Bu değerlendirme 10 – 23 Eylül 2025 tarihli haber akışı dikkate alınarak hazırlanmıştır.

 

Ekonomi: Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelesi, derinleşen yoksulluk, Can Holding’e yapılan operasyonlar…

Dış politika: Gazze’de soykırım, Suriye’de gerilim, Ukrayna’da devam eden savaş,…

Ekoloji: Yeşil enerjide Çin’in liderliği, Isı dalgaları ve etkileri, Akbelen’de Zeytinliklerin sökülmesi…

 

EKONOMİ

Son iki haftanın en dikkat çekici açıklaması Merkez Bankasından geldi. MB, enflasyonda yukarı yönlü baskının devam ettiğini ve bunun kontrol altına alınamadığını açıkça itiraf etti. MB’nin artık enflasyonla mücadeleyi ikinci plana aldığı gibi görüşler de dile getiriliyor. Yaşanan yüksek enflasyon, alım gücünün her geçen gün daha fazla erimesine neden oluyor. Son hesaplamalara göre açlık sınırı 26 bin, yoksulluk sınırı ise 90 bin lirayı bulmuş durumda. Ülkede yaşanan yoksulluğun her geçen gün arttığı görülüyor. Kredi kartı borçlanmalarının rekor kırarak beş trilyonu bulduğu belirtiliyor. Aldıkları maaşlarla temel ihtiyaçlarını bile sağlamakta güçlük çeken pek çok insanın kredi kartlarıyla hayatlarını sürdürmeye çalıştıkları ancak bunun da artık pek mümkün olmadığı görülüyor.

Buna karşın, ufak tefek onlarca grev basına yansısa da ciddi ve büyük bir eylemlilik ufukta görünmüyor. Ekonomiyi yönetenlerin, yoksulluğun derinleşmesi ve enflasyonun düşürülmesi gibi konularda başarısız olduğu açıkça görülüyor. Yandaş sermayenin kamu kaynaklarıyla beslenmesi durdurulmadıkça, kamu harcamalarında ciddi kısıtlamalar yapılmadıkça başarının gelmesi mümkün olmayacaktır. Ancak bu konularda en ufak bir geri adım atılmadığı da görülüyor. Bu durum ne kadar sürebilir bilinmez ancak ekonominin en azından ayakta tutulmaya çalışıldığı görülüyor. Devletin bunun için son planının, elde bulunan kamu mallarının satışa çıkarılması olduğu anlaşılıyor. Bu süreçte bir taraftan köprü ve otoyolların satışı gündeme gelirken diğer taraftan PTT’nin taşınmazlarının satılacağı haberleri basına düştü. Üretimin sınırlı olduğu, dışarıdan paranın gelmediği bir durumda, kamu mallarının satılmasının ekonomiyi daha ne kadar ayakta tutacağı bilinmez ancak şimdilik başka bir yol izleneceğine dair işaretler yok.

Diğer taraftan Can Holdinge yapılan operasyon yeni tartışmaları da başlattı. Yakın bir dönemde medya ve eğitim gibi sektörlere aktif bir şekilde girmiş olan Can Holdingle ilgili kara para aklama, kaçakçılık gibi iddialar var. Yapılan bu operasyonla Holding TMSF’ye devredildi. Can Holding, Aralık 2024’te Ciner Yayın Holding hisselerini satın almıştı. Hükümete yakınlığıyla bilinen bir sermaye grubuna adeta çökülmesi, beraberinde birçok tartışmayı da getirdi. Ekonomiye kaynak sağlamak için, bugüne kadar göz yumulan ve hükümeti destekledikleri için önü açılan benzer sermaye gruplarına el konulacağı gibi iddialar mevcut. Örneğin yine İhracatçılar Meclisi Başkanının evine baskın düzenlenmesi ve gözaltına alınması olayı bu bağlamda değerlendiriliyor. Önümüzdeki günlerde benzer operasyonlarla karşılaşabileceğimiz dile getiriliyor.

Yazının başına dönebilirsiniz

 

DIŞ POLİTİKA

Gazze Soykırımı

İsrail soykırım yapmaya devam ediyor. Son iki haftada işgal hız kazandı ve yine pek çok sivil katledildi. İsrail tankları ağır bombardıman eşliğinde Gazze’nin merkezine kadar ilerledi. Gazze’nin işgalinde yeni bir aşamaya geçildiği söyleniyor. Barış görüşmeleri Katar’da devam ediyordu ve yakın bir zamanda bir barış anlaşması yapılabileceği konuşuluyordu. Ancak İsrail, 9 Eylül 2025’te Katar’ın başkenti Doha’da, barış görüşmeleri için giden Filistin heyetine dönük olarak bir suikast saldırısı düzenledi. Tarafsız bir devletin topraklarında bulunan barış heyetine yapılan saldırı İsrail’in ne kadar ileri gidebileceğini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. İsrail basınının, Hamas’ın bulunduğu her yerin artık hedef olacağı yolunda yaptığı haberler nedeniyle, Türkiye’nin de hedef alınabileceği tartışmaları gündeme geldi. İsrail’in Katar’da barış görüşmelerini yapan heyete düzenlediği saldırı birçok Arap ülkesi ve Türkiye tarafından şiddetle kınandı. Ancak İsrail’e dönük herhangi bir yaptırım ya da etkili müdahale kararı yine çıkmadı. İsrail’in Gazze’de barıştan anladığının, Hamas’ın tümüyle teslim olması olduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Uluslararası güçlerin de Hamas’ın tamamen silahsızlandırılması, Gazze’deki Filistinlilerin başka topraklara sürgün edilmesi, Gazze’nin yeni bir uluslararası ticaret geçiş alanı haline getirilmesi ve güvenliğinin de Türkiye ve Arap ülkelerinden askerlerden oluşmuş bir güçle sağlanması gibi bir planının olduğu anlaşılıyor. Amerika’da düzenlenen BM görüşmeleri sırasında ABD Başkanı Trump’ın bu konuyu Türkiye ve Arap devletleriyle konuştuğu biliniyor. Hamas’ın teslim olmayı reddetmesi nedeniyle savaş henüz bitmiş değil ancak ABD’deki görüşmelerde, bir yol haritası oluşturulduğu anlaşılıyor.

Son aylarda, Kanada, İngiltere, Fransa, Portekiz ve Avusturalya’nın da içinde bulunduğu yeni on bir ülkenin katılımıyla, bağımsız Filistin devletini tanıyan ülke sayısı 157’ye yükseldi. Bu konuda farklı görüşler mevcut. Bir görüş, İsrail Filistin’i yok etmişken Gazze’de soykırım yapıp Batı Şeria’yı da paramparça etmişken buna ses çıkarmayanların, bağımsız Filistin devletini tanımasının hiçbir anlamı olmadığı yönünde. Ayrıca Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a vize verilmemesi ve bu nedenle de BM toplantısı için Amerika’ya gidememesi, bu tanımaların göstermelik davranışlar olduğuna dair kanıt olarak gösteriliyor. Ancak şu anda özellikle Batı kamuoyunda İsrail’e dönük büyük bir tepkinin geliştiği, Batılı devletlerin de bu tepki nedeniyle İsrail’e karşı pozisyon aldığı söyleniyor. Sonuç olarak yeni katılımlarla birlikte 157 ülkenin Filistin devletini resmen tanıması, Sumud Filosunun yüzlerce gemiyle Gazze’ye yardım için yola çıkması ve Batı kamuoyunda oluşan tepki önemsiz olarak görülemez. Yine de Gazze’nin ve genelde Filistin’in geleceğini, Filistin’i tanıyan devletlerin, özellikle de İngiltere ve Fransa gibi devletlerin İsrail’e karşı uygulayacakları ciddi yaptırımlar belirleyecektir. Eğer bu olmaz, kınama ve tanımalarla yetinilirse, İsrail’in herhangi bir şekilde Filistin devleti şeklinde bir yapının oluşmasına izin vermeyeceği açıkça görülüyor. İsrail’in yetkilileri de yaptıkları açıklamalarda bir Filistin devletinin kurulmasına asla izin vermeyeceklerini net bir şekilde dile getiriyorlar. Batı Şeria’nın paramparça edilerek Yahudi nüfusun  yerleştirilmesi ve Gazze’de olanlardan sonra zaten ortada bir Filistin’in kalmadığı da rahatlıkla söylenebilir. ABD’nin İsrail’e verdiği destek ise hiçbir şekilde eksilmiş değil. Son olarak BM Güvenlik Konseyi’nde ateşkes ve insani yardım konusunda alınan karar ABD’nin vetosuyla reddedildi.

Önümüzdeki süreçte hem Hamas’ın hem de Lübnan Hizbullah’ının silahsızlandırılması temel amaç olarak görünüyor. Ancak ne Hamas ne de Hizbullah, tümüyle silahsızlanmayı ve askeri güçlerini tasfiye etmeyi kabul etmiyorlar. Lübnan konusunda açıklama yapan Tom Barack, Lübnan ordusunu güçlendirmeye çalıştıklarını belirterek, Hizbullah’ın tasfiyesi planlarının olduğunu açıkça ortaya koydu. Dolayısıyla yakın bir zamanda Lübnan’da da çatışmaların yeniden başlayabileceği öngörülebilir.

Suriye

Suriye’de barışın tesisi ve istikrarın oluşması konusunda hala ciddi bir belirsizlik söz konusu. HTŞ’nin kapsayıcı bir tutum sergileyeceğinin ve bir istikrar sağlayacağının umut edilesi için hiçbir neden yok. HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesinden bu yana on binden fazla Alevi ve Dürzi sivil katledildi. Böyle bir yapının Suriye’de istikrarı sağlaması imkânsız görünüyor. Ancak yine de ABD’nin ve Batılı devletlerin Colani’ye yatırım yapmaya devam ettikleri görülüyor. Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’a vize verilmezken, Colani, Suriye Devlet Başkanı olarak BM Genel Kuruluna katıldı ve konuşma yaptı. Böylelikle altmış yıl sonra ilk kez bir Suriye “devlet başkanı” BM’ye katılmış oldu. Batının, Suriye’deki cihatçı yapıları ve özellikle de hala varlığını sürdüren İŞİD’i düşünerek, kendileriyle uyumlu çalışan, hatta bir nevi kendi yarattıkları Colaniyle devam etmek istedikleri açık.  Ancak hem Dürziler hem de SDG, ademi merkeziyetçiliği esas alan ve haklarını garantileyen bir anayasa oluşturulmadan adım atmayacaklarını söylüyorlar. Süveyda’daki Dürziler, Rojava’ya benzer bir özerk yapı kurmuş durumdalar. Dürziler, HTŞ’ye güvenmediklerini ve HTŞ’nin bölgelerine girmesine asla izin vermeyeceklerini söylüyorlar.

Türkiye ısrarla, Öcalan’ın silah bırakma açıklamasının SDG’yi de kapsadığını ve SDG’nin derhal 10 Mart anlaşması uyarınca Suriye ordusuna entegre olması gerektiğini dile getiriyor. Türkiye açısından bu entegrasyon silah bırakılması anlamına geliyor. Batı’nın ve Türkiye’nin desteğinden memnun olan Colani ise yaptığı son açıklamada, SDG’nin entegrasyon konusunda yavaş davrandığını ve aralık ayına kadar entegrasyon sağlanamazsa Türkiye’nin askeri operasyon yapabileceğini söyledi. Türkiye’nin temel amacının, SDG’nin elinde bulunan ve petrol bölgeleri olarak da bilinen Rakka ve Deyrizor’dan SDG’nin çekilmesi, silahlı güçlerinin Suriye ordusuna entegrasyonu ve Kürtlerin dar bir alanda sıkıştırılması olduğu görüşleri var. Türkiye’nin Rojava’ya kapsamlı bir askerî harekât yapması şimdilik zor görülüyor olsa da SDG’nin gücü ve etkinlik alanı daraltılamazsa, bir askeri harekatın söz konusu olabileceği de konuşuluyor. Erdoğan ve Trump arasında 25 Eylül’de yapılacak özel görüşmede Rojava konusunun da gündeme geleceği ve Türkiye’nin taleplerini ileteceği açık. Bu görüşmeden sonra yaşanacak gelişmeler, durumun nasıl bir yöne evrileceğini de gösterecek denilebilir.

Bu arada İsrail ve HTŞ arasında yapılan görüşmeler de sürüyor. Ürdün’de devam eden HTŞ-İsrail görüşmelerinde, Suriye’nin güneyinin fiilen İsrail’e bırakılması (silahsızlandırılmış bölge ilan edilmesi), Suriye’nin hava kuvveti ve hava savunma sistemi kurmaması gibi maddeler üzerinde anlaşılmaya yaklaşıldığına dair bazı haberler basına yansıdı. Colani’nin BM’ye çağrılmasının bu anlaşmaya ikna edilmesi karşılığında yapılmış olabileceği ihtimali de dile getiriliyor. Ancak henüz bir anlaşmanın sağlanamadığı anlaşılıyor. İsrail’in, tamamen HTŞ kontrolünde İslamcı/ cihadist bir Suriye’nin kurulmasına sıcak bakmadığı biliniyor. İsrail, Güney Suriye’deki işgalini genişletirken, Türkiye de Rojava üzerinde tahakküm kurmak ve SDG’yi tasfiye etmek istiyor. ABD ve Avrupalı devletlerin Colani üzerinden bir istikrar yakalamaya çalıştığı anlaşılıyor. Suriye çok aktörlü ve çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşmüş durumda.

Rusya- Ukrayna Savaşı

Son iki haftada Rus dronlarının ve savaş uçaklarının Polonya ve Estonya hava sahalarını ihlal ettiklerine dair haberler basına yansıdı. Bu durum özellikle NATO ve Rusya arasındaki gerilimi yükseltmiş gibi görünüyor. NATO’nun bölgeye hava savunma sistemi kurmaya hazırlandığı söyleniyor. Rusya ise geri adım atmamakta kararlı görünüyor. Son günlerde bazı bölgelerde ilerleyen Rusya, barış müzakerelerinin de durduğunu açıkladı. Trump, Putin’in tavrının kendisini hayal kırıklığına uğrattığını söyleyerek, örtülü tehditte bulunsa da yakın bir zamanda Rusya-Ukrayna savaşının biteceğine dair bir işaret görünmüyor. Avrupalı devletlerin hızla silahlanması, Rusya’nın geri adım atmayıp daha aktif bir pozisyona geçmesi gibi gelişmeler oldukça endişe verici bir durumu ortaya çıkarıyor.

Yazının başına dönebilirsiniz

 

EKOLOJİ

Yeşil enerjide Çin dünya lideri

BM İklim Değişikliği Sözleşmesi 30. Taraflar Konferansı (COP 30) 10-21 Kasım 2025 tarihleri arasında Brezilya’nın Belem kentinde düzenlenecek. Trump’ın Paris Antlaşması’ndan çekilme kararının ardından gözler iki büyük kirletici AB ve Çin’e çevrilmiş vaziyette. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Temmuz’da AB-Çin diplomatik ilişkilerinin 50. yılı vesilesiyle Çin’e yaptığı ziyaret esnasında yapılan bir ortak basın açıklamasında, Paris Antlaşması’nın 10. yıldönümüne de vurgu yapılarak, iki ülkenin adil sürdürülebilir geçiş hususunda dünyaya liderlik edecekleri vurgulanmıştı. Bu basın açıklamasına göre ‘yeşil’, Çin-AB iş birliğinin ‘tanımlayıcı rengi’ydi. Ayrıca iki ülke COP30 öncesinde Paris antlaşmasıyla uyumlu birer ulusal katkı beyanı (NDC) sunacaklarını da bildirdiler. Çin 2035 hedefli beyanını 24 Eylül’de, BM Genel Kurulu’nda açıkladı. Bu beyana göre Çin, 2035 yılı itibariyle salımlarını ‘‘tepe noktasından’’ %7 ila %10 aşağıya çekecek. Çin’in salımlarının 2025 itibariyle tepe noktasına vardığı düşünülüyor.

Son 30 yıldır kömüre dayalı yüksek sanayileşme yaşayan Çin’in bugün iklimle mücadelede dünya liderliğine soyunması tuhaf karşılanabilir. Çin 2006’da ABD’yi sollayarak dünyanın en büyük kirleticisi haline geldi. Küresel salımın bugün yaklaşık %32’sini üreten Çin’in karbon yoğunluğu (birim GSYH üretimi başına karbon salımı) dünya ortalamasının iki misli kadar. Bu da Çin ekonomisinin hala kömüre bağımlı ‘kirli’ bir ekonomi olduğunu gösteriyor. Çin 2000’ler boyunca her yıl yüzde 8’in üzerinde büyürken, 2010’ların ortalarından sonra büyüme -devam etmekle birlikte- yavaşladı. Yale Environment 360’da İsabel Hilton’un yorumuna göre işgücü maliyetleri artıyor, kömüre dayalı kalkınma ülkeyi ciddi hava, toprak ve su kirliliğine sürüklüyordu. Ayrıca küresel yumuşak güç olmayı arzulayan Çin özellikle küçük ülkeler nezdinde kötü bir kirletici olarak anılmak istemiyordu. 2010’lardan itibaren her beş yıllık planlama döneminde Çin yenilenebilir enerjinin her alanında -güneş, rüzgar, yeşil hidrojen, jeotermal, piller, otomobiller ve bunların tedarik zincirleri- stratejik yatırımlar yapmaya başladı. Çin Devlet başkanı Xi Jinping’in 2020’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada 2030 yılında Çin’in sera gazı salımlarında ‘tepe noktasını göreceğini’ ve ülkenin ‘2060’da karbon nötr olacağını’ açıklaması uluslararası alanda büyük ilgi görmüştü. Çin şimdi bu hedefinin 5 yıl ilerisinde.

Rakamlarla ifade edecek olursak, Çin bugün küresel güneş enerjisi üretimi kapasitesinin %80’ine sahip. 2020 beş yıllık planında 2030 yılı için ilan ettiği 1200 GW yenilenebilir kurulu güç hedefini 2025’te yakaladı. (Bu değer Türkiye’nin toplam kurulu gücünün 10 katı büyüklüğünde). Küresel tedarik zincirlerinde hakimiyet kurarak fiyatları aşağı çekti ve tüm dünyada güneş ve rüzgar gibi branşlara girişi ucuzlattı. Türkiye’de müteahhitlerin ve hükümetin giderek artan yenilenebilir enerji iştahı da Çin liderliğindeki bu gelişmelerin bir sonucu. Bu arada BYD’nin dünyanın en büyük elektrikli araba üreticisi olduğunu da hatırlatalım.

Jinping’in 2020 duyurusunun ardından Çin’in ulusal enerji sektörü müthiş bir hareketlenme yaşıyor. Ülkenin doğusunda ulusal enerji firmaları bir araya getirilerek büyük rüzgar ve güneş çiftlikleri, yüksek gerilim hatları kuruluyor. Ulusal enerji dairesi NEA kırsal nüfusu da bu enerji devrimine dahil ediyor. Ülke genelinde dağıtılmış çatı güneş sistemleri ve oto üretim kolektifleri aracılığıyla 2022 yılında 157 GW kurulu güç inşa edilmiş. Beş yıllık planlara uyum konusunda pek sorun yaşamayan Çin’in yenilenebilir enerji alanında yüksek hedefler koymaya ve bunları uygulamaya devam edeceği tahmin ediliyor.

Yenilenebilir enerjide ulusal ve küresel imkanlardan çok kuvvetli yararlanan Çin, kömürden çıkıyor mu? Çin ekonomisi hala çok kirli ve elektriğin %70’i fosil yakıtlardan karşılanıyor. Climate Action Tracker’a göre Çin’in iklim karnesi hala ‘son derece yetersiz’.  Ülkenin fosil yakıt şirketleri de son iki yılda büyük yatırımlar yaptılar. İklimle mücadele sadece güneş, rüzgar ve pillere yatırım yaparak kazanılmıyor, bununla beraber fosil yakıtlardan çıkılması gerekiyor. Yenilenebilir enerji bugün Çin devrimi sayesinde fosil yakıtlara kıyasla artık çok daha ucuz olsa da Çin’de ve dünya genelinde fosil yatırımlar devam ediyor. Yenilenebilire geçilirken fosilden çıkılamıyor, bu da iklim kriziyle mücadelede başarısızlık anlamına geliyor.

Bu nedenle Çin’in son BM genel kurulundaki beyanı da bazı iklim ve enerji analistleri tarafından yetersiz karşılandı. E3G düşünce kuruluşundan bir uzman, Kaysie Brown, bu hedefin Çin’in ‘‘ekonomik karbonsuzlaşma ve 2060 karbon nötr hedefleriyle uyuşmadığını’’ belirtiyor.

Isı dalgaları hakkında

2025 Haziran-Ağustos aylarında Avrupa’da ısı dalgaları nedeniyle yaşanan can kayıpları hakkındaki bir çalışmanın sonuçları açıklandı. Avrupa nüfusunun ⅓’ünü kapsayan 854 şehirdeki sıcaklık kaynaklı ölümleri iklim verileriyle karşılaştırarak yapılan çalışmanın bulgularına göre bu ölümlerin ⅔’ü insan kaynaklı iklim değişikliğine bağlanabiliyor. Ölümlerin önemli bir kısmı ev ve hastane gibi kapalı alanlarda gerçekleşiyor, yaşlı ve hasta nüfusu hedef alıyor. Avrupa genelinde yaşanan ısı dalgalarında 2003’te 70,000 kişi ölmüştü. Güncel rakamların daha düşük olması şehirlerin günümüzde 2003’e kıyasla daha hazırlıklı olmasına bağlanıyor.

Diğer taraftan sıcaklık kaynaklı ölümleri fosil yakıt şirketlerin sorumluluğuna bağlayan başka bir çalışma daha yayımlandı. Çalışma 14 en büyük fosil yakıt şirketinden herhangi birinin tek başına yarattığı salımların, 50 adet ilave ısı dalgası yaratabileceğini söylüyor. Çalışmanın motivasyon noktası ölüm vakalarını büyük kirleticilerin sorumluluğuna bağlayarak yasal sorumluluk taşımaları yönünde adım atabilmek.

Türkiye’de 2025 Ağustos ayının son 55 yılın en sıcak 4’üncü ağustosu olduğu kayıtlara geçse de ısı dalgaları ve hava sıcaklıklarının neden olduğu ölümler hakkında kayıt bulunmuyor.

Süper izin yasasının ardından Akbelen’de zeytinlikler sökülüyor

Temmuz ayında çıkartılan torba kanunun bazı maddeleri Muğla, Milas Akbelen’deki zeytinliklerin taşınmasına olanak veriyordu. CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne taşınan bu yasanın ardından Akbelen’de 151 zeytin ağacı sökülerek taşındı. 50’den fazla mahalle ve yaklaşık 50 bin ağacın etkileneceği yeni kamulaştırma iddiaları da gündemde. Zeytinlerin sökümünü belgelemek üzere alana gelen, aralarında İkizköy muhtarı Nejla Işık’ın da olduğu dört kişi gözaltına alındı. Akbelen’de zeytinler kömür madenciliği için sökülüyor. Nejla Işık ve direnen diğer kadınlar ‘‘her ağacımızı savunacağız’’ derken, söküm işlerine danışmanlık yapan Prof. Dr. Mücahit Taha Özkaya gibi ziraat uzmanları ‘‘zeytinler taşınabilir’’ diyor. Bu iki farklı bakış açısı, doğa ve yaşam söz konusu olduğunda ortaya çıkan muazzam değer farkını ortaya koyuyor. Yaşam savunucuları zeytinliklere ekonomik getirinin ötesinde doğal ve kültürel bir değer biçerken, bazı ziraatçılar zeytin ağaçlarını sadece zeytin meyvesi üreten bir varlık olarak görebiliyorlar. Çiğdem Toker de 16 Eylül’de kaleme aldığı yazısında, olayı bir ‘katliam’’ olarak adlandırıyor ve bunun ‘‘yasal olsa dahi gayrimeşru’’ olduğunu vurguluyor. Toker ayrıca kamuoyuna açık yayımlanmamış, adeta bakanlık ve şirketler arasında saklanan, yönetmelik şeklinde de düzenlenmemiş olan bir usul ve esaslar metnine işaret ederek, zeytinliklerin sökümüyle ilgili olarak görevlendirilecek uzmanların bizzat şirketler tarafından görevlendirileceğini gösteriyor.

Yazının başına dönebilirsiniz