Türkiye’de yeniden gündeme gelen “Terörsüz Türkiye / Çözüm Süreci”, yalnızca iç barışa yönelik bir girişim olarak değil, aynı zamanda bölgesel ve uluslararası aktörlerle sıkı biçimde bağlantılı bir barış dinamiği olarak değerlendirilmelidir. Abdullah Öcalan’ın PKK’ye yönelik silahlı mücadeleyi sonlandırma ve örgütü feshetme çağrısı, örgütün ateşkes ve fesih kararlarıyla birleştiğinde, Türkiye’de kültürel çoğulcu bir toplum inşası için nadir bir fırsat doğmuştur. Ancak bu fırsat, önceki örneklerde olduğu gibi henüz kalıcı bir demokratik dönüşüme evrilememiştir.
2009’da başlatılan “Demokratik Açılım” ve onu izleyen Oslo Görüşmeleri, PKK ile devlet arasındaki silahlı mücadeleden demokratik siyasete geçiş için bir zemin oluşturmayı hedeflemişti. Ancak kurumsal güvensizlik ve siyasal irade eksikliği nedeniyle süreç derinleşemedi. 2009 yerel seçimlerinde Kürt Siyasi Hareketi’nin gösterdiği başarı sonrasında başlatılan KCK operasyonları, özellikle halkla doğrudan temas kuran kesimleri hedef almış ve binlerce kişinin tutuklanmasıyla sonuçlandı.
2013–2015 arası dönemde yaşanan Kobani olayları ve Dolmabahçe Mutabakatı sonrasında iktidarın süreci reddetmesiyle çatışmalar yeniden tırmandı; hendek olaylarıyla şehir savaşına dönüşen çatışmalar, devletin topyekûn müdahalesi sonucu Kürt kentlerinin yıkımıyla sonuçlandı. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası artan şiddet, Temmuz 2015’teki Ceylanpınar olayıyla birlikte çözüm sürecinin fiilen sona erdiğini gösterdi. Böylece devlet, müzakere zemininden yeniden güvenlik merkezli politikalara ve kayyum siyasetine yöneldi.
Bu noktada yalnızca devletin değil, PKK’nin de sorumluluğu göz ardı edilmemelidir. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin %13’lük oy oranıyla demokratik siyaset alanında elde ettiği başarı tarihsel bir fırsattı. PKK, bu dönemde demokratik siyaset kanallarını genişletebilecekken şehir savaşlarını tırmandırmayı tercih etti. Bu tercih, hem Kürtler hem de Türkiye demokrasisi açısından bir on yılın heba edilmesine neden oldu. Kürt Hareketi, örgütlenme olanaklarını büyük ölçüde yitirdi, hapishaneler Kürt siyasetçilerle dolup taşarken çatışmalarda çok ciddi kayıplar verildi. Aradan geçen on yılda ise özellikle bölgesel koşullar köklü biçimde değişti.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin —muhtemelen devleti temsilen ve Ortadoğu’daki gelişmelerin etkisiyle— başlattığı yeni süreç, Öcalan’ın destek mesajı ve PKK’nin ateşkes/fesih kararlarıyla yeniden ivme kazandı. Ancak bu süreç, büyük ölçüde Suriye’deki gelişmelere endeksli, iç dinamiklerden ise kopuk bir seyir izlemektedir. Türkiye, Suriye’deki gelişmelere paralel biçimde Kürt meselesini yeniden “dışsal bir güvenlik tehdidi” olarak tanımlamakta ve yüzyıllık bir refleksi yeniden üretmektedir. Dolayısıyla içeride henüz kayda değer bir demokratik açılım sağlanamamış; süreç umutla beklenirken, belirsizlik, tedirginlik ve kırılgan bir iyimserlik hâkim olmuştur.
Bu yeni dönemde, 27 Şubat Bildirisi’ni izleyen haftalarda önemli gelişmeler yaşandı. 10 Mart’ta SDG ile HTŞ arasında mutabakata varılması, 5–7 Mayıs Kongresi’nde PKK’nin fesih kararını alması, 11 Temmuz’daki “silah yakma töreni” ve Süreç Komisyonu’nun çalışmalarına başlaması, Kürt Hareketi tarafındaki kararlılığın açık göstergeleri oldu. Buna karşın Bahçeli’nin ısrarlı duruşu sürse de devlet cephesinde ikircikli tutumlar devam etti; CHP’ye yönelik operasyonlar, yasal düzenlemelerdeki isteksizlik ve hukuki anlamda adım atmaktan kaçınma eğilimi sürecin kırılganlığını artırdı.
Türkiye’nin son yıllardaki siyasal seyrinde iktidarın yalnızca baskı ve zor aygıtlarıyla değil, aynı zamanda ideolojik hegemonya araçlarıyla —medya, adalet, eğitim, ekonomi ve din gibi— toplumu yönlendirme çabası dikkat çekmektedir. AKP–MHP iktidarı, toplumsal meşruiyetini “Türk-İslamcı nesil” söylemi, aile değerleri vurgusu ve milliyetçi güvenlik politikalarıyla uzun süre yeniden üretti. Bu hegemonik inşa yalnızca toplumu biçimlendirmemekte, aynı zamanda muhalefetin sınırlarını da belirlemekte ve onu kontrollü bir alana çekmeyi amaçlamaktadır. Sosyal medya denetimi, laiklikten uzaklaşan müfredat, eğitimdeki antidemokratik uygulamalar, yargının muhalif sesleri susturma işlevi ve toplumsal baskı araçları, yeni bir “itaat toplumu” yaratmayı hedefledi.
Bu hegemonik yeniden yapılanmanın en görünür yansıması eğitim alanında gözlenmektedir. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, yüzeyde pedagojik bir reform olarak sunulsa da özünde rejimin meşruiyet üretim aracıdır. Model, gençliği “geleneksel değerlerini kaybetmiş” olarak kodlayıp muhafazakâr/dinî değerler merkezli bir eğitim sistemini kurumsallaştırmaktadır. Oysaki asıl çürüme, siyasal yapının kendisinde idi. İktidarın başarısızlıklarını başkasına mal etmesi, klasik bir “günah keçisi yaratma” stratejisidir.
Bu iktidar tarzı, Michel Foucault’nun “panoptikon” modeliyle benzerlik taşır. Foucault, Jeremy Bentham’ın hapishane mimarisi üzerinden geliştirdiği panoptikon kavramını yalnızca gözetim sistemi olarak değil, modern iktidarın disiplin ve denetim mekanizmasının bir metaforu olarak yorumlamıştır. Türkiye’deki siyasal alan da benzer biçimde, muhalefeti sürekli gözetim altında tutan bir “disipliner iktidar” formuna dönüşmüştür. Benzer biçimde, Giorgio Agamben’in “istisna hâli” kavramı da mevcut durumu anlamak açısından önemlidir. Agamben’e göre modern siyasal düzen, kriz hâlini kalıcılaştırarak iktidarın meşruiyetini yeniden üretir. Devlet, sürekli bir kriz durumu yaratarak kamusal alanı ve siyasal katılım biçimlerini denetim altında tutar.
Bu bağlamda çözüm arayışlarının neden hep “askıda” kaldığı daha net anlaşılmaktadır: Bir yandan diyalog çağrısı yapılırken, diğer yandan denetim mekanizmaları —kayyum siyaseti, CHP’ye yapılan baskılar, muhaliflere dönük sindirme operasyonları— işlemeye devam etmektedir. Normal hukuki düzenin askıya alındığı, ancak yargı organlarının bu askıya alma durumunu “meşrulaştırmaya çalıştığı” bir ara dönemde yaşıyoruz. Sona ermek bilmeyen baskı ve tutuklamalar, kayyum siyaseti, “hukuksuzluk üzerinden yönetim” pratiğinin bileşenleridir. İşte bu dönemde belirleyici olan, sesin gürlüğü değil örgütlülüğün sürekliliği ve çeşitliliği olmalıdır.
İktidarın bu tavrı hem toplumsal güveni zayıflatmakta hem de demokratikleşmenin önünü tıkamaktadır. CHP’ye yönelik siyasi operasyonlar yalnızca partisel rekabetin değil; muhalefetin denetim altında, “kontrollü” biçimde yeniden dizayn edilmesi hedefinin bir parçasıdır. Devletin CHP’yi diğer muhalefet unsurlarından —özellikle DEM Parti’den— yalıtarak izole etme çabası bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Buna karşın CHP tamamen pasif bir aktör konumunda da olmadı. Parti, iktidarın çizdiği sınırların içinde kalma baskısına rağmen belirli alanlarda direnç gösterdi. Ulusalcı kesimlerin baskısına rağmen Meclis Komisyonu’ndaki varlığını sürdürmesi, komisyondan çekilme çağrılarına karşı tutumu ve “fotoğraf krizi” olarak bilinen olayda sergilediği dengeleyici tavır, CHP’nin kontrollü muhalefet tanımının ötesine geçme iradesini göstermesi açısından önemlidir. Ekrem İmamoğlu’nun Kürtlerin “hamisi” ya da “ağabeyi” rolüne değil, eşit yurttaşlık temelinde kardeşlik söylemine yaptığı vurgu da CHP’nin eski reflekslerinden kısmen ayrıştığını gösterdi.
Tam da bu noktada CHP’nin direnişi çoğulcu ve dayanışmacı bir zemine taşımak için diğer muhalif yapılarla stratejik iş birliği kurması elzemdir. Aynı şekilde DEM Parti’nin de Özgür Özel–İmamoğlu liderliğindeki CHP’ye karşı yürütülen tasfiye ve kuşatma girişimleri karşısında proaktif ve dayanışmacı bir tutum sergilemesi önemlidir. Kürt Hareketi’nin yalnızca kendi toplumsal tabanına değil, demokratikleşme sürecinin tüm aktörlerine hitap eden kapsayıcı bir siyasal dil geliştirmesi, kültürel çoğulculuk temelinde ortak bir muhalefet hattı inşa etmenin önünü açabilir. Aksi hâlde, otoriterleşmeye karşı sürdürülebilir bir siyasal alternatifin inşası mümkün olmayacaktır. Bu noktada “demokrasi cephesinin” genişletilmesi, Türkiye’nin demokratik geleceği açısından hayati önem taşımaktadır.
Yazının bu bölümünde, Kürt Hareketi açısından yalnızca hatırlanması gereken bir ideal değil, aynı zamanda siyasal bir zorunluluk ve yeniden örgütlenme fırsatı öneren demokratik komünalizm perspektifi üzerinde durmak faydalı olacaktır. Demokratik komünalizm; devleti merkeze almayan, yerel özyönetim ve katılımcı demokrasiye dayalı bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak tanımlanabilir. Bu yaklaşım, Kürt hareketi açısından devlet dışı alanlarda —kültür, sanat, dil, belediyecilik ve eğitim— alternatif bir toplumsal örgütlenmenin olanaklarına işaret etmektedir. Öcalan’ın toplumsal öz-örgütlenmeye dayalı, yerel ve katılımcı yönetim biçimi için önerdiği ve manifestolarında ayrıntılandırdığı bu modelin yeterince tartışılmadığı; pratiğe dönük dönüştürücü adımların ise eksik kaldığı görülmektedir.
Türkiye’de demokratik istikrarın kalıcı bir nitelik kazanması, kaçınılmaz biçimde Kürt meselesinin barışçıl ve kapsayıcı çözümüne bağlıdır. Bu noktada özellikle DEM’in demokratikleşmeye katkısı yalnızca Kürt kimliğinin temsiliyle sınırlı kalmamalı; Türkiye toplumunun tamamına hitap eden bir çoğulculuk anlayışına dayanmalıdır. DEM’in siyaset biçimi, çözüm sürecini İmralı–devlet eksenine sıkıştıran dar temsil pratiklerinden sıyrılarak; yerel meclisler, sivil toplum ağları ve katılım mekanizmaları üzerinden geniş bir demokratikleşme hattına dönüşmelidir.
Kürt Hareketi’nin kültürel çoğulculuk ve demokratik yurttaşlık vizyonunu toplumsal düzlemde yaygınlaştıramaması, bu alanın devlet söylemi tarafından doldurulmasına neden olmaktadır. DEM’in daha katılımcı, şeffaf ve çoğulcu modeller geliştirmesi bu açığı kapatmak açısından önemlidir. Çünkü kültürel çoğulculuğu hayata geçirebilecek kesimler —özgürlükçü seküler çevreler, demokratik sol yapılar, sivil toplum ve yerel inisiyatifler— ulusalcı etki alanını daraltarak yeni bir toplumsal denge oluşturabilir.
Sonuç olarak, Türkiye’de demokratik bir gelecek tahayyülü, yalnızca iktidarın otoriter eğilimlerinin sınırlanmasıyla değil, aynı zamanda muhalefetin kendi içinde çoğulculuğu, dayanışmayı ve dayanışmacı örgütlenme biçimlerini kurabilmesiyle mümkündür. Siyasal alanın yeniden inşası, “devletin izin verdiği” bir demokrasiyle değil; muhalefetin ve toplumun tabandan kurduğu katılım pratikleriyle gerçekleşebilir. Gerçek anlamda demokratik bir Türkiye, farklı kimliklerin ve kültürlerin eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşamasını hedefleyen bir dönüşümle mümkün olacaktır.