz olmasına karşın her yıl niçin daha fazla petrol sondajı yapıldığı, fosil yakıt üreticisi en büyük 20 ülkenin niçin hala daha fazla petrol üretimi yapmayı hedeflediği olmalı. Görünüşteki bu paradoksu açıklamak üzere Tzeporah Berman “arz taraflı” politikaların eksikliğine vurgu yaparken, Jason Hickel talebin değil, üretimin kontrolünün, ekonomik demokrasinin önemine vurgu yapıyor.

Berman fosil yakıtların üretimini doğrudan karşısına alan arz taraflı iklim politikalarının yokluğunda iklim kriziyle mücadeleyi tek bıçaklı kör bir makasa benzetiyor. Sistem öyle bir tasarlanmış ki seçilmiş siyasetçiler, Kanada’da sabık Trudeau, ABD’de Biden, İngiltere’de Starmer gibi güya ilerici politikacılar bile kendilerini petrol ve gaz üretimini kısıtlamakla yükümlü hissetmiyorlar. Piyasalar trilyonlarca dolar tutarında fosil yakıt teşvikleriyle rayından çıkarılırken buna karşı sessizler. Hickel ise bu sistemin kapitalist mantığını sorguluyor. Sistemin kapitalist niteliği yeterince anlaşılıp bununla mücadele edilmediği müddetçe iklim mücadelesinin başarıya ulaşması zor. Hickel’a göre iklim krizi -ve daha genel olarak ekolojik kriz- yüzde 100 üretim sisteminin bir sorunu; çıktıyı kimin kontrol ettiği, ne kadar ürettiği ve enerji kaynaklarını nasıl kullandığıyla ilgili bir mesele. Günümüzde liberal demokrasiler bireysel ve siyasal özgürlükler için hala bir nebze imkan tanısa da söz konusu ekonomi ve üretim sistemi olduğunda demokrasi kisvesine dahi izin verilmiyor. Ekonomik demokrasi adına hiçbir şey yok ve bunun nedeni üretimin ezici bir şekilde sermaye tarafından -büyük bankalar, büyük şirketler, ve yatırıma dönüştürülebilir varlıkların çoğuna sahip olan yüzde bir vasıtasıyla- kontrol ediliyor olması. Sermaye yeryüzünü değil kendi kârını önceliyor ve kâr sadece birincil enerji kaynaklarının fiyatıyla alakalı değil; rekabet ve tekelci fiyatlandırma koşullarıyla da alakalı.[1] Sermaye, kârlı olduğu müddetçe, toplam enerji kullanımının, zararlı ve gereksiz üretim biçimlerinin azaltılmasıyla da ilgilenmiyor. Üretimin miktarına ve niteliğine sermaye karar verdiği müddetçe, kömür, petrol ve gaz çıkarılmaya, üretim artmaya devam edecek.

Hickel iklim ve ekoloji krizine karşı etkin mücadeleyle sosyalizm arasındaki bağı kâr güdüsüne bağımlı olmayan, insanı ve yeryüzünü önceleyecek bir üretim için elzem olan “ekonomik demokrasi” kavramıyla kuruyor. Ekolojik krizin doğrudan etmeni fosil yakıtlara bağımlı enerji sistemi. Diğer taraftan ekolojik krize bir sistem problemi olarak yaklaştığımızda çözümün anahtarı dolaylı etmenlerde ve sistemin farklı bileşenlerinde. Üretimin -burada imalattan tarıma ve taşımacılığa ve hizmet alanlarına kadar ekonomik çıktıyı sağlayan tüm sektörlerden bahsediyoruz- kâr için değil insan ihtiyaçlarını doğanın sınırları içerisinde temin etmek üzere yönlendirileceği ekonomik demokrasi ekolojik krizin anahtarı olabilir. Bunun için ihtiyaç duyulan kamu finansman modelleri, kredi sistemleri, istihdam programları, istihdam garantileri vb. sosyalist politikalar ekoloji mücadelesinin sınıf tabanını güçlendirip başarı şansını artırabilir.

Fosil yakıtlardan çıkış şart. Bunun için, bugün egemen olan (bir ölçüde tüketici vatandaşı suçlu ve sorumlu kılan, hatta sınıf çatışmasına yol açan) talep taraflı iklim politikalarından arzın doğrudan kontrol edildiği iklim politikalarına geçilmesi gerekiyor. Bunun kâr güdüsünün egemen olduğu kapitalist üretim modeli içinde gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Arz üzerinde egemenlik kurarken geniş sınıf ittifakları da tesis edebilecek olan ekonomik demokrasinin araç ve pratiklerinin araştırılması, savunulması elzem.


[1] Yenilenebilir enerji sektörü rekabete açık ve fiyatlar üzerinde aşağı doğru baskı oluştururken fosil yakıtların rekabete kapalı ve tekelci fiyatlandırmaya uygun olduğu belirtiliyor. Bunun ötesinde Brett Christophers tarafından yazılan The Price is Wrong: Why Capitalism Won’t Save the Planet (Verso 2024) elektrik piyasalarında rüzgâr ve güneşin ekonomik getirisinin fosil yakıtlara kıyasla düşük olduğunu ve yenilenebilir enerjinin ancak devlet desteğiyle büyüyüp ayakta kalabildiğini gösteriyor.