6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerinden sonra devlet kurumlarının göstermiş olduğu inanılmaz atalet ve koordinasyonsuzluk belki de depremin, kayıplar anlamında bedelinin bu kadar yüksek olmasının en önemli sebeplerinden biriydi. Daha bir kaç ay önce, 1999 Düzce Depremi’nin yıldönümü olan 12 Kasım’da ülke sathında deprem tatbikatı yapılmış olmasına rağmen kurumların acil eylem planlarının yetersiz olduğu acı bir şekilde açığa çıktı.

Depremin ilk şoku atlatıldıktan sonra afete karşı devlet kurumlarının verdiği, daha doğrusu veremediği tepkiler, alamadığı sorumluluklar ciddi şekilde araştırılmalı ve sorumluları hesap vermelidir.

Canlı bloglarda geçilen haberler, olgular takip edildiğinde aslında depremin ilk anından itibaren devlet kurumlarının depremin büyüklüğü ve yıkıcılığı konusunda bilgi sahibi olduğu görülüyor. Zira depremden çok kısa bir süre sonra AFAD’ın ön raporunu hazırlamış ve ilişkide olduğu İçişleri Bakanlığı’na sunmuş olması kuvvetle muhtemel. Bakan Süleyman Soylu hemen acil toplantı ile 4. Seviye alarm durumu da dahil atılacak adımları, depremden 1,5 saat sonra basın açıklamasıyla ilan etmişti. Saat sabah 9:45’e geldiğinde hem depremden etkilenen bölge belediye başkanları ve valileriyle iletişime geçilmiş, hem İstanbul, İzmir ve Ankara gibi Büyükşehir belediyeleri ile Azerbaycan gibi yakın ülkelerin kurtama ekipleri deprem bölgelerine sevk edilmeye başlanmıştı. Ancak zaman ilerledikçe tüm koordinasyonun, tek elden, AFAD üzerinden yapılma çabası ve AFAD’ın yeterli altyapı, donanım, bilgi ve beceriye sahip olmadığının ortaya çıkması, tam bir kaos ortamına, telafisi olmayan uzun bir zaman kaybına ve dolayısıyla insan hayatlarına mal oldu.

Deprem bölgelerinde yaşananlara dair dile getirilen başlıca eleştirileri şöyle sıralayabiliriz:

  • Çöken GSM altyapısının uzun süre gereği gibi işler hale getirilememesi; alt yapının gerek mobil baz istasyonları ve gerekse sıkça reklamları yapılan dron vericilerle desteklenmesi yerine, twitter’da bant daraltmasına gidilerek sosyal medya kısıtlamalarıyla iletişim kanallarının daraltılması; Space-X’in iletişim için destek uydu gönderme önerisinin kabul edilmemesi,
  • Afet yasası izin vermesine rağmen gerek bölge ve gerekse ülkenin diğer yerlerindeki iş makinalarının deprem bölgesine ulaştırılamaması,
  • AFAD’ın her yere yetişemediği halde insanların kendi imkanlarıyla bulduğu iş makinalarının kullanımına izin verilmemesi, AFAD ile koordinasyonun istenmesi,
  • Gerek yerli ve gerekse yabancı kurtarma ekiplerinin zamanında ihtiyaç duyulan bölgelere intikal ettirilememesi, acil kurtarma ekiplerinin yer yer birkaç gün boş yere bekletilmesi. Yine işleri gereği arama kurtarma faaliyetleri için son derece önemli bir meslek grubu olan madencilerin bölgeye çok geç sevk edilmesi de yeterince canın kurtarılamamasına neden oldu.
  • Son yıllarda yaşanan afetlerde de tanık olduğumuz şekilde, organize iş gücü olarak elde tutulan, amacı ülke insanının hayatını korumak diye tanımlanan, Nato’nun en büyük ikinci ordusunun sahaya inmemesi; neden sonra gelen baskılarla ancak kısıtlı bir sayıda kuvvetin kurtarma çalışmalarına katılması. (Bunda Suriye’de Tel Rıfat’ta operasyonlara devam edilmesi ya da TSK’nın halk arasında sempati kazanmasından duyulan rahatsızlık yüzünden askere emir verilmediği şeklinde yapılan yorumları da not edelim.)

Koordinasyonsuzlukta, liyakatsizliğin mi, yoksa bilinçli tercihlerin mi ya da her ikisinin birden mi rol oynadığı kesinlikle açığa çıkarılmalı. Zira daha depremin ilk dakikalarında iktidarın, gerekli müdahale için elinde AFET Yasası’nın sağladığı her türlü yetki varken üç ay OHAL ilan etmesi, ilk günden itibaren herkese birlik beraberlik çağrısı yapıp konuyu siyasi bir ranta çevirme çabaları, iktidara güven duygusunu kaybettiği için yardımlarını bile AFAD yerine AHBAP gibi STK’lar üzerinden yapmaya çalışan toplum kesimlerinde “acaba iktidar seçime OHAL koşullarında mı gitmek istiyor” sorusuna yol açtı.

Aslında bu soru çok da temelsiz değildi. Reuters haber ajansına bilgi veren bir Türk yetkili “seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılmasının önünde ciddi engeller olduğunu” dile getirdi. İktidarın bu ortam yoklamasına ilk tepki Akşener’den geldi. Meral Akşener’in, deprem sonrası hükümetin seçimleri bir süre erteleyebileceğine dair söylentilerin önünü kesmek için seçimlerin erken değil ama zamanında yapılabileceğine ilişkin yaptığı açıklama önemliydi.  Seçimlerin ertelenebileceğine dair bir diğer haberi Fatih Altaylı yaptı. İkinci bir yazısında ise seçimlerin YSK üzerinden ertelenebileceği senaryosundan bahsetti. Vatandaş can derdindeyken seçim konuşmanın ahlaki olmadığından bahseden Bülent Arınç’ın seçimlerin ertelenmesine dönük çağrısı ise konuyu gündemin ana maddesi haline getirdi. Arınç bir yandan seçimlerin ertelenmesi gerektiğine dair görüş belirtirken, bir yandan da bu kararı da ancak Meclisin nitelikli çoğunlukla (muhalefetin de desteklemesi ile) alabileceğini söyledi. Sonrasında yaptığı açıklamalarda, eğer kararı Meclis vermezse, iktidarın YSK eliyle fiili durum yaratabileceğini, kargaşa oluşabileceğini ifade etti. Muhalefet ve anayasa hukukçuları, siyaset bilimcilerin ekseriyeti bu fiili durumun sivil darbe anlamına geleceğini söylediler.

Arınç’ın, hem iktidarın hem de muhalefetin lehine hususlar barındıran açıklamalarla neyi amaçladığı, bu açıklamaların nereye varacağı yakında anlaşılacak. İktidar bu açıklamalarda belirtilen iddialarla ilgili bir yalanlama yapmazken, seçimlerin zamanında yapılacağına dair bir açıklama da henüz yapmış değil. Muhalefetin ise seçimlerin ertelenmesine yönelik tavrı netti. Millet İttifakı 18 Şubat tarihli son toplantısında bu konuyu değerlendirmeye almadı. Ancak  partilerin ayrı ayrı yaptıkları acıkmalarda şu tavrın net olduğu görülüyor: Seçim zamanında yapılacak.