Seçimlere doğru Cumhur İttifakı’nın Hüdapar ve Yeniden Refah Partisi’ni bünyesine katmasıyla birlikte açıktan kadın düşmanlığı yapan partilerin içinde olduğu bir ittifakla karşı karşıya kalmış olduk. Çoğu kesim bunun Cumhuriyet tarihinin en kadın düşmanı ittifakı olduğunda hemfikir. Kamuoyunda bu ittifak ağırlıklı olarak 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” kanununun tasfiye edilmesi üzerinden gündeme gelse de kadın hakları açısından mesele 6284 sayılı kanunun tasfiyesinin çok daha ötesinde.

Özellikle son yıllarda aile buluşmaları etrafında bir araya gelen, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’ne attığı imzayı Erdoğan’a geri aldırtanların yol haritası açık. İç hukukta 6284 sayılı kanun dahil, kadın ve çocuk haklarıyla ilgili pek çok maddenin değiştirilmesini istiyorlar: Anayasa’nın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. Maddesi, aile ile ilgili 41. Maddesi ve gençliğin korunmasıyla ilgili 58. Maddelerinin değiştirilmesi, Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu’nda kadın haklarıyla ilgili kazanılmış hakların geri alınması bu çevrelerin talepleri arasında. Çekilmemiz gereken uluslararası sözleşmeleri de şöyle sıralıyorlar: Birleşmiş Milletler’in Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması (CEDAW) Sözleşmesi, Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi (Lanzarote)Sözleşmesi, 1949 yılında eğitim alanında işbirliği çerçevesinde Türkiye ve ABD arasında imzalanan Fulbright Anlaşması, yaşam hakkı ve insan haklarından yana düzenlemeler getiren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Ayrıca bu çevreler, nafaka ve çocukların velayetine ilişkin düzenlemelerin kadın haklarını gözetmeden yapılmasını, uzayan boşanma davalarının erkekler lehine bitirilmesini, zinanın suç sayılmasını, karma eğitime sona verilmesini, genç/çocuk evliliğinin önünün açılmasını talep ediyorlar. Bunların yanında milli olmayan eğitime, batılı hayat tarzına, KADEM dahil feminist ve ‘sapkın’ dedikleri sivil toplum kurumlarının varlığına son verilmesini, Aile Bakanlığı içinde Erkeğin Statüsü Genel Müdürlüğü de kurularak aile odaklı bir yapılanmaya gidilmesini, evlenmek isteyen herkesin zorunlu katılacağı evlilik okulları açılmasını, evde anneliğin özendirilmesini milli ve dini değerler adına istiyorlar. Milli ve dini değerlerin arkasına sığınarak asıl olarak sundukları erkek egemenliğinin siyasete ve tüm topluma hakim kılınması. İktidarın kriz anlarında, pazarlık konusu olarak bunları sırasıyla masaya sürüyorlar. Bunların hiçbiri marjinal fikirler olarak görülmesin. İstanbul Sözleşmesi’nden nasıl bir gecede çıkıldıysa 6284’ten de seçimin kazanılması durumunda vazgeçilmesi ve diğer maddelerin de bir bir değiştirilmesi mümkün –ki bunların bir kısmı Boşanma Komisyonu’nun yol haritasında da yer alıyor.

İttifak içinde 6284 sayılı kanunun pazarlık konusu yapılması AKP’li kadınları rahatsız etti. AKP’nin çıkarmakla bir dönem övündüğü bu kanununa Bakan Derya Yanık “geri adım söz konusu değil” sözüyle AKP Grup başkan vekili Özlem Zengin de “kırmızı çizgimizdir” diyerek sahip çıktı. İki kadın da kimi AKP’lilerin ve cemaat, tarikat mensuplarının yer aldığı bir kesim tarafından sosyal medyada adeta linç edildi. Bu linç karşısında Özlem Zengin tehditler aldığını ve yalnız bırakıldığını söyleyerek isyan etti. Müslüman kadınların önünde Konca Kuriş örneği dururken Hüdapar ile ittifak yapılan bir dönemde Özlem Zengin’in bu isyanı son derece haklıydı.

Özlem Zengin’in gazeteci Murat Yetkin’e ve Halk TV’ye yaptığı açıklamalarda vurguladığı diğer bir konu da kadınların değiştiğinin görülmemesiydi. İslamcı söylemdeki erkek vesayetçiliğine Müslüman kadınların karşı çıkışlarını 80’li yıllardan beri duyuyoruz. Her ne kadar Müslüman kadınlar 80’lerde Türkiye’de yükselen feminist hareketin bir parçası olmasalar da feminizmin ataerkil toplum analizlerinden düşünsel olarak etkilenmedikleri söylenemez. O dönemlerde Yıldız Ramazanoğlu, Mualla Gülnaz, Elif Halime Toros’un öne çıktığı Müslüman entelektüel kadınlar, İslamcılığın Müslüman kadını sürüklediği mutsuzluğu ve dindar ailelerdeki cinsiyet rejimlerini tartışmaya açarken kendi tarzları içinde Müslüman kadınları erkek egemenliğine karşı dayanışmaya çağırıyorlardı. Bu tartışmalara kapitalizm, modernizm eleştirisini de dahil eden Cihan Aktaş, İslam dininin erkeğe tahakküm hakkı vermediğini söyleyen Hidayet Şefkatli Tuksal, Müslüman kadın kimliğini yeniden tanımlamak istiyorlardı. Dönemin çoğu İslamcı erkek entelektüeli ise bu çıkışları haddini aşmak olarak değerlendirip erkek vesayetini korumayı amaçlıyordu. Kur’an’ın ataerkil ve kadın düşmanı yorumlarını sorgulayan Konca Kuriş ise erkekler ve kadınların eşit olduğunu, birlikte namaz kılıp ibadet edebileceklerini savunuyor, başörtüsünün de İslam dininin bir gerekliliği olmadığını söylüyordu. Konca Kuriş’in Hizbullah tarafından katledilmesiyle diğer Müslüman kadınlara da gözdağı verilmiş oldu. Bugünkü seçim ittifakında Yeniden Refah Partisi’nden çok Müslüman kadınları asıl rahatsız edenin Hüdapar olduğunu iddia etmek yanlış olmasa gerek.

80’li yılların ikinci yarısında İslamcı hareket içindeki Müslüman kadınlar siyaset alanında da emek yoğun sorumluluk aldılar. Milli Görüş geleneği içinde özellikle Refah Partisi’nin yükselişinde Hanımlar Komisyonu örgütlenme faaliyetlerinin merkezindeydi; kapı kapı gezip partiye oy topluyorlardı. Kadın emeği üzerinden yükselen bir partinin kadınlara aktif siyasal bir temsil vermemesi parti içinde kadınlar tarafından da eleştiriliyordu. Bunun için Sibel Erarslan’ın o dönemki tartışmaları hatırlanabilir. 12 Eylül sonrası devlet içinde önü açılan ve Milli Görüş çizgisinin hep mesafeli durduğu Gülen Cemaati ise siyasetin kadınlara uygun olmadığını söylüyor ve kadın temsili konusunda son derece gerici fikirleri savunuyordu. 90’lı yılların sonunda Müslüman kadınlara üniversite kapılarını kapatan, eğitim haklarını ellerinden alan 28 Şubat sürecini de destekliyorlardı.

Kadınların siyaset alanındaki emek yoğun sorumlulukları Milli Görüş gömleğini çıkaran Yenilikçilerin kurduğu AKP ile de devam etti. Kadın emeği üzerinden yükselirken parti içinde kadınlara daha fazla alan açan AKP, kadın hakları alanında yaptığı düzenlemelerle övünürken bugün kadın hakları karşıtlığı ittifakı içinde seçimlere hazırlanıyor. Bugünkü Cumhur İttifakı, AKP’nin 2002’den bugüne nereden nereye geldiği konusunda enteresan bir tablo çiziyor.

Nereden Nereye?

AKP’nin ilk iktidara geldiği 2002 dönemi Türkiye’nin AB üyeliği çerçevesinde yapılan reformlarla geçer. Türk Ceza Kanunu kadın haklarını kapsayacak şekilde kadın kurumlarının, feminist kurumların öncülüğünde bu dönemde yenilenir. Her ne kadar bazı AKP’liler zinayı suç kapsamına aldırmak, tecavüzcülerin evlilikle aklanmalarını sağlamak istese de bunda başarılı olamazlar. TCK düzenlemelerinin ardından 2006 yılında Tayyip Erdoğan’ın başbakan olarak yayımladığı Çocuk ve Kadınlara Yönelik Şiddet Hareketleriyle Töre ve Namus Cinayetlerinin Önlenmesi İçin Alınacak Tedbirler Genelgesi kadına yönelik şiddetin önlenmesinin bir devlet politikası olduğunun altını çizer.[1] Partinin ikinci iktidara geldiği 2007 dönemi AKP’nin kapatılma davası ve sonrasında Gülen Cemaatiyle birlikte askeri vesayeti tasfiye ederek kendi vesayetini kurması ile meşgul olmakla geçer. Bu dönemde AB sürecinin zora girmesiyle birlikte yapılan reformlar da zayıflar.[2] 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Opuz davasında Türkiye’yi kadına şiddeti önlemediği, ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum eder. İstanbul Sözleşmesi adıyla bilinen, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, AİHM’in bu kararı üzerine gündeme gelir; Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanır ve 2011 yılında ilk imzacısı da Türkiye olur. AKP’nin ilk iki iktidar döneminde başörtüsü meselesine girmemesi Müslüman kadınların tepkisini çeker. 2011 genel seçimlerine giderken Müslüman kadınlar başörtülü aday yoksa oy da yok kampanyasını başlatır. Kamu kurumlarında başörtüsü serbestliğinin gelmesi AKP’nin üçüncü iktidar döneminde, 2013 yılında gerçekleşir.

Kadın hareketinin de dahil olduğu tüm bu yasal düzenlemelere rağmen kanunların uygulanmasında yaşanan sorunlar kadın hareketinin her zaman gündeminde olmuştur. 2010 yılından itibaren iktidarın eşitlik karşıtı söylemleri yükselmiş ve özellikle genç muhafazakar kadınları da etkileyen seküler yaşam tarzı hedef haline getirilmiştir. Kadın erkek eşitliği, üreme hakları, kürtaj hakkı karşıtlığı muhafazakar siyasetin ana gündemi haline gelmeye başlamıştır. Kadının asıl görevinin annelik olduğu, anne olmayan kadının yarım kadın olduğu, asıl meselenin ailenin korunması olduğu söylenirken aileyi parçalayan unsur olarak kadın hakları hedef alınmıştır.

AKP Haziran 2015 seçimlerinde kaybettiği iktidarını beş ay sonra tekrarlanan 1 Kasım seçimlerinde yeniden kurar. AKP’nin dördüncü iktidar döneminde kadın haklarıyla ilgili manzara değişmeye başlar. Hem iktidarı koruma hem de yeni cinsiyet rejimini inşa etme kaygısıyla kadın hakları artık taviz verilen alan olur. 2016 yılında Meclis’te kurulan kamuoyunda bilinen adıyla Boşanma Komisyonu[3] raporu, aileyi koruma kılıfında kadın haklarının nasıl kısıtlanabileceğine dair iktidara bir yol haritası çizmektedir. Bunun ardından boşanma sonrasında nafaka ve çocukların velayeti, çocukların evlendirilmesi gibi meseleler kamuoyunun gündemine daha fazla girer. Yine bu dönemde öne çıkarılan diğer bir konu LGBTİ+ karşıtlığıdır. LGBTİ+ karşıtlığı iktidarın siyasette sıkıştığı noktada toplumu ve muhalefeti pasifize etmek için kullanacağı etkili bir araç olacaktır. Bu durum çeşitli tarikat ve cemaat çevrelerinin elini güçlendirir; kurdukları platformlarla kadın ve LGBTİ+ haklarıyla ilgili çarpık ve yanlış bilgiler yayarlarken iktidar üzerindeki baskılarını da artırır. Ancak kadın haklarına açılan savaş, AKP’li kadınların da tepkisini çektiği için istenen düzenlemeler yapılamaz. 2020 yazında tarikat ve cemaat çevreleri İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması konusunda iktidara baskı yaparken karşılarında kadın hareketiyle birlikte AKP’li kadınları da bulurlar. AKP’li kadınlara da yönelik hakaretlerin havada uçuştuğu bu dönemde İstanbul Sözleşmesi’ne dokunulmaz.[4] Yüksek siyasette AKP’nin yaşadığı sıkışmanın da etkisiyle 2021 yılının ilk aylarında İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çekilme kararını Cumhurbaşkanı alır. Kamuoyunda öne çıkarılan gerekçe ise LGBTİ+ meselesini özendirmesidir. Sözleşmeden çekilme AKP’li kadınları şaşırtsa da bu konuda mücadele yürütmezler ve sözleşmeden çekilmeyi sineye çekerler. İç hukukta 6284’ün kadınları koruduğunu söylerler. Büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde 6284’ün tasfiyesi gündeme gelirken yine LGBTİ+ meselesi öne çıkarılacaktır. Sözleşmede bununla ilgili tek bir cümle olmasa bile.

Siyasette ve toplumsal yaşamda cemaat ve tarikatların etkisinin artmasının, laikliğin tasfiye edilmesinin sadece AKP ile ilgili bir mesele olmadığını belirtmek gerekir. Yüksek siyaset alanında pek çok parti, tarikat ve cemaatlerle işbirliği içinde hareket ediyor. Bu yapıların siyasi partilere verdiği desteği kaybetmemek, muhafazakar toplumu ürkütmemek gibi kaygılar tarikat ve cemaatleri daha da dokunulmaz kılıyor. Kadınların, kız ve oğlan çocuklarının bu yapılar içinde kıskaca alınmasına yüksek siyaset ilkesel bir çerçeveden değil çıkar ilişkileri üzerinden yaklaşarak genelde sessiz kalıyor.

Müslüman aydın sorumluluğu

İslam dini üzerinden söz üreten tarikat ve cemaatlerin, Türkiye’deki tüm Müslümanları temsil etmediği açık. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan ve seküler bir hayat tarzını benimseyen çok büyük bir çoğunluk var. Pek çok suçun din üzerinden meşrulaştırılması İslam dinine büyük zarar veriyor. Bu durum pek çok Müslüman’ı rahatsız etse de bu konuda bir aydın tavrı, aydın sorumluğu geliştirilemiyor. Din üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılan suçlar karşısında sağlık, eğitim, kadın ve çocuk hakları gibi alanlarda toplumsal dayanışma ağları oluşturulmuş olsa bugün bambaşka bir yerde olurduk. Müslüman aydınların, bu zamana kadar halkın içinde örgütlenerek hak temelli sorumluluklar almamasının ülkenin bu noktaya gelmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Aynı durum Müslüman kadınların özerk örgütlenmesi açısından da geçerli. AKP siyaset alanında kadınların aktifleşmesini sağlasa da nihayetinde kadın kolları partinin genel çizgisi dışında hareket edemezler. Bir siyasi parti içinde özerk bir kadın örgütlenmesi olmadığında bu durum her siyasi partideki kadınlar için de geçerlidir. Bu nedenle kadın hakları yüksek siyasetin inisiyatifine bırakılamaz. Siyasi partilerdeki kadın politikasının sınırları bellidir ve merkezin ya da başkanın çizgisinden bağımsız hareket edemezler. Derya Yanık ve Özlem Zengin’in 6284 çıkışları Yeniden Refah’ın ittifaka katılmasını bir hafta geciktirmiş sonrasında kadınlar geri plana itilerek partiyi destekleyen tarikatların oyunu almak için Yeniden Refah ittifak içinde konumlandırılmıştır.

Az önce de belirttiğim gibi Özlem Zengin’in kadınların değiştiğini göremiyorlar çıkışı önemli bir noktayı işaret ediyor. Deneyimli bir siyasetçi olarak bu koşullarda girilen seçim döneminde kadın seçmenin partiye oy vermeye nasıl ikna edileceğini de büyük ihtimal dert ediyor. Bir dönem genç muhafazakar kadınlara umut veren AKP bugün bu ihtiyacı karşılayamıyor. Enteresan bir şekilde bu sefer genç, muhafazakar kadınlara Erdoğan değil, Kemal Kılıçdaroğlu sesleniyor. “Bay Kemal asla ama asla kazanımlarınızı kaybetmenize izin vermez. Bay Kemal asla ama asla kadın ve çocuk hakları üzerinden pazarlık yapmaz” diyor.

Son on yıldaki gelişmelere ve Türkiye’nin geldiği noktaya bakıldığında bunun kadınlar için ya da Türkiye toplumu için son seçim dönemi olduğu, bir daha böyle bir imkanın olmayacağını söyleyenler çok da haksız sayılmazlar. Kazanımlarını kaybetmek istemeyen her kesimden kadının, Cumhur İttifakı’ndan uzak durmaları en doğru davranış olacaktır. Seçimleri kim kazanırsa kazansın bağımsız bir kadın hareketine toplumda daha fazla ihtiyaç olacak. Erkek egemenliği, kadına yönelik her türlü şiddet toplumun her alanında yükselirken bununla yüksek siyaset içinde mücadele edilemeyeceği açıktır. Müslüman kadınlar açısından en büyük eksiklerden biri dini çevreler içinde bağımsız bir kadın hareketinin çıkamamasıdır. Müslüman kadın entelektüellerin varlığı ve genç Müslüman kadınların ataerkiyi sorgulamaları önemli olmakla birlikte İslami yaşam tarzına sahip kadınlar arasında büyük bir destek bulamamakta ve örgütsel dinamiklerini, kurumlarını oluşturamamaktadır. Bunda toplumda din adına erkek tahakkümü güçlendirilirken buna itiraz eden Müslüman aydınlanma hareketinin olmamasının büyük bir etkisi var. Tahakkümcü, cihadcı bir erkeklik kimliğinin toplumda örgütlenmesiyle mücadele etmek erkelerin de birincil gündemi olmalı. Müslüman kadınların ise kendi mahallerindeki erkek egemenliğiyle mücadelede kendi öz örgütlenmelerini kurmaya ve ataerkil dini kurum ve yapılara alternatif geliştirilmesine büyük ihtiyaçları var. Din adına kadınlar, kız ve oğlan çocukları üzerindeki erkek tahakkümü artarken cemaat ve tarikatların kıskaca aldığı kadınlara ulaşmak, bu kadınlara Diyanet ve AKP dışında yol gösterebilmek hayati önemde. Seçimleri Cumhur İttifakı’nın kazanması bu alanın önünü tamamen kapatacak; kaybetmesi ise aydınlanmacı bir çıkışın önünü açabilir. Bu da tabi ki yüksek siyasetin dışında sorumluluk alacak öznelerin ortaya çıkmasıyla, sorumluluk almasıyla ilgili.

[1] Bu belge bakanlıklara, kamu kuruluşlarına ve medyaya şiddetin önlenmesi için zorunlu sorumluluklar yüklemesi açısından oldukça önemlidir.

[2] Yine de bu dönemde 2010 yılında Anayasa’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesinde kadınlarla erkeklerin eşit haklara sahip oldukları ibaresinin yanına, “eşitliğin pratikte gerçekleşmesi için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacağı” cümlesi eklenir.

[3] Komisyonun asıl adı “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar İle Boşanma Olaylarının Araştırılması Ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu”dur.

[4] Bu dönemde AKP’li kadınlar 81 ilde Abdurrahman Dilipak hakkında hakaret gerekçesiyle şikayette bulunurlar. Bu davanın geri çekilmesi için AKP’li erkekler araya girse de bir iki şehir dışında kadınlar davadan vazgeçmezler. Ancak halen devam eden bu davanın gündeme çok da getirilmek istenmediği ve hak ettiği ilgiyi görmediğini söylemek mümkün.