Cumhuriyet idealleri ve ulus-devlet

Cumhuriyet ideallerini laiklik, laikliğin temeli olarak kadın hakları, Batılılaşma politikaları, laik ve aydınlanmacı bir eğitim için seferberlik ve eğitimde fırsat eşitliği olarak tanımlayabiliriz. Bunlara tek parti döneminde “koşullar” gerekçe gösterilerek uygulanmayan, fakat bir vaat olarak saklı tutulan çok partili siyasal yaşamı ve demokrasiyi; Cumhuriyet’e çağdaş bir yorum çerçevesinde yüklenen/yüklediğimiz “sosyal hukuk devleti”ni ve ekonomide belirli bir kamusallığı da ekleyebiliriz.

Ulus-devlet ise yapısı gereği bambaşka bir içeriğe sahiptir. Son derece pragmatiktir. (Büyük toprak sahiplerinden büyük sermayeye kadar) temsil ettiği egemen kesimlerin çıkarlarını ve en temelde bir varlık/yokluk sorunu olarak kendi bekasını önceler.

Cumhuriyet idealleri ile belirli bir ulusal/uluslararası konjonktürde bu politikaları hayata geçirmiş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devleti arasındaki gerilimi tarihsel bir örnekle açıklayabiliriz. 1940’da aydınlanmacı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un yönetiminde ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün himayesinde kurulan Köy Enstitüleri bugün Cumhuriyet’in en önemli miraslarından biri olarak kabul edilir. Köy Enstitüleri’nin kapatılma süreci yine CHP döneminde başlar. Aydınlanmacı öğretmenlerin kırsal kesimde etkin olmasını köylüler üzerindeki denetimlerine tehdit olarak gören CHP içindeki büyük toprak sahibi ve muhafazakâr milletvekillerinin muhalefeti, 1946 seçimlerinden sonra Hasan Ali Yücel’in ve ilerici kadroların Milli Eğitim Bakanlığı’ndan tasfiyesinde etkili olur. Köy Enstitüleri’ne karşı açılan kampanya “komünist öğretmen ve dinsiz öğrenci yetiştireceği, karma eğitimin kızların namusunu lekeleyeceği” vs. gerekçelere dayandırılır. Yeni Milli Eğitim Bakanı döneminde Köy Enstitüleri’ne öğretmen yetiştiren Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır; eğitim programı ve yapılandırmasında kuruluş amacına aykırı değişiklikler yapılır. İnönü sessiz kalır. Köy Enstitüleri’nin içinin boşaltılmasından sonra resmi olarak kapatılmaları Demokrat Parti (DP) döneminde, 1954’te gerçekleşir. CHP’nin Köy Enstitüleri’nden desteğini çekmesinde, muhalefetin halk arasında etkili olan propagandası (“komünist, ateist yuvası vs.”) karşısında tavizkâr bir tutum benimsemesinin, ayrıca II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin anti-komünizmin başat ideoloji haline geldiği Batı bloğuna katılmasının da payı vardır.

Benzer bir örnek, 1946 seçimlerinde CHP’nin yeni kurulan Demokrat Parti’nin büyük oy potansiyelinin farkına varmasıyla laiklik politikalarında yaşanır. CHP’nin, belirli bir dindarlığı yaşayan halk kesimleriyle “barışarak”rejimi konsolide etme çabası, 1948’de İmam Hatip Yetiştirme kurslarının, 1949’da ise İlahiyat Fakültesi’nin açılmasına ve ilkokullara din bilgisi dersinin konulmasına yol açar.

Her iki örneği de “cumhuriyet düşmanlarının zaferi” veya “Cumhuriyet kadrolarının devrimlerden sapması” olarak görmek anlamlı olmayacaktır. Ulus-devletlerin yöneticileri belirli ideallere bağlı kalmaktan ziyade verili güç dengeleri içinde iktidarlarını sürdürmeyi, devletin gücünü korumayı ve dayandıkları egemen sınıf ve tabakaların çıkarlarını geliştirmeyi esas alırlar.

Cumhuriyet idealleri ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin farklı dönemlerdeki uygulamaları çelişkili, çoğu zamanda da çatışmalı bir ilişki içinde oldu. Bu çerçevede Cumhuriyet ideallerinin nasıl bir toplumsal yapı içinde korunup geliştirilebileceğini, işler kılınabileceğini ve yakın tarihin bu konuda bize neler söylediğini ele alabiliriz.

Kurulu düzene bir tehdit olarak Cumhuriyet idealleri

Kendini egemen sınıf ve tabakaların çıkarlarını ve devletin bekasını korumakla yükümlü gören devlet yöneticilerinin gözüyle bakıldığında topluma nüfuz edebilecek laiklik, Batıcı bir anlayışla yapılan nitelikli/aydınlanmacı eğitim sakıncalı görülebilir. Türkiye toplumu bu politikaların hayata geçirildiği otoriter tek parti döneminden çıkıp hareketlendiğinde, siyasal yaşam çoğullaşmaya ve farklı toplumsal kesimler kendi taleplerini yüksek sesle dillendirmeye başladığında yönetici seçkinlerin gözünde bu sakınca iyice büyüyecek, hatta tehdit halini alacaktır.

Laiklik, Batıcı ve aydınlanmacı bir eğitimle birleştiğinde, kişinin toplumsal gelişmeleri değerlendirmesinde dinsel referansların giderek devre dışı kalması sonucunu doğurur. Ortam da biraz elverişliyse, kurulu düzenin neden böyle olduğu, başka türlü olmasının nasıl mümkün olabileceği sorgulanmaya açık hale gelir. Zira laik ve aydınlanmacı bir eğitim ortamında rasyonel düşünce ve insanın temelde kendi muhakemesine güvenmesi teşvik edilir. Laiklik ve rasyonellik, ülke sorunlarına kafa yoranların giderek sistemi sorgulaması için uygun koşullar yaratır.

Bu nedenle süreç içinde topluma derinlemesine nüfuz edebilecek bir laikliğin, kadın haklarının, aydınlanmacı-nitelikli bir eğitimin bir zamanlar bu politikaları yaşama geçirmiş, fakat artık farklı bir tarihsellik içinde toplumsal uyanıştan tedirgin olan ulus-devlet seçkinlerine karşı savunulması gerekli hale gelir. Yakın tarihe bu açıdan bakıldığında tarihsel-toplumsal gelişmelerin ülkeyi bir yol ayrımına zorladığını söylemek yanlış olmaz: Ya Cumhuriyet rejimi farklı etnik, kültürel kimliklerin tanındığı, çeşitli toplumsal kesimlerin öz-örgütlenmeleriyle siyasal yaşama katılabildiği, devletin toplum üzerindeki baskısı ve yönlendirici gücünün sınırlandırıldığı demokratik bir cumhuriyete dönüşecek; ya da “halkın yönetimi” anlamına gelen cumhuriyet ideali yozlaştırılacak, Cumhuriyet’in öznesi olması beklenen “halk” sindirilecek, daha uzun vadede ise toplumsal dinamizmin yok edilmesi adına toplumun pasifize edilmesinin, kolayca manipüle edilebilmesinin araçları geliştirilecekti. Bu araçlar arasında ırkçılığa varan bir Türk milliyetçiliği ile yaşamının her alanını denetlemeye hevesli bir İslamcılık, Türkiye gibi ülkelerde vazgeçilmezdir.

Cumhuriyet rejiminin yakın tarihi: Toplumsal uyanışı nasıl bastırırız?

Türkiye Cumhuriyeti’nin yukarıda bahsettiğim türden bir yol ayrımına 1960’lı ve 70’li yıllar boyunca sürüklendiğini ve bu yıllarda devlet katında sistemli şekilde ikinci seçenekte karar kılındığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

1960 ve 70’li yıllarda, ezilen toplumsal kategoriler dahil farklı kesimlerin ilk kez kitlesel ölçekte örgütlenmeye ve belirli talepler ileri sürmeye başladıkları biliniyor.

Bu yıllarda toprak reformu geniş bir toplumsal talebe dönüşür; topraksız kalan köylüler özellikle Batı Anadolu’da birçok yerde toprak işgallerine başlar. “Toprak işleyenin, su kullananın!” sloganı köylülerde kitlesel bir karşılık bulur. Türkiye’nin hemen her bölgesinde köylüler ürünlerinin değerlendirilmesi ve tarımsal destek politikaları konulu “üretici mitingleri” düzenler. İlk kez devlete bağlı bir sendikacılık yerine bağımsız, mücadeleci bir sendikacılık gelişir. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) bağlı sendikaların güçlenmesi, işçilerin örgütlü mücadelesinin yükselmesine, yaygın grevlere ve direnişlere yol açar. Türkiye tarihinin en büyük işçi direnişine sahne olan 15-16 Haziran (1970) olayları bu dönemde gerçekleşir. Yüksek öğretim gençliği, öğrencilerin ekonomik durumundan üniversitelerin işleyişine kadar birçok başlığı kapsayan“üniversite reformu” talebiyle örgütlenir. Birçok üniversitede işgaller başlar. Öğrenci gençlik, reform talepleri karşılanmadığı ölçüde dikkatini ülkenin yapısal sorunlarına yöneltecek, ülkedeki eşitsizlikler, kalkınma ve dışa bağımlılık gibi sorunlar üzerinden kitlesel bir politizasyon yaşayacaktır. Yine bu dönemde “devrim için eğitim” ilkesini benimseyen Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kurulur ve kitleselleşir. Türkiye’de eğitimin emperyalist çıkarlar doğrultusunda sorgulamayan, itaatkâr öğrenciler yetiştirdiğini savunan TÖS, halkın aydınlatılmasını ve çağdaş bir eğitim hedefini benimser. Aynı dönemde gerçekleşen “doğu mitingleri” ise bir başka önemli dönüm noktasıdır. Sosyalist Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve illegal Türkiye-Kürdistan Demokratik Partisi’nin desteğiyle 1967’de birçok Kürt ilinde düzenlenen doğu mitinglerine on binlerce Kürt katılır. Bu mitinglerde ağalık sistemi ve toprak reformu gündeme gelirken, Kürt sorunu ve Kürt kimliği temelinde örgütlenen ve belirli bir kitleselliğe ulaşan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) bu mitinglerin ardından ortaya çıkar.

1970’lerde farklı biçimler alarak daha da kitleselleşecek bu toplumsal uyanışın tarihi sayfalarca anlatılabilir. Burada bizim açımızdan iki nokta önemlidir. Birincisi, çeşitli örgütlenmelerin somut taleplerinin temelde radikal bir sistem değişikliğini içermiyor oluşudur. Toprak reformundan gerçek bir sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme özgürlüğüne, üniversitelerin yeniden yapılanmasına, halk aydınlanmasını temel alan bir eğitime ve Kürt kimliğinin ifadesine özgürlük tanınmasına kadar mücadele edilen taleplerin hemen hepsi demokratik işleyişe sahip bir Cumhuriyet ideali kapsamında değerlendirilebilir. Bir başka deyişle, çağdaş bir yorumla Cumhuriyet ideallerinin taşıyıcılığını yapanlar bastırılan toplumsal uyanışın aktörleridir.

İkinci önemli nokta ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemen sınıfların talebi doğrultusunda toplumsal uyanışa verdiği tepkidir. Tepkinin aldığı biçimleri biliyoruz: güvenlik güçlerinin yoğun baskısı, sıkıyönetimler, kitlesel katliamlar, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle sendika, parti ve derneklerin kapatılması, kitlesel tutuklamalar vs.

Günümüzde mevcut diktatörlüğün Türk-İslamcı kadroları da bu dönemde devlet gözetiminde yetiştirilir. Türk-İslamcı ideolojinin kamu kurumları ve toplum içinde yaygınlaşması için yoğun çaba gösterilir. Devrimci gençleri hedef alan saldırıları “komanda kampları”nda yetiştirilen paramiliter Ülkücü gruplar gerçekleştirir. ABD 6. Filosu’nu protesto eden gençlik örgütlerine dönük kanlı saldırı (Kanlı Pazar) bu açıdan tipiktir. Saldırıyı düzenleyen örgütlerden biri, bugünkü AKP kadrolarının bir kısmının da yetiştiği Milli Türk Talebe Birliği’dir (MTTB).

12 Eylül: Ulus-devletin Cumhuriyet ideallerini yok etme girişimi

12 Eylül askeri darbesi, Türkiye’de toplumsal uyanışın bir daha asla gerçekleşmemesi için köklü bir düzen değişikliğini hedefler. Bu değişikliğin kurumsal ifadesi hak ve özgürlükleri boğmak üzere tasarlanmış yeni bir anayasa ve seçilmiş hükümetlerin hareket alanını kısıtlayan geniş yetkili bir Cumhurbaşkanlığı ve YÖK, RTÜK, HSYK gibi bir dizi parlamento üstü kurumsa, ideolojik ifadesi faşizan bir “Atatürkçülük” yorumu altında resmi ideolojiye dönüştürülen Türk-İslam ideolojisidir.

Cumhuriyet ideallerine dönük günümüzdeki ağır saldırının başlangıcının olmasa da dönüm noktasının 12 Eylül askeri darbesi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Cumhuriyet’in kuruluşunda benimsenen laik yaşam biçiminin geniş toplumsal kesimlere doğru yaygınlaştırılması, Batıcılık ve modernleşme, laik ve aydınlanmacı eğitim politikaları 12 Eylül’de kesin olarak terk edilir. 12 Eylül’le birlikte dinci örgütlenmelerin, tarikatların toplum içinde yaygınlaşmasının ve bunların finanse edilmesinde önemli rol oynayan Suudi Arabistan merkezli İslami finans kuruluşlarının önü açılır.

Amaç seküler toplumun boyutlarını daraltmak, özellikle Sol’un kitle tabanı elde etmeye çalıştığı yoksul kesimler arasında İslami referanslara dayalı yaşam alanlarının genişlemesini sağlamaktır. 12 Eylül askeri darbesi, Türk-İslamcı kadroların eğitim kurumlarında ve devlet bürokrasisinde ağırlık kazanmasında da kritik bir rol oynar.

12 Eylül’ün mimarları örgütlü bir toplumsal yaşamı ortadan kaldırarak Türk-İslamcılığın topluma nüfuz etmesini sağlarken ipleri kendi ellerinde tuttuklarından emindir. Türk-İslamcı kadrolardan halkın pasifize edilmesi için faydalanılacak, buna karşın toplumsal tabanı aşınsa da laiklik belirli bir şekilcilikle de olsa korunacak, ülkenin kaderine hükmedenler yine “Batıcı”, “laik” ve “Atatürkçü” asker-sivil seçkinler olmayı sürdürecektir. Fakat, 2000’li yıllar iplerin elden kaçmasına, siyasal İslamcılığı destekleyen sermaye sınıflarıyla birlikte yeterince güçlenen Türk-İslamcıların artık devleti doğrudan yönetme talebiyle harekete geçmesine tanık olacaktır.

90’lar, yönetim krizi ve AKP’nin iktidara gelişi

Cumhuriyet’in 100. yıl kutlamalarının ve genel olarak seküler toplumun idealize edilmiş bir Cumhuriyet rejimini sahiplenişinin şöyle bir ruh halini yansıttığı söylenebilir: “Cumhuriyet rejimi gayet sağlam temellere dayanıyordu. Fakat, laikliği tasfiye etmeye kararlı AKP/Recep Tayyip Erdoğan iktidarı başımıza bir felaket gibi geldi; devlet iktidarını gasp etti ve Cumhuriyet’i tasfiyeye girişti.”

Bu durumda biz de idealizasyondan ziyade gerçekliği esas alan bir bakış açısıyla şu soruları sorabiliriz: “Bu kadar güçlü temellere dayalı bir rejim nasıl oldu da Cumhuriyet ideallerini ortadan kaldırmaya kararlı siyasal İslamcılık karşısında bu denli zayıf düştü?”; “Gezi direnişi, Barış İçin Akademisyenler (BAK) gibi örnekler bir yana, niçin AKP/RTE’ nın kurmaya çalıştığı yeni rejime karşı üniversiteler, medya, hukukçular, STÖ’ler, aydınlar ve sivil bürokrasi güçlü bir direniş sergilemedi?”

Bu soruların yanıtları, 90’lı yıllarda Cumhuriyet rejiminin içine düştüğü krizde aranabilir.

Bilindiği gibi, 90’lı yıllarda Türkiye gündemine Kürt sorunu damgasını vurur. PKK ile TSK arasındaki çatışmalar giderek “düşük yoğunluklu bir savaşa” doğru evrilir. On binlerce insan yaşamını yitirirken güvenlik güçleri köylerin boşaltılması, gözaltına alınan insanların kaybedilmesi gibi ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirir.

Kuruluşundan bu yana Türkiye Cumhuriyeti rejiminin inkâr yolunu seçtiği Kürt sorununda reformcu çözüm arayışının yerini askeri yöntemlerle bastırma alınca askeri vesayet tesis edilir; MGK ve Genelkurmay Başkanlığı ülkenin gerçek ve belirleyici yöneticisi olur. Böylece 90’lı yıllar, ana-akım siyasi partilerin askeri vesayetin çizdiği sınırlara hapsolmasına, geniş toplumsal kesimleri temsil etme işlevinden uzaklaşmasına, parlamentonun işlevsizleşip yüksek yargının Türkiye’yi bir “partiler mezarlığı” haline getiren kararlara imza atmasına, bugünkü tabirle “siyasallaşmasına” tanık olur. Medya organları, köşe yazarları ve TV programcıları büyük çoğunluğuyla askeri vesayetin şakşakçılarına dönüşür. Siyasal İslamcı Refah Partisi’nin yükselişinin “postmodern” bir askeri darbeyle önlenmeye çalışılması, üniversitelerde “başörtüsü yasaklarına” yol açar. Eğitimli-seküler orta sınıflar siyasal İslamcılığın yükselişi karşısında “laikliğin korunması”, Türki toplumunun daha geniş kesimleri de Kürt sorunu karşısında “devletin bekası” gerekçesiyle baskıcı bir siyasi rejime ikna edilirler.

90’lı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletinin Kürt sorunu karşısında benimsediği bastırma politikasının bedeli, Cumhuriyet rejiminin toplumu yönetme ve sorunlarını çözme kapasitesi açısından ağır olacaktır. Ekonomi cephesinde, savaş ekonomisinin yol açtığı yoğun iç borçlanma nedeniyle kısa sürede iki büyük kriz (1994, 2000-2001) patlak verir. Halk ciddi şekilde yoksullaşır, bankacılık sistemi zora girer. Ülkenin hiçbir temel sorununa çözüm getiremeyen, askeri vesayetin uzantılarına dönüşen partilerin kurduğu koalisyonlar ve siyasi krizler birbirini izler. Büyük yolsuzluklar, örneğin sahipleri tarafından bankaların içinin boşaltılması günlük vakalar halini alır. Normalde toplumsal talepleri dillendirmesi beklenen medyanın, baskı ve yasakçılık yanlısı akademisyen, aydın ve hukukçuların itibarı yerle yeksan durumdadır. Toplumsal taleplerin taşıyıcısı olması gereken siyaset kurumu tam anlamıyla bir temsil ve güven krizine sürüklenir. Toplum ile toplumu yönetme iddiasındaki kurumlar arasındaki mesafe giderek açılır, siyasal çürüme her alanda görünür hale gelir.

AKP, Cumhuriyet rejiminin içine düştüğü işte bu yönetememe krizinin ortasında,  Avrupa Birliği (AB) sürecinin liberal rüzgârını da arkasına alarak iktidara gelir. 2002 genel seçimlerine giderken AKP’nin seçim bildirgesinde şu hususlar özellikle dikkat çeker: Ekonomik krizler önlenecek, toplumsal refah sağlanacaktır; farklı inanç ve kültürler bir zenginlik olarak kabul edilecektir; hukuka saygılı olunacak, siyasal partiler kapatılmayacaktır; siyasal alanın daraltılmasına, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına izin verilmeyecektir; işkence, kayıp, gözaltında ölüm, faili meçhul cinayet gibi insan hakları ihlallerinin üzerine ciddiyetle gidecektir; yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı sağlanacaktır; yerel yönetimler güçlendirilecektir.

90’ların sonuna gelindiğinde Cumhuriyet rejimi, AKP öncesi dönemi idealize edenlerin iddialarının aksine ciddi bir kriz içindedir. AKP, geniş toplumsal kesimlerin beklentilerini kendi gündemine başarıyla absorbe ederek (“pasif devrim”) iktidara gelir.

Seküler toplum: Cumhuriyetin demokratikleşmesi mi, ulus-devletle özdeşleşme mi?

Günümüzde Cumhuriyet’i, Cumhuriyet değerlerini nasıl ve nereye kadar  sahiplenmek gerektiği konusunda bir kafa karışıklığının yaşandığı söylenebilir. Bir yandan, gündeme daha eleştirel bakan seküler toplum içindeki muhalifler, faşizan AKP + MHP + güvenlik bürokrasisi diktatörlüğü karşısında Cumhuriyet’i sahiplenme gereği hissederken, Cumhuriyet rejiminin tarihinde Kürtlere dönük katliamları, istiklal mahkemelerini vs. hatırlayarak kendilerini zor bir seçimle karşı karşıya buluyor. Seküler toplumun daha büyük çoğunluğu ise, 100. yıl kutlamalarında gördüğümüz gibi, Cumhuriyet ideallerini (en başta da laikliği) sahiplenmekten Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletini idealize etmeye, tarihsel bir figür olan Mustafa Kemal Atatürk’ü idolleştirmeye ve ulus-devletle özdeşleşmeye rahat bir geçiş yapıyorlar. Böylece Cumhuriyet rejimi tarihselliğinden koparılarak M. Kemal Atatürk dönemiyle sınırlı bir “Asr-ı Saadet”e, yitirilmiş bir altın çağa dönüştürülüyor.

Bu yazıda kavramsal, fakat aynı zamanda tarihsel bir ayrıma dikkat çekmeye çalıştım: Mustafa Kemal ve etrafındaki kadro radikal bir batılılaşmanın Türkiye’yi ileriye götüreceğine inanıyordu. Bu nedenle, Osmanlı’dan kesin bir kopuşu, aydınlanmacı bir eğitimi, radikal bir laiklik uygulamasını hayata geçirdiler ve kadınların toplumsal yaşama katılmasını teşvik ettiler. Belirli bir tarihsel bağlamda benimsenen bu politikalar demeti elbette toplumsal gelişmede önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla, daha özgürlükçü bir çerçevede geliştirmek üzere sahiplendiğimiz idealleri temsil ediyorlar.

Öte yandan, Mustafa Kemal ve arkadaşları tekçi zihniyette, Türkçülüğü ve Hanefi mezhebini esas alan bir ulus-devlet kurdular. Bu ulus-devlet, dünyadaki benzerleri gibi, bekasını gözeterek yeri geldi Köy Enstitüleri’ni fiilen kapattı; yeri geldi askeri darbelerle partileri kapattı, sivil siyasetçileri idam etti ve toplumsal dinamizmi yok etmeye çalıştı; yeri geldi “Kemalizm’in tamamlanmamış devrimini” tamamlamayı hedefleyen devrimci gençleri Türk-İslamcı faşistler eliyle sindirmeye çalıştı. Bunda da garipsenecek bir durum yoktu; bütün bu eylemler ulus-devletin bünyesindeki saiklerden kaynaklanıyordu.

Bu noktada, AKP iktidarıyla başlayan mevcut diktatörlüğün Cumhuriyet rejiminden bir kopuş mu olduğu, yoksa bu rejimle bir süreklilik mi gösterdiği önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Ben her ikisinin de geçerli olduğunu düşünüyorum.

AKP + MHP + güvenlik bürokrasisi diktatörlüğü hiçbir Cumhuriyet iktidarı döneminde olmadığı kadar laikliği ve kadın haklarını ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bu anlamda elbette bir kopuşu temsil ediyor. Fakat diğer yandan, temel hak ve özgürlükleri aşırı ölçüde sınırlandırma, kamusal alanı devletin izdüşümü haline getirme, yargı ve yasama organlarını tamamen yürütmeye tabi kılma, bölgesinde yayılmacı, sınır ötesinde nerede bir Kürt siyasi oluşumu varsa yok etme politikalarında görüldüğü gibi 12 Eylül rejiminin hayallerini süsleyecek hedefleri önüne koyuyor. Bu bakımdan da ulus-devletin önceki baskı dönemleriyle bir devamlılık gösteriyor.

Seküler toplumun büyük çoğunluğunun Cumhuriyet rejimine ilişkin bir muhasebeye, eleştirel bir bakışa ve daha demokratik bir toplum projesine ihtiyacı var. Laiklik, kadın hakları, aydınlanmacı bir eğitim ancak demokratik bir ortamda, toplumsal kesimlerin özgürlüklerini ve taleplerini örgütlü şekilde savunabildiği koşullarda hayat bulabilir. Bu nedenle, seküler toplumun Cumhuriyet ideallerini var edebilmesi, ulus-devletin iç/dış güvenlik taleplerine kuşkuyla ve eleştirel yaklaşmasına, devletin toplum üzerindeki gücünü sınırlandıracak şekilde sivil alanı genişletmeyi hedeflemesine bağlı görünüyor.