Bu değerlendirme 8- 21 Ekim 2025 tarihli haber akışı esas alınarak hazırlanmıştır.
İç Politika: Çözüm süreci, Bahçeli’nin vatandaşlık tanımı, Ali İhsan Aktaş iddianamesi, Rojin Kabaiş Cinayeti, sanat ve medya dünyasına dönük yargı operasyonarı…
Ekonomi: Güvenlik harcamaları ve faiz ödemelerinin kıskacında bütçe, işçi eylemleri ve direnişler…
Dış politika: Gazze’de ateşkes, Şarm El-Şeyh Zirvesi ve Trump’ın “barış planı”, Suriye: HTŞ ve SDG arasında “entegrasyon” görüşmeleri, KKTC’de seçimler ve Bahçeli’nin çıkışı, ABD’de Trump’ın faşizan politikalarına karşı “No Kings” gösterileri…
Ekoloji: Hakan Tosun Cinayeti, nadir toprak elementleri, Sazlıdere Barajı, 6 Şubat depremleri…
Bahçeli’nin Vatandaşlık Tanımı ve Sürecin Gidişatı
“Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan yeni sürecin en kritik çıkışlarından birisi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’den geldi. Bahçeli’nin ısrarla vurguladığı “üst kimlik Türklük ve İslam, alt kimlikler ise diğer etnik ve inanç grupları” şeklindeki “alt kültürcü” vatandaşlık tanımı, iktidar bloğunun ve “devlet aklı”nın çözümden anladığı temel sınırı gözler önüne serdi.
Bahçeli, Anayasa’nın 66. Maddesi’ni hedef alan tartışmaların sonunun “hüsran” olacağını kesin bir dille belirterek, bu polemikleri “Terörsüz Türkiye adımları yıpratılmak isteniyor” söylemiyle siyasi bir saldırı olarak nitelendirdi. Bu sert çıkış, MHP’nin, anayasal vatandaşlık fikrine karşı çıkarak, bunun “Türklüğü etnik bir bileşene indirgeyeceği” iddiasını savunmasının bir uzantısı olarak görülebilir. Alevi açılımı kapsamında Hacıbektaş’ta cemevi açılması da bu “alt kültürcü” modelin Alevi vatandaşları da kapsayacak şekilde genişletildiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Bu vizyon, uzun vadede asimilasyon politikalarının devamı anlamına gelmekte. Üst kimliğin tahakkümünü sürdüren bir “çözüm” modelinin, Kürt siyasi hareketinin ademi merkeziyetçilik ve kimlik hakları talepleriyle keskin biçimde çeliştiği aşikâr. Dolayısı ile Kürt siyasi hareketinin bu tanımı kabul etmesinin mümkün olmayacağı, devletin çözümden anladığı “asimilasyonu kabul etme karşılığında güvenlik ve alt kültür statüsü” karşılığında kalıcı bir barışa ulaşmanın imkansızlığı ifade edilebilir. Ancak Öcalan’ın ve örgütün paradigma değişikliğine ilişkin açıklamalarının zaten devlet ile tüm koşullarda varılan bir anlaşmaya dayalı olmadığı, barışın uzun ve değişen koşullara uygun bir mücadelenin sonucunda alınabilecek bir netice olduğu da ortada.
Öcalan-örgüt-devlet ekseninde ilerlediği görülen gelişmelerin toplumda sürece ilişin güvensizliği güçlendirdiği diğer yandan da farklı kesimler arasında süreç karşıtı söylemlerin güçlenmesine yol açtığı görülüyor. Erdoğan’ın ise sürecin sürüncemede kalmasından memnun olduğu söylenebilir. Zira bu durum hem Kürt legal siyasetini kontrol altında tutmasını sağlıyor hem de CHP muhalefetini yargı eliyle hırpalamasına alan açıyor. Bu koşullarda Kürt hareketi için demokratikleşme misyonunun silahsız mücadele döneminde daha da önem kazanacağı, mevcut siyaset yapma biçimi ile bu durumun çok da uzun süre idare edilemeyeceği açık.
Aziz İhsan Aktaş İddianamesi Açıklandı
CHP’li yerel yönetimlere yönelik başlatılan operasyonlar devam ederken, bir çok belediye başkanı ve siyasinin tutuklanmasına neden olan Aziz İhsan Aktaş suç örgütü soruşturmasına ilişkin iddianame açıklandı. Aralarında Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın ve CHP’li ilçe belediye başkanlarının da bulunduğu 40’ı tutuklu 200 kişiye, “rüşvet alma” suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede sanık olmamasına rağmen, dönemin İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “suç örgütü lideri” ifadeleriyle anılması dikkat çeken bir diğer nokta.
İddianameye ilişkin ilk yorumlara bakılınca, bazı belediye başkanları hakkında (örneğin Zeydan Karalar ve Ahmet Özer) doğrudan rüşvet aldıklarına dair net bir iddianın dahi bulunmadığı, kanıt yerine bolca kanaatin bulunduğu yahut delillerin yetersiz ve spekülatif olduğu görülüyor. Dahası, iddianamenin yüzde 25’inin yapay zeka (ChatGPT) ile yazıldığı da tespit edildi.Ancak bu iddianameye, “içeriği boş”, yalnızca “siyasi hamle” denmesinin de doğru olmayacağı yorumları yapılıyor. Şüphesiz ki siyasi operasyonlara maruz kaldığı aşikar olan CHP’nin, belediyelerdeki ihale süreçlerini şeffaflaştırması ve bir “özeleştiri” yapması gerektiği açık.
Öte yandan iddianamenin kapsamı ve İmamoğlu’nu hedef alan dili, hukuki bir soruşturmadan ziyade, muhalefeti yıpratmaya yönelik siyasi bir amaç güdüldüğü sonucunu değiştirmiyor. Zira “suç örgütü lideri” Aziz İhsan Aktaş’ın serbest bırakılmasına karşın, birçok CHP’li belediye yöneticisi zayıf delillerle veya iddialarla tutuklu kalmaya devam ediyor. Ayrıca aynı “örgüt”, AKP’li belediyelerde de benzer işler yapmasına rağmen operasyonun yalnızca CHP’li belediyelere odaklanması da yargı hamlelerinin muhalefeti dizayn etme, CHP’nin kazandığı belediyeleri yargı eliyle ele geçirme veya çalıştırmama stratejisinin esas amaç olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Ekrem İmamoğlu’na Diploma Davası
Silivri’deki Marmara Kapalı Cezaevi duruşma salonunda, CHP’nin tutuklu cumhurbaşkanı adayı ve görevden alınan İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “diploma davasının” ikinci duruşması görüldü. Sınırlı sayıda avukatın içeri girişine izin verilirken dışarıda kalan ve aralarında avukat, milletvekili ve izleyicilerin bulunduğu grupla jandarma arasındaki arbede sırasında ezilme tehlikesi geçirenler olduğunu, bir kişinin bayıldığını aktardı. Gerginlik üzerine İmamoğlu ve avukatları duruşmaya katılmama kararı aldı ancak hakim, İmamoğlu’nun salona getirilmesini istedi. Duruşma 8 Aralık saat 11.00’e ertelendi.
Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümü
Van Barosu Kadın Hakları Merkezi, üniversite öğrencisi Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümüne ilişkin soruşturma kapsamında İstanbul Adli Tıp Kurumu (ATK) Biyolojik İhtisas Dairesi’nin hazırladığı raporda, Rojin’in göğüs ve vajina iç bölgesinde iki erkeğe ait DNA tespit edildiğini açıkladı. Van Barosu Kadın Hakları Merkezi’nden avukat Zeynep Demir, Rojin’e yönelik cinsel istismar ihtimalinin olduğunu aktardı. Baba Nizamettin Kabaiş, kızının cinayete kurban gittiğini öne sürdü. Adli Tıp Kurumu ise raporun detaylarını açıklayarak, Rojin’in ölümünün suda boğularak gerçekleştiğini ancak olayın oluş şekli hakkında kesin bir kanaate varılamadığını bildirdi. Öte yandan TBMM Genel Kurulu’nda, DEM Parti’nin üniversite öğrencisi Rojin Kabaiş’in şüpheli ölümünün araştırılması amacıyla sunduğu önerge, AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.
Ünlülere Yönelik Uyuşturucu Operasyonu
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 8 Ekim’de başlattığı operasyonda 19 ünlü isimden saç ve kan örnekleri alınmıştı. Açıklanan test sonuçlarına göre 8 kişinin örneğinde uyuşturucu madde tespit edilirken 11 kişinin testleri temiz çıktı. CHP Genel başkanı Özgür Özel, gerçekleştirilen uyuşturucu operasyonuna ilişkin sorusuna yönelik, yaptığı şu açıklama olayın vahametini de gözler önüne serdi:”Utanç verici bir operasyon. Zaten gözaltı yapsa, ‘Gözaltı yaptım’ dese, bunun sebebi sorulur ve ne yaptığı bilinir. Yaptığı iş bir gözaltı değil, yaptığı işin hukuk devletinde bir karşılığı da yok. Yaptıkları iş doğrudan birincisi, aile hayatına saldırı, özel hayata saldırı, konut güvencesine saldırı ve itibar suikastı. Doğrudan bir itibar suikastı…”
Güvenlik harcamaları ve faiz ödemelerinin kıskacında bütçe
Meclis’te 2026 bütçesinin görüşüldüğü bugünlerde medyada yer alan haberlerde 2026 bütçesinde savunma sanayiine 1,2 milyar lira, iç güvenlik harcamalarına ise yaklaşık 1 milyar lira kaynak aktarıldığı, güvenlik harcamalarının toplamının 2.155 milyar liraya ulaşacağı belirtiliyor.
CHP Kayseri Milletvekili Aşkın Genç, 2025 bütçe performansını ve 2026 bütçe sunumunu değerlendirirken önemli veriler açıkladı. Buna göre, hükümet 12 aylık bütçe ödeneklerini 9 ayda bitirmiş durumda. Genç’e göre, halkın sırtındaki vergi yükü başlı başına bir yoksullaştırma faktörüne dönüşüyor. Örneğin, büyük şirketlerin ödediği vergi bir yılda yüzde 90 azalırken, ağırlıklı olarak çalışanlar ve küçük esnaftan alınan gelir vergisi yüzde 91 artmış durumda. Faiz harcamaları ise bütçe üzerinde gittikçe artan bir yüke dönüşüyor. Genç, “2025’te her 100 liralık verginin 18 lirasının faize gittiğini” açıklıyor. 2026’ta faiz harcamalarının artacağı öngörülüyor. 2026 yılı bütçesinde faiz giderleri için ayrılan kaynak 2 trilyon 741 milyar TL olurken, bu rakamın merkezi yönetim bütçesinden en büyük payı alacak olan (2 trilyon 896 TL) Milli Eğitim Bakanlığı bütçesine neredeyse denk olması dikkat çekiyor. Dolayısıyla bütçede halkın refahını artıracak sosyal amaçlı harcamalar için alan kalmıyor.
İstanbul’da yaşamanın maliyeti 100 bin TL’yi aşmış durumda
İstanbul Planlama Ajansı İPA’nın yaptığı araştırmaya göre İstanbul’da dört kişilik bir ailenin yaşam maliyeti geçen yıl eylül ayında 71 bin 431 lirayken bu yıl 102 bin 45 lira oldu. Katılımcıların yüzde 53,9’u “geçinmekte zorlandığını” belirtirken, yüzde 31,4’ü artık temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığını söylüyor. Araştırmaya göre bu oran geçen ay yüzde 22,1’di.
Yabancı fonlara faiz indirimlerinin yavaşlatılacağı söylendi
Merkez Bankası (MB) Başkanı ve yardımcıları, Türk tahvillerine yatırım yapan dört yabancı yatırımcının da bulunduğu Washington’daki yıllık Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası toplantılarında sunumlar yaptı. Sunumlarda enflasyondaki direngenlik vurgulandı ve faiz indirimlerinin yavaşlatılabileceği sinyali verildi. Görüldüğü kadarıyla MB enflasyon hedefini tutturamayacaklarını bir anlamda itiraf ediyor ve yabancı fonlara sıcak parayı Türkiye’ye çekmek üzere yüksek faiz güvencesi veriyor.
İşçi eylemleri, direnişler
Tersane işçilerinin birliği Baret, son günlerde Tuzla tersanelerinde meydana gelen iş cinayetlerine dikkat çekmek için Torlak Tersanesi önünde basın açıklaması yaptı. “Artık yeter, çalışırken ölmek istemiyoruz! Önlemler alınsın, sorumlular yargılansın!” pankartı açan işçiler, alınmayan önlemler nedeniyle yaşanan ölümleri protesto etti.
Denizli’deki Yemek sepeti kuryeleri ise Pamukkale Üniversitesi kampüs bölgesinde bulunan Amfi Park’ta toplanarak açıklama yaptılar. Kuryeler saat 13:00 ile 17:00 arası iş bıraktılar. Kuryeler çalışma koşullarına ilişkin taleplerini dile getirdiler.
Lüleburgaz’da işten atılan Şişecam işçileri, Kristal-İş Sendikası binası önünde eylem yaptı. “Verimsizlik”, “performans düşüklüğü” gibi gerekçelerle işten atılmalarına karşı açıklama yapan işçiler, bu süreçte sessiz kaldığını vurguladıkları sendikaya da tepki gösterdi.
Gazze’de ateşkes, Şarm El-Şeyh Zirvesi ve Trump’ın “barış planı”
Bundan önceki gündem değerlendirmemizde Gazze’de Hamas ve İsrail arasında ateşkesin sağlanması için ABD’nin yoğun diplomatik girişimlerde bulunduğunu belirtmiştik. Burada ele aldığımız dönemde Gazze ve genel olarak Filistin sorunu etrafındaki gelişmeler hız kazandı. Sadece Gazze’deki çatışmanın tarafları arasında ateşkes sağlanmakla kalınmadı; Mısır, Şarm El-Şeyh’de Rusya ve Çin dışında bütün önemli küresel ve bölgesel güçlerin bir araya geldiği bir zirve düzenlendi ve ABD Başkanı Trump’ın dizayn ettiği “barış planı” onaylandı.
Hamas-İsrail arasında çatışmaların durmasıyla söz konusu barış planının birinci aşaması uygulanmaya başladı. Birinci aşama, ateşkesle birlikte İsrail’in belirlenen hatta geri çekilmesi, Hamas’ın yaşayan İsrailli rehineleri serbest bırakması, ölmüş olanların ise cesetlerini iade etmesi, İsrail’in müebbet hapis cezası verdiği 250 civarında Filistinli mahkûmu, savaşın başından bu yana tutukladığı 1.700 civarında Filistinliyi iade etmesi, Refah Kapısı’nın çift taraflı açılması, bu yolla Gazze’ye insani yardımların ulaştırılması gibi unsurları içeriyor.
Şarm El-Şeyh’de Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya gibi önemli Avrupa ülkelerinin, Suudi Arabistan, BAE, Katar, Mısır gibi önemli Arap devletlerinin, ayrıca Türkiye’nin katıldığı “Gazze Zirvesi”nde ise Trump’ın barış planının diğer aşamaları görüşülerek onaylandı. Ayrıca Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El Sisi, ABD Başkanı Donald Trump, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Âl-i Sani ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Kalıcı Barış ve Refah için Trump Deklarasyonu” olarak adlandırılan ortak bir bildiriye imza attılar. Deklarasyondaki “İsrail ile bölgesel komşuları arasındaki dostane ve karşılıklı yarar sağlayan ilişkiyi memnuniyetle karşılıyoruz” ifadesi dikkat çekti. Bu ifade, nihayetinde İsrail’in bölgedeki hegemonyasının tanınmasının ve İsrail ile Arap komşuları arasında İbrahim Anlaşmaları’nın imzalanmasının amaçlandığı şeklinde yorumlanabilir.
Zirvede gündeme gelen Trump’ın Gazze’ye dönük barış planının diğer aşamaları şöyle özetlenebilir: Hamas silahsızlandırılacak (buna “Gazze’nin radikalizmden arındırılması” deniyor) ve silahsızlanmayı kabul eden Hamas üyelerine af ya da başka ülkelere geçiş imkânı sağlanacak. Gazze’ye, ABD, Arap ülkeleri ve uluslararası ortaklar tarafından oluşturulacak geçici bir “uluslararası istikrar gücü” konuşlandırılacak. Bu istikrar gücü güvenliği sağlarken, Filistinliler ve uluslararası uzmanlardan seçilmiş geçici bir “teknokratlar yönetimi” kurulacak. Söz konusu yönetim, Gazze’nin ekonomik kalkınmasını sağlayacak ve Trump’ın başkanlığında oluşturulacak bir “Barış Kurulu”nun gözetiminde faaliyet gösterecek. Bu süreç boyunca Filistin Özerk Yönetimi’nin kendisini İsrail karşıtı ideolojiden arındırması istenecek, Filistin polis gücü eğitilecek ve Filistin Yönetimi’nin “gerekli olgunluğa” ulaştığı gözlendiğinde Barış Kurulu Gazze’nin yönetimini Filistin Yönetimi’ne devredecek.
Sonraki aşamaların, şu ilke ve uygulamaları da kapsadığını belirtmek gerekiyor: Filistinliler zorla Gazze’den çıkarılmayacak ve geri dönmek isteyenler dönebilecek; Hamas hiçbir şekilde yeni yönetimde yer almayacak; İsrail, plana paralel olarak kademeli şekilde Gazze’den çekilecek. Bütün bu koşullar yerine geldiğinde, nihayet iki devletli çözüm için çalışmalara başlanacak.
“Barış planı”ndaki belirsizlikler
Her ne kadar birinci aşama uygulanmaya başlanmış olsa da Trump “barış planı”na ilişkin önemli belirsizlikler var. Öncelikle, Gazze’nin, Filistinliler dışında uzun bir süre dış güçler tarafından yönetilecek olması ve yönetimin Filistin Yönetimi’ne devredilmesinin koşullara bağlanmasının, Hamas’ın silah bırakmasını zorlaştıracağını söylemek mümkün. Diğer yandan, nihayetinde amaçlanan, Filistin sorununu hakkaniyetli şekilde çözmekten ziyade ABD-İsrail hegemonyasında bir Ortadoğu inşa etmekse -ki öyle görünüyor- planın Filistin halkı nezdinde kabul görmesi kolay olmayacak. En önemli belirsizliği ise “barış plan”ında somut taahhütlerin yer almaması oluşturuyor.
Sahadaki durum
Sahada İsrail ile Hamas arasında esir, mahkûm ve rehine takası sürüyor. Hamas’ın nerede olduğunu bilmediği veya ancak özel ekipmanlarla ulaşabileceğini belirttiği bazı İsrailli rehinelerinin cesetlerini teslim edememesi İsrail tarafında sert tepkiyle karşılandı. İsrail Savunma Bakanı İsrael Katz, Hamas’ın anlaşmaya uymaması hâlinde “ABD ile koordineli biçimde savaşa devam edileceğini” söyledi. Hamas’ın bu iddiayı reddetmesine karşın, İsrail, Hamas güçlerinin askerlerine ateş açarak anlaşmayı ihlal ettiğini öne sürüyor ve Gazze’de çeşitli yerleri bombalıyor. Bilançoya baktığımızda, ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana Gazze’de en az 51 Filistinlinin İsrail saldırılarında hayatını kaybettiği söyleniyor.
Gazze’de Trump sponsorluğunda gündeme gelen “barış planı”ndan sonra gözlerin Lübnan’a, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına çevrileceğini öne sürülebilir. Nitekim bir süredir ABD, Hizbullah’a karşı Lübnan ordusunu güçlendirmekle meşgul. Hizbullah ise silahları bırakmayı reddediyor. Dolayısıyla ABD-İsrail hegemonyasında yeni bir Ortadoğu’nun tesisinde ikinci durak Lübnan olabilir. İsrail’in savaş politikasını hız kesmeden sürdürmesi, Gazze’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husiler ve İran’a karşı sürekli askeri operasyonlar düzenlemesi dikkat çekici.
Suriye: HTŞ ve SDG arasında “entegrasyon” görüşmeleri
Burada ele aldığımız dönemde, Şam’da Suriye merkezi hükümeti ile SDG arasında, arabuluculuğunu ABD Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın yaptığı önemli görüşmeler gerçekleşti. Bu görüşmelerde Suriye sorununun çözümü ve Rojava’nın statüsünün belirlenmesi açısından büyük önem taşıyan SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonunun nasıl olacağı ele alındı. SDG’li yetkililerin verdiği bilgilere göre, SDG Suriye ordusuna küçük gruplar veya bireysel düzeyde değil büyük askeri birimler (tümenler) halinde entegre olacak. Bu şekilde entegrasyonu gerçekleşecek olan SGD güçleri, belirli etnik veya dini/mezhepsel kesimlerin değil bütün Suriye’nin güvenliğini sağlayacak ve tüm Suriye halkına karşı sorumlu olacak. İç Güvenlik Güçleri (Asayiş) ise İçişleri Bakanlığı’na entegre edilecek. Görüşmelerdeki diğer önemli gündem ise yeni bir anayasanın yapımı oldu. Taraflar arasında Suriye’deki tüm farklı kimlikleri kapsayacak yeni bir anayasanın yapılması ve Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi görüşüldü.
ABD’nin, HTŞ-SDG güçleri arasında özellikle Halep’teki Kürt mahallerinde süren çatışmaları sonlandırmak üzere devreye girmesi ve Suriye’de istikrarı tesis etmek üzere 10 Mart Anlaşması’nın sonuca ulaşması için tarafları müzakere masasına oturtması kuşkusuz önemli bir gelişme. Diğer yandan, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanlık Üyesi Sipan Hemo’nun “henüz yazılı ve net bir anlaşmanın olmadığını, elde edilen sonuçların sözlü vaatler ve genel temennilerle sınırlı kaldığını” söylemesi, Türkiye’nin HTŞ’ye baskı yapmakta olduğu ihtimalini akla getiriyor. Türkiye, SDG’nin Suriye ordusuna “bireysel düzeyde” entegre olmasını savunuyor ve genel bir politika olarak Rojava’nın yasal bir statü kazanmaması için elindeki imkanları sonuna kadar kullanıyor. Öte yandan Türkiye’nin, SDG’nin Arap nüfusun çoğunlukta olduğu Deyri Zor ve Rakka’dan çekilmesini sağlamak üzere girişimlerde bulunduğu da unutulmamalı.
KKTC’de seçimler ve Bahçeli’nin çıkışı
Kuzey Kıbrıs’ta yapılan cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunda Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, oyların yüzde 62,76’sını alarak cumhurbaşkanı seçildi. Seçimlere katılım oranının yüzde 65 olduğu kaydedildi. Tufan Erhürman yaptığı ilk açıklamada Türkiye ile uyum içinde çalışacaklarını belirti. Seçmenlerin bir kısmının Türkiye’den “ithal edilen” nüfustan oluştuğu düşünüldüğünde, seçim sonuçlarının, Türkiye’nin Ada’yı kumar, bahis ve kara para işleri için kullanmasına genel bir tepki olarak şekillendiği tahmin edilebilir. Seçimlerde Türkiye’nin desteklediği cumhurbaşkanlığı adayı Ersin Tatar’ın oyların ancak yüzde 35,76’sını alabilmesi bu tahmini güçlendiriyor ve kendini Türkiye’nin politikasına daha yakın hisseden seçmenlerin de önemli oranda Erhürman’ı desteklediğini ortaya koyuyor. Yeni cumhurbaşkanının CTP’nin politikası doğrultusunda Rum Kesimi’yle federasyon görüşmelerini yeniden başlatması yüksek bir olasılık. Bahçeli’nin “KKTC Meclisi seçimleri iptal etsin ve Türkiye’ye katılma kararı alsın” şeklindeki çıkışı, muhtemelen Türkiye’nin federasyon olasılığından duyduğu kaygıyı yansıtıyor. Bilindiği gibi, Türkiye Ada’da “iki devletli çözümü” savunuyor. Federasyon çözümünün Ada’nın gerçeklerine çok daha uygun olduğu doğru olsa da mevcut uluslararası ortamda bu türden “liberal çözümler”in ne ölçüde gerçekçi olduğu kritik bir soru olarak önümüzde duruyor.
ABD’de Trump’ın faşizan politikalarına karşı “No Kings” gösterileri
ABD’de Trump’ın demokratik mekanizmaların aleyhine yürütme organının yetkilerini genişletmesi, örneğin tarihsel olarak ender olarak başvurulan başkanlık yetkilerini devreye sokması ve bu yolla bazı şehirlere ulusal muhafızları konuşlandırması, 2.500’den fazla yerleşim yerinde gerçekleştirilen gösterilerle protesto edildi. Gösteriler, Trump’ın monarşi benzeri yönetim tarzını reddetmek anlamında “krallara hayır” ismiyle anıldı. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU), ülke çapında 50 eyalette düzenlenen 2 bin 500’ü aşkın mitinge yaklaşık 7 milyon kişinin katıldığını açıkladı. Trump ise gösterileri “aşırı solcu” bir örgütlenme olarak tanımladığı “antifa’nın uzantısı” olarak nitelendirdi. Protestocular “Monarşi değil demokrasi” ve “Anayasa isteğe bağlı değildir” yazılı dövizler taşıdılar.
Hakan Tosun Cinayeti
Ekim ayında ekoloji haberciliği acı bir kayıp ile sarsıldı. Gazeteci Hakan Tosun 10 Ekim 2025’te Esenyurt’ta sokak ortasında katledildi. İnsan Hakları Derneği ve yerel ekoloji dernekleri soruşturmanın şeffaf yürütülmesi için açıklamalar yaparken, Tosun’un yakınları ve mücadele arkadaşları da soruşturmayı yakından takip ediyorlar. Ekoloji örgütleri, Hakan Tosun’un ölümünün adi bir vaka, bireysel bir suç olarak değerlendirilmemesini, cinayetin arkasında ekoloji mücadelesine verdiği destek varsa bunun açığa çıkartılmasını istiyorlar. Denizli’de Kent ve Çevre Komisyonu, Büyük Menderes İnisiyatifi ve Denizli Emek ve Demokrasi Platformu’nun yaptığı basın açıklamasında da saldırının “çevre savunuculuğuna, kamusal denetime ve ekolojik adalete yönelik bir gözdağı ihtimali” olma olasılığına dikkat çekildi. İkizdere, Akbelen, Kaz Dağları ve Munzur Direniş’lerinde hem aktivist hem de gazeteci olarak yer alan Tosun’un şüpheli ölümü ister istemez akıllara saldırının onun aktivist-gazeteci kimliği ile ilgili olabileceğini getiriyor. Dosyanın ilerleyiş biçimi ise bu şüpheleri arttırır nitelikte. Tosun’un ailesinin dosyaya bütünlüklü bir şekilde erişimine izin verilmiyor. Tosun’a saldıranların polis tarafından yakalanmak yerine telefonla aranarak emniyete çağrıldıkları belirtiliyor. Saldırganların Ağrılı korucu bir aşirete mensup oldukları ve ailenin ileri gelenleri ile emniyet mensuplarının bir yemek ortamında birlikte oldukları iddia ediliyor. Olayın net görülebildiği bir kamera kaydının saldırganların aile üyeleri tarafından silindiği belirtilirken bu açıklamaları yapan dükkan sahibi ve Halk TV Muhabiri Umut Taştan’ın da aile tarafından tehdit edildiği ifade ediliyor. Tosun’un sırt çantasının kayıp olması da, Tosun’un kamerasındaki bir görüntü nedeniyle hedef haline gelmiş olabileceğine dair şüpheleri artırıyor. Kamera kayıtları savunma makamıyla paylaşılmıyor, bir yandan da soruşturma dosyasından bazı görüntüler basına sızıyor. İHD yaptığı açıklamada şu talepleri dile getirdi: Tosun ailesi ve avukatlarına dosyaya tam erişim sağlansın; Güvenlik kamerası görüntüleri eksiksiz biçimde paylaşılsın; Tanık ve şüpheli ifadeleri arasındaki çelişkiler giderilsin; Tosun’un kişisel eşyalarının durumu ve kıymeti açıklansın.”
Nadir Toprak Elementleri
CHP grubu meclise nadir toprak elementleri ile ilgili bir yasa teklifi verdi. Teklifte nadir toprak elementleri “21. Yüzyılın stratejik silahı” olarak tanımlandı. Teklif bu elementlerin hammadde olarak ihraç edilmesinin ülkenin ekonomik çıkarları ile uyumlu olmadığını ifade ediyor. Bu nedenle ihracatının ancak yurt içinde işlendikten sonra yapılabileceği, elementlerin ülkenin yararına kullanılması için stratejik kaynak olarak tanımlanması gerektiği belirtiliyor. Nadir toprak elementleri tartışması özellikle Erdoğan’ın ABD ziyareti sonrası, Eskişehir Beylikova’daki maden rezervlerinin Amerika’ya söz verildiği duyumu üzerinden alevlenmişti. CHP bu elementlerin korunmasının teknolojik bağımsızlık için elzem olduğunu savunuyor.
Nadir toprak elementlerinin özellikle Çin ile Amerika arasındaki rekabetin önemli bir parçası olduğu biliniyor. Çin bu elementlerin madenciliğinin %70’ini, işlenmesinin ise %90’ını kontrol ediyor. Trump gümrük vergilerini arttırınca Çin de elindeki bu kozu kullanmış ve nadir elementlerin ihracatını kısıtlamıştı. Trump bu arada alternatif kaynaklar arıyor. Yakın zamanda Avustralya ile bu elementler konusunda bir anlaşma yaptığını duyurmuştu. Ukrayna’nın elementleri için Zelensky’i nasıl zorladığını da tüm dünya izledi. Amerika bunun yanında, Pakistan, Venezuela, Afganistan, Rusya gibi ülkelerin kaynaklarından da alabileceğini almanın peşinde.
Sazlıdere Barajı
Sazlıdere Barajı etrafındaki yapılaşmanın su havzalarına vereceği tahribat uzun zamandır özellikle CHP tarafından gündeme getiriliyor. TMMOB Şehir Plancıları Odası, Kanal İstanbul ve Yenişehir projesi ile ilişkili alınan bilirkişi raporlarının 72’sinden 58’inin projelerin çevresel etkilerinin geridönülmez nitelikte olduğunu belirttiğini açıkladı. Yasal süreçte istinaf mahkemelerinin idare mahkemelerinin iptal kararlarını bozduğunu belirten TMMOB, Danıştay kararının son kertede projeler aleyhine çıkacağını umuyor. 1,5 milyon İstanbullunun su ihtiyacını karşılayan Sazlıdere Barajı bir kamu yatırımı ve İSKİ hala buranın borcunu ödüyor. Bu bölgedeki yapılaşmanın ise tarım arazilerini yok ettiği belirtiliyor.
6 Şubat Depremleri
6 Şubat Depremlerinde yıkılan apartmanlarla ilgili davalar devam ediyor. Binaların yapımından ve onayından sorumlu görülen inşaat şirketleri ve yetkililer “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olma” ve “taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma” suçlamalarıyla karşı karşıya. Mağdurların aileleri yaşanılan acıların “kader” değil bir “ihmal zincirinin” sonucu olduğunu belirtiyor ve “müteahhitten denetimi yapanlara” kadar herkesin cezalandırılmasını istiyor.
Dersim Mitingi
Dersim Doğa, Yaşam ve Çevre Platformu 16 Kasım’da doğa katliamına karşı bir miting çağrısı yaptı. Miting madencilikten enerji projelerine kadar doğa tahribatına neden olacak birçok projeyi hedef alıyor. Derelerin, ormanların, meraların ve kutsal mekanların korunması için çağrı yapıyor. Çağrı ekokırımın kimliksizleştirilmeyle ilişkisine dikkat çekiyor ve çevresel tahribatı asimilasyon politikalarıyla bağlantılandırıyor. Kutsal mekanların ticarileştirilmesine karşı çıkıyor.
İklim zirvesi COP 30 yaklaşırken
Brezilya’nın Belem kentinde düzenlenecek olan COP 30 zirvesi yaklaşırken dikkatler, fosil yakıtlardan çıkış hususunda nelerin yapılacağına odaklandı. The Guardian zirve öncesinde Fossil Fuel Non-Proliferation Treaty Inititative – FFNPT-I (Fosil Yakıtları Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması Girişimi) kurucusu Tzeporah Berman ile bir söyleşi yayımladı. Küresel yenilenebilir enerji atılımıyla ilgili ümitvar veriler ortaya konarken Dünya hala 2030’a kadar, 2 derece hedifinin gerektirdiğinden %110 daha fazla fosil yakmaya kitlenmiş vaziyette. Berman’a göre bunun nedeni piyasaların trilyon dolarlık fosil yakıt teşvikleriyle bozulmuş olması.
FFNPT-I diplomatik bir kampanya ve bunun sivil toplum ayağı da var. Fosil yakıt arama ve genişletme çalışmalarının ve mevcut üretimin tedrici olarak sıfırlanmasını hedefliyor. Antlaşma çağırısı bugüne kadar 17 hükümet (küçük ada devletleri dışında sadece Kolombiya ve Pakistan), Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Parlamentosu, 101 Nobel ödülü sahibi ve 3000 akademisyen tarafından desteklendi. Ayrıca destekleyen yerel, federal, ulusal hükümetlerin ve parlamenterlerin sayısı artıyor. (Bugüne kadar 107 şehir desteklemiş).
Berman her yıl daha fazla petrol sondajı yapıldığını ve arz temelli bir fosil yakıt politikası olmadığı sürece her yıl küresel hedeflerimizi tekrar tekrar kaçırmaya devam edeceğimizi söylüyor. Berman’a göre aşamalı olarak durdurucağımızı söylediğimiz bir sisteme (fosil yakıt üretimi, tedarik ve tüketimine) entelektüel, mali ve politik sermaye yatırmaya devam ediyoruz. Oysa bugün inşa ettiğimiz şeyi yarın da kullanacağımız gerçeğini – petrol platformlarını, rafineleri, nakil hatlarını ve tüm araç ve gereçleri – görmemiz gerekiyor. Ve her şirket – Norveç, Ekvador veya Arjantin hiç fark etmiyor, satılacak son damla varili üretmek istiyorlar.
Berman’ın “arz” temelli iklim politikasının eksikliğine dair söyledikleri çok çarpıcı. Çünkü mevcut iklim politikaları “talep” temelli olarak tasarlanmış vaziyette. İklimle mücadele söz konusu olduğunda “ilerici” olduğu söylenen liberal politikacılar, Trudeau, Biden, Starmer ve Norveç hükümeti, kendilerini üretimi kısmakla yükümlü hissetmiyorlar. Çünkü sistem böyle tasarlanmış. Üretimi kontrol edenler, kapitalistler, neyi nasıl üreteceklerine karar veriyorlar. Bu gerçek Jason Hickel tarafından da çok çarpıcı bir şekilde dile getiriliyor.
Berman büyük üretici ülkelerin bu girişime katılmalarını beklemediklerini ama tarihteki pek çok antlaşmanın da bir nüve oluşturan küçük gişimlerle başladığını hatırlatıyor. Ayrıca fosil yakıt endüstrisinin getirdiği zenginlikten daha ziyade yarattığı toksik kirlilik ve yoksulluktan muzdarip olan Küresel Güney ülkelerinin -örneğin Nijerya- fosil yakıttan çıkışa teşvik edilebileceğini düşünüyor.
